Paylaş
Eleştirilerin sebebi de belli: Yakın bölgemizde Türkiye’nin İran’a karşı geliştirdiği rekabetin sebep olduğu siyasi dalgalanmalar, özellikle Suriye krizinde karanlık günlerden geçiliyor olması ve PKK saldırılarının hem sayıca hem de cüret olarak artmasının faturası Ahmet Davutoğlu’na kesiliyor.
Kesiliyor ama kimse kusura bakmasın, bugüne kadar yazılan hemen hemen tüm eleştiri yazılarını, söylenen demeçleri vs okuduğum halde, bir iki istisnai yazı dışında Ahmet Davutoğlu’na ‘Bizim Suriye’de ne işimiz var, biz İran’la niye kavgaya varan bir rekabete girdik’ dışında temel bir şey söylendiğine rastlamadım.
Davutoğlu’na ve onun şahsında Türk dış politikasına yönelik yegane eleştirinin ‘Biz eskisi gibi pasif kalmaya devam etmeliydik, bizim neyimize bu işlerin içine elimizi sokmak’ cümlesinden ibaret olması, bana defansif bir yaklaşım gibi geliyor.
Bana soracak olursanız, Türkiye’nin kendi yakın çevresine, özellikle de Irak ve Suriye’de olup bitenlere sadece bir seyirci olarak yaklaşması, Türkiye’nin orta dönemli çıkarlarından tamamen vazgeçmesi anlamına geleceği için yanlış bir politika olurdu.
Bence, dış politikayla ilgili yapılan eleştirilerin çoğunun bir temel hatası var: Dış politikayı vakumda yapılan, kendi başına bir etkinlikmiş gibi varsayıyor bu eleştiriler.
Oysa dış politika, bir ülkenin kendi iç politikasının, iç siyasi ve ekonomik çıkarlarının, ülkenin kendi karakterinin dışa yansımalarının bir fonksiyonudur, bir uzantısıdır.
Türkiye, yarı demokrasisiyle, hukuk devletinin yetersizlikleri ve arızalarıyla, dış politikasının kimi eksikleriyle bugün kişi başına gelirini 10 bin dolar seviyesinde bir yere getirmeyi başardı. Son on yılın siyasi iktidarı ve geçmişe kıyasla iyi yönetimi, bizi 3000 dolardan 10 bin dolara getirdi ama burada tıkandık kaldık.
‘Orta gelir tuzağı’ adı verilen bu durumdan çıkışı konuşuyoruz, daha da konuşacağız. Bugün bunun dış politika ayağıyla meşgulüz, diğer yönler (çok gerekmedikçe) bu yazının konusu değil.
Türkiye, cari işlemler dengesinde açık vermeden, yani yurt dışında yapılmış tasarrufları kullanmadan ekonomik büyümesini sürdüremeyen bir ülke. Cari işlemler açığının neredeyse tamamı ülkenin ithalat yapma ihtiyacından kaynaklanıyor ama bu ithalat kalemleri arasında bir tanesi tek başına açığın neredeyse yarısının sebebi: Enerji.
Biz enerjiyi doğal gaz olarak ve petrol (ve petrol ürünleri) olarak ithal ediyoruz. Günlük petrol tüketimimiz yaklaşık 650 bin varil.
Peki biliyor musunuz ki, sadece bizim ‘Kuzey Irak’ onlarınsa ‘Irak Kürdistanı’ dedikleri bölgenin günlük petrol üretimi nedir? Tam 2.5 milyon varil.
Bunu, Türkiye’nin ‘misakı milli’ sınırları içinde gördüğü eski Musul eyaletinin Sünni Arapların yaşadığı geri kalanıyla topladığınızda 4 milyon varil ediyor.
Ya Suriye? Bu ülkenin yoğunlukla Kürtlerin yaşadığı, Irak sınırına komşu bir cep şeklindeki bölgesinde günde 300 bin varil petrol çıkıyor.
Sadece petrol de değil. Yine Kuzey Irak’ta zengin doğal gaz rezervleri bulundu. Türkiye-Suriye sınırında çok daha zengin doğal gaz yatakları olduğu tahmin ediliyor.
Türkiye gidip bu toprakları işgal edecek ve petrole el koyacak değil. Ama oradaki petrolden pay kapma çabasında devletin resmi şirketleri gibi çok sayıda Türkiyeli özel şirket de çalışıyor ve hepsi de Türk dış politikası tarafından destekleniyor.
PKK’nın Türkiye’deki Kürt sorunuyla olan bağını hiç akıldan çıkarmayın ama bu örgütü bu ortam içindeki ‘araçsallığı’ ile de değerlendirin.
Türkiye’nin Güneyindeki bu büyük oyun adil biçimde sonuçlanmadan, Türk dış politikası da burada aktif olmayı durduramaz.
Yurtta sulh cihanda sulh komşularla sıfır sorun
ATATÜRK’ün meşhur dış politika ilkesi, ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ her yerde yazar. Kimse de çok fazla üzerinde düşünmez, bu sözlerin sadece Türkiye’nin artık savaş aramayan bir ülke olduğundan başka bir şey ifade etmediğini anlar.
Ama gerçek şu ki bizim için ne yurtta sulh var ne de cihanda. Son 30 yıldır Genelkurmay’ın adlandırmasıyla ‘düşük yoğunluklu bir savaş’ yaşıyoruz ülkemizde, kendi vatandaşlarımıza karşı.
Ondan önce sıkıyönetimler, takriri sükunlar, darbeler...
‘Cihanda sulh’ dedik ama Hatay’ı ve Kıbrıs’ı ne yapacağız?
Fazla uzatmayayım, yurtta sulh cihanda sulh cümlesi bir temenni cümlesiydi. Gerçekleştirilmek istenen bir ideali söylüyordu.
Aynı şey komşularla sıfır sorun için de geçerli. Komşularımızla ciddi sorunlarımız olduğu için bu politika vazedildi. Bu da bir temenni, bir gerçekleştirilmesi istenen ideali ifade ediyor.
‘Sıfır sorun politikası çöktü’ diyerek sevinmenin bir alemi yok; keşke dün gerçekleşmiş olsaydı sıfır sorun.
Kürt sorununu çözemeyen ülke bölgesinde de etkili olamaz
ASLINDA fotoğraf daha da net ortaya çıkıyor. Özellikle İran, Irak ve Suriye bağlamında Türk dış politikasının etkinliğini azaltan ana faktör, Türkiye’nin Kürt sorunu.
Türkiye bu sorununu çözemediği, kendi Kürtleriyle eşitlik ilişkisi içinde ve barış içinde yaşamayı beceremediği sürece, bu konu Türk dış politikası için de bir ayak bağı olmaya, güç kesici özellik taşımaya devam edecek.
Ahmet Davutoğlu’na ‘Gerçekçi dış politika yürütmüyorsun’ diyenlerin hiç biri Kürt sorununu gündeme getirmiyor. Oysa, son dönemin dış politikalarının gerçekçiliğini en fazla sorgulatan unsur bu.
Paylaş