Paylaş
Çoğu yazılmamak üzere olan bu sohbetin bir yerinde Dışişleri Bakanı, ‘Suriye’de rejim keskin nişancılarla, polisi ve istihbaratı eliyle muhalifleri öldürürken, yani iç savaşın ilk aylarında radikal islamcıların ve dışarıdan gelen savaşçıların sayısı birkaç yüz kişiydi. Savaş uzadı, rejim tanklarını ve ordusunu sokağa çıkardığında radikal islamcıların ve dışarıdan gelen savaşçıların sayısı birkaç bin oldu. Savaş uzadı, rejim uçaklarıyla ve balistik füzeleriyle halkını öldürmeye başladı, şimdi 10 bin kişiden, belki daha fazlasından söz ediliyor, bu iş uzarsa bu sayının daha da arttığını göreceğiz’ dedi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir haftadır Birleşmiş Milletler Genel Kurulu için New York’ta. Çok sayıda teması oldu, arada biz gazetecilerle de iki kez buluştu; The Washington Post’a, The New York Times’a demeçler verdi, düşünce kuruluşlarında konuşmalar yaptı.
Cumhurbaşkanı’na hemen hemen her temasında Suriye’deki El Nusra benzeri El Kaide’ye yakın veya radikal islamcı/cihatçı gruplarla ilgili sorular soruldu. Bu sorular çoğunlukla Türkiye’nin radikal gruplara yardımcı olup olmadığı imasını da içeriyordu. Ve Cumhurbaşkanı da ister istemez bir savunma pozisyonundaydı; her seferinde Ahmet Davudoğlu’nun uçakta bize anlattığı mantığı sıraladı; Suriye konusunda uluslararası toplum gerçek bir siyasi stratejiye sahip olmadığı için bu ülkedeki iç savaş uzuyordu. Uzadıkça da, ‘karıncayı bize ezmez’ insanlar radikalleşiyor, hatta terörist oluyorlardı.
Bir yandan düşünün ki, bir ülkede iç savaş var ve bu savaşta o ülkenin ordusu kendi halkını öldürüyor. Şu ana kadar ölü sayısı 100 bin olarak tahmin ediliyor. Aynı ordu kendi halkının üzerinde kimyasal silah kullanmaktan bile çekinmiyor, bu en feci öldürme aracıyla çoluk çocuk demeden insanları yok ediyor. Ama kimyasal kullanmasa da zaten yapılan yeterince fena: Kendi uçaklarıyla kendi kentlerini, mahallelerini, köylerini bombalıyor, top ateşi açıyor, balistik fzeler fırlatıyor, helikopterlerle kurşuna diziyor.
Ve dünya, bu durumdan çok İngiltere’den, Afganistan’dan, Çeçenistan’dan, Tunus’tan, Irak’tan, Almanya’dan, Türkiye’den kalkıp ‘Cihat’ amacıyla Suriye’ye gidenleri, onların çatı örgütü El Kaide’yi, El Nusra’yı ve başka örgütleri konuşuyor.
Cumhurbaşkanı Gül bir noktada dayanamadı, Suriye’de iç savaşın uzamasının Doğu Akdeniz’de bir Afganistan oluşmasına neden olacağını söyledi.
Peki bu oluşumda Türkiye’nin bir katkısı var mı? Suriye’de işleri hızlandırmak için Türkiye ‘Kim olursan ol geç, yeter ki Esed rejimine muhalif ol’ diyor ve böyle davranıyor olabilir mi?
Batıyla aramızdaki derin anlaşmazlıklardan biri bu. Mesela, önemli bir Batı ülkesi, kendi vatandaşlarının Suriye’ye geçmesine engel olmasını Türkiye’den istiyor. Türkiye, ‘Bize liste gönderin, sınırımızdan sokmayalım veya daha iyisi siz onları göndermeyin’ diyor. ‘Hayır liste veremeyiz, vatandaşımızın seyahat özgürlüğünü de kısıtlayamayız ama siz kısıtlayın’ cevabı geliyor.
Kişilerin geçmesi bir şey... Zaten kişilerin geçmesini yüzde 100 engellemek de mümkün değil, Cumhurbaşkanı ‘Ordumuzla koruduğumuz sınırımızı bile tam kontrol edemiyoruz’ diyerek bunca yıllık PKK meselesine gönderme yapıyor bu noktada.
Peki hafif silah bile olsa silah veriyor muyuz bu Suriye’de savaşan radikal gruplara? Verdiğimiz anlaşılıyor. Bu silahların hangi gruplara gittiğinden ne kadar eminiz? Radikal olan ve Suriyeli olan arasında bir ayrım yapıyor muyuz?
Biz bir ayrım yaptığımızı söylüyoruz ama bizim ayrımımızla Batının ayrımı aynı değil. Bizim, ‘Ilımlı’ dediğimiz bazı grupları Batı ‘Aşırı’ bulabiliyor, hatta buluyor.
Ve bu ‘aşırı’lar, ‘aşırılıklar’ lafları arasında Suriye’de insanlar ölmeye devam ediyor.
Bu olanlar dünyanın öteki ucunda yaşansa belki bir noktadan sonra arkanızı dönebilirsiniz ama burnunuzun dibinde oluyor, hem de bizim ülkemizde artık çok ciddi güvenlik riskleri yaratacak şekilde oluyor.
Paylaş