Paylaş
Dini bütün bir insan olan 1. Ahmet, caminin temel çukurunun kazılmasında kazma kürek salladı, çukurdan çıkan toprakları da kıyafetinin eteğinde taşıdı.
Bundan sadece üç gün sonra, yani 7 Ocak 1610’da, İstanbul’a bir hayli mesafede, İtalya’nın Padua kentindeki ünlü Padua Üniversitesi’nde teleskopundan Jupiter’i gözlemekte olan Galileo Galilei, bu gezegenin uyduları olduğunu keşfetti. Uydular gezegenin etrafında bir yörüngede dolaşıyordu. Demek ki evren dünya merkezli değildi!
Galileo, Venedik hükümdarına teleskopun nasıl kullanılacağını gösteriyor. |
***
‘... 1. Ahmed, bugünden bakınca umut veren bir padişahtı. Osmanlı daha Yavuz Sultan Selim döneminde duraklama devrine girmeye başlamıştı. Ardından uzun süren Celali isyanları ile iç karışıklıklar başlamıştı.
Henüz sünnet olmamışken tahta çıkan 1. Ahmet, 27 yaşında ölmeseydi, belki Osmanlı’yı yeniden eski güçlü günlerine kavuşturacaktı...’
Hep tarih kitaplarında böyle bir ümitten söz edilir.
Oysa, başta da anlattım, Galileo’nun keşfi, daha çok da Galileo gibi birinin varlığı ve onun varlığına zorlanarak da olsa tahammül eden bir sistemin olması, Batıyı zaten tökezlemekte olan Osmanlı karşısında çok ama çok ilerilere taşıdı.
Evet Sultanahmet Camii bugün bile hayran kaldığımız bir yapı ama onu üreten bilgi, bugün anladığımız anlamda disiplinli bir mimarlık ve mühendislik bilgisi değil, daha ziyade ‘ustalık’tı.
Oysa Galileo ile başlatmamız gereken ‘Bilimsel düşünce devrimi’ o ‘ustalık’ların devrini geride bırakıp onun yerine bilimi ve teknolojiyi koydu, bilimsel düşünceyi koydu. Ve bu sayede Batı ön alırken bu düşünceden yoksun olan, hala ümitsizce eski ustaları arayan veya teknoloji transferiyle açığını kapatmaya çalışan Osmanlı ise battı, yok oldu gitti.
Sultan 1. Ahmet, 1603’te henüz sünnet olmamışken tahta çıktı, 1617’de, henüz 27 yaşındayken de öldü. |
***
Galileo’nun çalıştığı Padua Üniversitesi dini bir eğitim kurumuydu. O eğitim kurumu zaman içinde kendini din dışı bilgiye de açtı, o bilgiyi bir kuşaktan diğerine aktardı ve bugünkü anlamıyla ‘üniversite’ye dönüştü.
Batıya ön aldıran şey, bilimi üreten ve bilimsel bilgiyi bir kuşaktan diğerine öğreterek, geliştirerek aktaran üniversitedir.
Bizde de eğitim önemliydi ve aynen batıdaki gibi eğitim kurumları dini kurumlardı, adıyla söyleyelim medreselerdi. Ve bizim medresemiz, bugün anladığımız anlamda ‘üniversite’ye dönüşemedi; olduğu gibi kaldı.
Batıda bir yandan din dışı, daha doğrusu ‘seküler’ üniversiteler de kurulurken bizde din dışı eğitim kurumlarının kurulabilmesi için Tanzimat’ı, hatta Abdülhamid devrini beklememiz gerekti.
Oysa bizim kutsal kitabımız Kuranı Kerim, Hristiyanların kutsal kitabı İncil’e göre bilim açısından çok daha az dogma içerir, ‘dünya falanca tarihte üzerinde insanlar, hayvanlar ve diğer tüm canlılarla birlikte yaratılmıştır’ veya ‘Dünya hareket etmez, her şey onun etrafında döner’ gibi mutlak cümleler bulunmaz Kuran’da.
Ama buna rağmen açık bir dini dogmatizm zulmü/baskısı altında yaşayan Batı, bilimsel düşünce devrimini yapıp bugüne gelirken bizim aynı devrimi dışarıdan ithal etmemiz gerekti; kendimiz üretemedik.
Bizim medresemiz, eskinin o da çok ama çok eskinin üretilmiş bilimini, bilgisini tekrar tekrar yeniden öğreten bir eğitim kurumu olmaktan ileri gidemedi.
Bir tüccarın oğlu olan ve babasının muhasebe defterlerini tutarken matematikte bir devrime yol açan Fibonacci gibi meraklı, yaratıcı ve ileri beyinler mutlaka buralarda da çıkmış olmalı ama ortada yazılı bir kültürün olmaması, yapılan edilen şeylerin kitaba dönüşmemesi maalesef eğer üretildiyse bile bu bilimsel bilginin başkalarına aktarılmasını imkansız kıldı.
Matbaa geldi de ne oldu?
ÇOK bilinen şikayet konusu şudur: Bize matbaa 100 yıl geç geldi.
İbrahim Müteferrika, sonradan Müslümanlığı seçmiş bir protestandı. |
Paylaş