Paylaş
Devamını bilenler biliyor, çeşitli ‘büyük’ ülkeler hakkında bir hayli düşmanca ve aşağılayıcı sözlerle sürüp gidiyordu bu tekerleme.
Bizler okullarda ‘Türk’ün Türkten başka dostu olmadığı’ bilgisiyle eğitildik, 1. Dünya Savaşına bir ‘komplo’ sonucu katılmıştık, savaşta da Almanya yenildi diye yenilmiş sayılmıştık. Sonra yedi düvele karşı savaş verip bağımsızlığımızı kazanmıştık.
Batı bizim dostumuz değil düşmanımız, en iyimser ihtimalle rakibimizdi, eline fırsat geçse Türkiye’ye yeniden Sevr Antlaşmasının koşullarını dayatırdı.
Evet Batıya özenirdik, onlar gibi olmaya, zengin ve özgür yaşamaya özenirdik ama o kadar işte. Geri kalan konularda Batı o kadar da iyi bir yer değildi, bizi de zaten sevmezlerdi.
Kabaca özetlemeye çalıştığım bu (adına artık eğitim denmez) endoktrinasyon sürecinde bize söylenenlerin bazıları belki de doğru kabul edilebilir ama yine de durum değişmez: Bunlar bize nefret aşılıyordu ve biz de bu nefrete dayanarak milliyetçi oluyorduk.
Kendimize çok güvendiğimiz, bu güvenle çok çalıştığımız ve sonra da bununla övündüğümüz için milliyetçi olmak aşılanmıyordu bize. Tam tersi, hasetle karışık bir nefretle, yani olumsuz tarafından milliyetçi olmamız isteniyordu.
Hepimiz bu adına ‘eğitim’ denen ‘endoktrinasyon’dan geçtik. O yüzden, az önce kabaca aktardığım görüşler hepimizde az veya çok mevcut. Hepimiz değilse de çoğumuz, en sıkıştığımız anda bu endoktrinasyonun oluşturmaya çalıştığı türden bir negatif milliyetçiliğin içine de giriveriyoruz.
* * *
Bütün bu genel çerçeveyi çizmenin bir sebebi var:
Türkiye’nin aslında 2006 sonundan itibaren bir kez daha kapılmaya başladığı içe kapanma eğiliminin üzerinde durmak istiyorum bugün.
2006 sonundaki Avrupa Birliği zirvesinde Kıbrıs’a liman ve havaalanlarını açmadığımız için bazı müzakere başlıklarının dondurulması, Türkiye’nin yeniden içe kapanmaya başlamasının başlatıcısı oldu.
O gün hükümet, bize hiçbir zaman açıkça söylemese de, ‘Biz ağzımızla kuş tutsak bu Avrupalılar bizi içlerine almayacaklar’ duygusuna kapılmaya başladı.
İçe kapanma dediğim şey bir anda olmadı, tedirici biçimde gelişti. İlk zamanlarda AB ile ilişkiler bugünkü gibi neredeyse sıfır noktasında değildi, onlar da zamanla eridi. (Haksızlık etmeyeyim, AB ile ilişkilerin seyrelmesinin yegane sebebi Türkiye’nin yılgınlığı değil, AB tarafı da buna ciddi katkı sağladı, sanki iki taraf ilişkinin seyrelmesini zımnen benimsedi.)
Tabii bu durum teorileştirildi ve böylelikle bir çeşit meşruiyete de kavuştu. Zaten ilan edilmiş bir ‘Komşularla sıfır sorun’ politikası vardı, bu biraz daha derinleştirildi, Arap ülkeleriyle onyılların ihmal edilmişliği tamire çalışıldı, Afrika açılımları yapıldı. Amerika ile ilişkiler sık sık tamir edilmek istendi ama hiçbir zaman tam olarak tamir edilemedi.
Belki dış politika eksenimiz kaymadı, yani Türkiye yüzünü Batıdan Doğuya çevirmedi ama Batıya bakıldıkça koca bir boşluk göre göre bir süre sonra o tarafa kafa fazla çevrilmez oldu.
İçe kapanma işte böyle yaşandı. Giderek Batıya ve Batı kurumlarına karşı bir tepkisellik, Batıdan gelen iç politikaya ilişkin eleştirilere karşı bir diklenme, inatlaşma ve son olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Strasbourg’da Avrupa Konseyi Parlamenter Assamblesindeki konuşması.
Batıya karşı içe kapanma bir hayli ileri bir aşamaya erişmişti artık. Hatırlayanlar olacak, ben bu duruma ‘Yeni İzolasyonizm’ diyorum.
Tuhaftır, devlet ve hükümet düzeyindeki bu içe kapanma, Batıyı eskisi kadar ciddiye almama hali, ülke vatandaşlarının, iş insanlarının, özel kurum ve kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin Batı ile daha önce tarihlerinde olmadığı kadar çok fazla yakınlaştığı bir döneme denk geldi.
Ve ufukta içe kapanmanın sona ereceğine dair bir belirti de yok. Çünkü hükümete sorsanız hemen savunmaya geçecek, ‘Biz içe falan kapanmadık’ diyecekler.
Bilmiyorum hatırlatmanın bir faydası olur mu: İçe kapanma hiçbir zaman hayırlı sonuçlar üretmedi bu ülkede.
‘Arap Baharı’ Ankara’yı zorlarken
Tunus’taki gösterilerle ‘Arap Baharı’ başladığında Türk Dışişleri Bakanlığı ve Bakan Ahmet Davutoğlu son derece doğru bir analiz yaptı. Bu analiz Bakanlar Kuruluna da sunuldu.
Tunus’un ardından hangi ülkelerin ne kadar risk içerdiğine, ‘Bahar’ın bir ülkeden diğerine nasıl sirayet ettiğine dair bu analizde Ahmet Davudoğlu ve Dışişleri Bakanlığı tarihin doğru yerinde duruyorlardı.
Onlara göre, Arap coğrafyasında uzun zamandan beri ertelenmiş olan ‘normalleşme’ başlamıştı, tam sonucu kestirilememekle birlikte bu ‘normalleşme’nin ilerlemesi beklenmeliydi.
Normalleşmeden kasıt, yapay krallıkların veya diktatörlüklerin yıkılması, belki ileride sınır değişikliklerine kadar varacak sarsıntıların olması ve sonunda Ortadoğu’da halkların taleplerine göre şekillenen yönetimlerin oluşması, yani kısmi bir demokratikleşmenin yaşanmasıydı.
Dedim ya Türkiye ilk dönemde tarihin doğru tarafında yer aldı, diye. Ama ne zaman bahar Libya’ya ve son olarak da şimdi Suriye’ye sirayet etti, Türkiye bocalamaya başladı. Hatta tarihin yanlış tarafında yer almakta olduğu izlenimi bile verdi.
Batı ile ilgili içe kapanmaya bir de Arap sokağıyla ilgili patinajı veya gerilemeyi ekleyecek olursanız, şu sıralar ümitsizliğe kapılabilirsiniz.
Paylaş