Paylaş
Elbette tek bir sebep yok ama bütün diğer sebeplerin ortaya çıkmasının vesilesi, olaylara da adını veren Gezi Parkı’nın yok edilmek ve yerine eskiden orada olan binaya benzerliği bile şüpheli bir bina yapmak değil miydi?
Peki, eski askeri kışlanın taklidinin yeniden yapılması kararını kim verdi?
Bu kararı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan verdi; kararını bir seçim vaadi olarak 2011 genel seçimlerinde telaffuz etti.
İstanbul’un bu değerli yeşil alanı için karar Ankara’da, merkezi hükümet tarafından alındı yani.
Ve buna gösterilen tepki, sonunda bugün ‘Gezi olayları’ diye adlandırdığımız ciddi çalkantıya neden oldu.
Bir an tersini düşünelim: İstanbul’la ilgili kararların İstanbul’da, Bursa’yla ilgili kararların Bursa’da, Adana ile ilgili kararların Adana’da alınması için gereken yasal ve Anayasal alt yapının kurulduğunu yani.
Daha Gezi olayları devam ederken bir sefer, ‘Belki de bölgesel özerklik önce İstanbul için lazımdır’ demiştim; PKK’nın talebine gönderme yaparak ve biraz da şaka amacıyla.
* * *
Modern demokrasi, yerel demokrasiyi hakkıyla yaşayan demokrasidir.
Ama Türkiye’de yerel demokrasinin gerçek demokrasi olmasının önündeki en büyük engel, merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki ‘vesayet denetimi’dir. Bizim Anayasamıza göre yerel yönetimler Ankara’nın vesayeti altındadır. Bu vesayetin başlıca uygulayıcısı da kaymakam ve valilerdir. Bu atanmış yöneticiler her durumda seçilmiş belediye başkanının üzerindedir.
Peki valilerin ve kaymakamların hiç olmadığı bir Türkiye hayal edemez miyiz?
Bir valinin yaptığı ama seçilmiş belediye başkanının yapamayacağı ne vardır?
Hiçbir şey!
* * *
Dün bu köşede yerel yönetimlerle ilgili yapılan bir reformun bizi biraz daha yerel demokrasiye yaklaştırdığını ama hala gidilmesi gereken çok yol olduğunu anlatmaya çalıştım.
Bugün ülke nüfusunun yüzde 90’a yakını belediye sınırlarında, yüzde 80’e yakını da büyükşehir belediyesi sınırlarında yaşıyor.
Yerel yönetimlerimizi daha da güçlendirmek, onlara sahip olmaları gereken kişiliği ve onuru kazandırmak için atmamız gereken adımların başında, vali ve kaymakamları işsiz bırakmak olmalı.
Kentler, seçilmiş, bizim seçtiğimiz yöneticiler tarafından yönetilmeli; kentle ilgili kararlar bizim seçtiğimiz meclisler tarafından alınmalı.
Vali ve kaymakamların yokluğunun Ankara’daki hükümet dışında kimse tarafından hissedilmeyeceğine adım gibi eminim.
İkinci aşamada yerel yönetimlerin mali özerkliğini daha da güçlendirmek olmalı. Adıyla söyleyeyim, bazı alışveriş vergilerinin oranını belirleme ve o vergileri toplama yetkisi belediye meclislerine devredilmeli.
Ve belki en zor aşama: Ankara, ihtiyacı için fiilen kullandıkları dışındaki bütün gayrımenkullerini belediyelere devretmeli, ‘Milli Emlak’ın elinde merkezi hükümetin ihtiyaçları için o an kullanılmayan hiçbir gayrımenkul kalmamalı.
Son olarak da, ‘vilayet sınırları’ diye bilinen bütün sınırlar ‘belediye sınırları’ olmalı. Bugün büyükşehir statüsündeki 30 kentimiz için bu zaten böyle, bir an önce geri kalanı da aynı statüye kavuşmalı.
* * *
İşte o zaman daha verimli bir yönetime, ama hepsinden önemlisi her aşamada hesap sorulabilir/hesap verebilir yönetime geçilir.
Ankara, kendi vesayetçi yetkileri konusunda çok kıskanç. Kendisi belediye başkanlığından gelen bu başbakan bile merkezi hükümetin yetkilerini belediyeler üzerinde kullanmaktan hiç çekinmeyen, o yetkilere hep sahip çıkan birisi.
Ama Türkiye bu yönetim reformunu eninde sonunda yapacak; ne kadar erken yaparsa o kadar iyi.
Yerel demokrasimizi var etmeden, onu güçlendirmeden ülke çapında bir demokrasimiz olamaz.
Paylaş