Paylaş
Okuduğum kitabın adı ‘Incognito: The Secret Lives of the Brain.’ Beynimizin bilinmeyen, hatta gizli hayatından söz eden bu müthiş kitabın yazarı David Eagleman. Kendisi beyin üzerine araştırmalar yapan bir tıp profesörü.
Kitaptan o kadar çok yeni şey öğrendim, kitabın o kadar çok yerinin altını çizdim ki, şimdi nereden başlayacağımı bilemiyorum aslında.
O yüzden, gelin kitabın esas anlatmak istediği tezden başlayayım; sonra da bu tezi kanıtlamak için beynin çeşitli alanlarına ilişkin bazı deney sonuçları veya vaka analizlerini aktarayım.
Biz kendimizi, daha doğrusu bilincimizi beynimiz dahil bizim sahibimiz, bizi yöneten temel şey sanıyoruz. Oysa öyle değil. ‘Bilinç’ dediğimiz şey, beynin toplam faaliyetlerinin çok küçük bir bölümü.
Burada bir deney aktaracağım: Hepsi de tecrübeli sürücü olan bir grup insandan hayali bir direksiyonu tutup bomboş bir yolda orta şeritten sol şeride geçmeleri, şerit değiştirmeleri istenmiş. Hiçbiri bunu becerememiş, elleriyle yaptıkları direksiyon hareketi çoğunu yolun dışına çıkartacak sertlikteymiş.
Yani, bilincimiz aslında çoğu şeyi tam bilmiyor; otomobil kullanırken bile aslında bilincimizle değil çoğu zaman beynimizin diğer alt sistemlerinin ezberlediği otomatik hareketlerle bunu yapıyoruz. Bilincimiz işin içine ancak beklenmedik bir durumla karşılaşırsak giriyor. Çoğu zaman ani bir durumda frene basmaya bile bilincimiz karar vermiyor. Çünkü işin içine bilincin girmesi bizi yavaşlatıyor, tepki süremizi uzatıyor.
Bu durum en çok profesyonel sporcular için geçerli. Çok hızlı oynanan oyunlarda, tenis gibi, basketbol gibi, sporcunun bilinciyle bir şey düşünmesi ve uygulaması epey zaman kaybına yol açıyor.
İyi tenisçiler, mesela Roger Federer aslında bir robot. Çocukluğundan beri aynı oyunu milyonlarca kez tekrar ederek ezberlemiş bir robot. Yoksa, rakip servis attığında düşünmeye kalksa, ‘top şimdi şuraya geliyor, ben en iyisi bunu forehand ile karşılayayım ve onun soluna arkasına atayım’ gibi bir cümleyi aklından geçirse servisi karşılayamayacağı kesin.
Yine teniste, çoğu zaman servisten gelen top insan gözünün tümüyle algılayamayacağı kadar hızlı geliyor; o topu ancak bir otomat karşılayabilir ki üst düzey tenis oyuncusu da o işte.
Beynimizin bazı alanları var ki, sadece bilincimizi işe karıştırmamakla kalmıyor, onlara hiçbir biçimde ulaşamıyoruz da. Buna en güzel örnek, ‘Chicken Sexting’ denen mesleğin mensupları. Bu kişiler, daha yeni yumurtadan çıkmış ve her bakımdan birbirinin aynı olan civcivleri erkek ve dişi olarak ayırıyorlar.
Peki bu kişiler bu ayrımı nasıl yapıyor? Bilmiyorlar. Kimse de bilmiyor. Civcivleri yüzde 100’e yakın bir biçimde doğru cinse ayıran bu kişiler, neyi nasıl bildiklerini bilmedikleri için anlatamıyorlar da. Peki nasıl oluyor da bu bilgi kuşaktan kuşağa geçiyor, dünyanın inanılmaz büyüklükteki tavukçuluk endüstrisinde kullanılıyor?
Çok basit: Civcivleri ayırt edebilen ama bunu nasıl yaptığını bilmeyen kişi arkada duruyor, önünde de ‘çırağı.’ Çırak civcivi alıyor erkek veya dişi diye ayırıyor, arkadaki ‘usta’ da ‘Doğru yaptın’ veya ‘Yanlış yaptın’ diyor. Öndeki ‘çırak’ zaman içinde civcivleri doğru ayırmayı ‘öğreniyor.’
Çırak neyi nasıl öğrendiğini bilmiyor ama öğreniyor, ustasının yeteneklerine sahip oluyor.
Peki, madem ki bilincimiz dediğimiz şey çok da fazla işe yaramayan, işe yaramaya kalktığında da işleri karıştıran bir şey, biz neyiz?
Sorunun cevabı çok kolay da, bu cevabı kabul etmesi kolay değil.
Tam sen aklımdan geçiyordun, aradın!
KİTABIN en çarpıcı iddialarından biri, gördüklerimizin ve duyduklarımızın beynimiz tarafından üretilmiş olması ve bu gördüklerimizin dış dünyayı illa ki olduğu gibi yansıtmak zorunda olmaması. Fakat burada bitmiyor. Zaman algısı da aynı şekilde beynimizin ürettiği bir şey.
Bir örnek: Ellerinizi çırptığınızda ses ve görüntüyü senkron olarak hissedersiniz. Oysa ses beynimizde çok daha yavaş işlenir, yavaş ulaşır. Gerçekte biz sesi duyduğumuzda ellerimiz çoktan çırpılmıştır.
Buna karşılık gözlerimiz ve görme merkezimiz daha hızlıdır; çırpma anını sese göre çok daha az gecikmeyle ‘görürüz.’
Ama beynimiz görüntüyü algılamamızı yavaşlatır, onu sesle içerde senkron yapar ve biz elimizi çırpınca çırpma halini ve çıkan sesi birlikte ‘algılarız.’
Bazen telefonu elimize alırız, o anda aklımıza da biri gelir ve bir bakarız o arıyor. Hissi kablel vuku mu oldu? Yoksa görsel merkez görüntüyü yavaşlatırken beynimizin o arkadaşımızı kaydettiğimiz hatıralarla ilgili bölümünü bu yavaşlatmadan haberdar mı etmedi?
‘Ben kör değilim’ diyen hasta...
NÖROLOJİDE ‘Anton Sendromu’ diye bir sendrom var. Bu sendromda hastalar bir çeşit inme sonucu kör oluyorlar. Ama bu hastaların özelliği, kör olduklarını inkar etmeleri, gördüklerini söylemeleri.
Örneğin, böyle bir hastanın başına toplanan doktorlar soruyorlar: ‘Burada kaç doktoruz?’ Hasta müthiş bir kendine güvenle cevap veriyor: ‘Dört.’ Aslında yedi doktor var odada.
Peki hasta yalan mı söylüyor? Hayır. Hastaların tamamı, bir şey gördüklerini düşünüyorlar. Ama gördükleri şey aslında beyinleri tarafından üretiliyor.
O yüzden de Anton sendromlu hastalar uzunca bir süre doktora falan gitmezler; çünkü kendilerinde bir yanlış olduğunu düşünmezler. Neden sonra, yani yeterince kez duvarlara ve evdeki eşyaya çarptıktan sonra doktora giderler ve onlara teşhis konur.
Beynimiz, ‘bizi’ kandırmaya çok meyillidir.
Daha yazacak çok şey var
Sahiden de David Eagleman’ın kitabından yazılacak daha çok şey var. İsterseniz haftaya da devam edelim.
Paylaş