Paylaş
Amerikalı astronom Edwin Hubble’ın evrenin genişlemekte olduğunu kanıtlamasının ardından Albert Einstein’ın genel görelilik kuramının düzeltilmiş versiyonu üzerinden yapılan hesaplar, bizi evrenin bir başlangıcı olduğu fikrine getirdi.
Bu fikir daha sonra (60’ların sonlarında) kozmik arka plan radyasyonunun, yani ‘Büyük Patlama’nın artığı olan malzemenin keşfedilmesiyle kanıtlandı.
Artık evrenimizin ‘Büyük Patlama’ adı verilen bir patlamayla başladığına inanıyoruz.
Evrenin başlangıç anı, aynı zamanda zamanın da başlangıç anı.
Patlama anını ve patlama öncesini bilmiyoruz. O an ve öncesinde hangi fizik kurallarının geçerli olduğunu da bilmiyoruz. Ama patlamayla birlikte bildiğimiz evrenin oluşmaya başladığını, zamanın da böylece ileri doğru akmaya başladığını biliyoruz.
Biliyorsunuz, zamanın oku daima ileriyi gösterir. Bunun fizik yasalarından kaynaklanan bir sebebi de var: Entropi.
Termodinamiğin ikinci kanunu bize enerji harcandıkça evrende düzensizliğin, yani entropinin de arttığını söyler. Bardağa eliniz çarpar, bardak masadan yere düşer ve kırılır. Ama yerde kırık biçimde duran cam parçaları masaya zıplayıp bir bardak haline gelmezler.
Yani zaman ‘Büyük Patlama’ ile başlamıştır ve devam etmektedir.
Buraya kadar söylediklerim bizim ‘klasik’ bilimimizin bize söyledikleri, yerleşik ve neredeyse sorgusuz sualsiz kabul ettiğimiz bilgilerimiz.
Ama öte yandan, bir de kuvantum mekaniği var.
Biraz önce dedim ya, Büyük Patlama anında ve öncesinde hangi fizik yasalarının geçerli olduğunu bilmiyoruz, diye...
Aslında belki de biliyoruz.
Kütlesiz ama enerji yüklü parçacıkların Büyük Patlama’dan sonra olduğu gibi ÖNCE de kuvantum dalga fonksiyonu denklemlerine göre hareket etmesinin önünde hiçbir engel yok.
Yani evet, bildiğimiz evren bir ‘Büyük Patlama’ ile ortaya çıkmaya başlamış olabilir ama bu o patlamadan önce bir evren yoktu anlamına gelmez; patlamadan önceki fizik kurallarını da aslında biliyor olabiliriz.
Aslında en önemsizi ama başlığımızdaki konuya dönecek olursak, zaman da Büyük Patlama ile başlamak zorunda değil, önceden beri vardı belki de...
Evrenimiz sonsuzdan gelip sonsuza gidiyor belki de. Ve biz, evrenin sınırsız ömrü içinde kendimize denk gelen kısacık bölümünü biraz fazla önemsiyor olabiliriz.
On bin yıl sonra insanlık
ÖNCE moral bozacak kötü bir senaryo anlatayım.
Diyelim ki bir büyük felaket yaşanıyor dünyada ve yaşayan 7 milyar insanın yüzde 99.99999’u ölüyor, geriye sadece 7 bin kişi kalıyor.
Bu büyük felaket insanlığı 10 bin yıl geri götürüyor. Bütün bilimsel bilgimiz, teknolojimiz, her şeyimiz kayboluyor.
İnsanoğlunun yeniden bugünkü seviyesine gelmesi, mesela uzaya bir teleskop gönderip derin uzayı incelemeye başlaması, fizik teorilerini geliştirmesi, bilgisayarlarını yapması vs on bin yıl alsın kabaca.
Acaba bundan on bin yıl sonra, bizim bugünkü bilgi birikimimize sahip olmayan ama bilimimize sahip olan insanlık uzaya baktığında ne görecektir?
Bunu bugünden kabaca tahmin edebiliriz: Evrenin bir ‘Büyük Patlama’ ile oluştuğuna dair bir teorileri olsa bile bunu hiçbir zaman doğrudan gözlem ile kanıtlayamayacaklar; çünkü evrenin genişleme hızının artıyor olmasından ötürü bizim bugün gözlediğimiz gökyüzünü göremeyecekler, yani ‘kozmik arka plan radyasyonu’nu da göremeyecekler.
On bin yıl sonranın insanları kendilerini evrende çok daha yalnız hissedecekler. Bizim için görece yakın olduğu halde gidilmesi imkansız olan mesafeler onlar için çok daha uzak olacak; en yakın yıldız onlara bize göre çok daha fazla mesafede olacak.
Zaten başka galaksileri gözlemekte de ciddi zorluklar çekecekler; onları görebilmek için bizim bugün sahip olduğumuzdan kat be kat daha güçlü teleskoplara ihtiyaçları olacak.
Bu gözlem güçlüğünden ötürü, bizim bugün sahip olduğumuz fizik yasalarının bir bölümünü hiç keşfedemeyebilecekler.
Bu hayali sonsuza kadar sürdürmek mümkün ama uzatmayacağım: Elimizdekinin değerini bilelim, kendimizi yok etmeye çalışmak yerine elimizdeki taşın üstüne bir taş daha koymaya çalışalım.
Güneş enerjisi: Daha yeni başladık
ASLINA bakarsanız, bugün kullandığımız (nükleer hariç) bütün enerjinin kaynağı güneş. O güneş sayesinde zamanında bitkiler yaşadı, sonra bir sebeple toprağın altında kaldı ve bugün petrole, doğalgaza veya kömüre dönüştü. Su buharlaşıp sonra yağmur veya kar olarak yağdığı için akarsular akıyor, barajlarda türbinler dönüyor.
Biz güneşi doğrudan değil dolaylı bir enerji kaynağı olarak kullanıyoruz. Hep öyle yapacağız ama bu dolaylılık meselesinde güneş ile kullandığımız enerji arasındaki mesafeyi azaltabiliriz.
Maalesef insanlık bu konuyu düşünmeye ve yeni teknolojiler geliştirmeye çok geç başladı. Ama artık başlandı. Güneşi doğrudan elektriğe çeviren teknolojimiz var; ama daha çok geliştirilmesi lazım.
Bu alanda iki önemli gelişme yaşandı.
Biri, elde edilen enerjinin depolanmasıyla, yani pil teknolojisiyle ilgili. Artık sprey boya gibi uygulanan bir madde sayesinde hemen hemen her yüzeyi pile çevirmek ve orada elektrik depolamak mümkün.
İkincisi, güneşi doğrudan elektriğe çeviren panellerin evlerimizin pencerelerine de uygulanabilir hale gelmesi ve enerji verimlerinin geçmişle kıyaslanmayacak derecede artması.
İnsanlık bu teknolojiye daha yeni yeni eğiliyor. On veya yirmi yıl sonra elde edilecek büyük mesafeyi şimdiden hayal edebiliyorum.
Düzeltme
Dün bu köşede çıkan yazıda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın köyünün Rumca isminin Podolya olduğunu yazdım, doğrusu Potomya olacaktı, düzeltir özür dilerim.
Paylaş