Paylaş
Şöyle düşünün: Bizim güneşimiz ‘Samanyolu’ adını verdiğimiz bir galakside.
Bu galakside, bizim galaksimizde,
200 ila 400 milyar, evet milyar tane yıldız olduğu hesaplanıyor.
Galaksimiz bir boydan bir boya
100-120 milyon ışık yılı uzunlukta.
Ve galaksimiz kendi etrafında saniyede 630 kilometre hızla dönüyor. Bizler için başdöndürücü bir hız bu.
Üstelik evrendeki yegane galaksi Samanyolu da değil. Onun gibi
170 milyar tane daha galaksi olduğu hesaplanıyor.
Biliyorsunuz bize ‘evren’ denince, siz, ben, okuduğunuz bu gazete, oturduğunuz koltuk vs’den başlayarak ‘kütle’yi, ‘madde’yi anlıyoruz. Gezegenler, yıldızlar, galaksiler vs hep kütle.
Peki bilebildiğimiz evrende gözlemleyebildiğimiz madde, evrenin kaçta kaçı?
Şimdi sıkı durun. ‘Normal kütle’ veya ‘madde’ evrenin toplamının sadece yüzde 4’ünü oluşturuyor.
Peki geri kalanı ne? Grafikte de görüyorsunuz; evrenin yüzde 75’inin karanlık enerji, yüzde 21’inin ise karanlık maddeden oluştuğu hesaplanıyor.
‘Karanlık’ kelimesi korkutucu çağrışımlar yapıyor olabilir ama korkacak bir şey yok. Karanlık enerji ve karanlık madde karanlıklar, çünkü onları doğrudan göremiyoruz.
Doğrudan göremediğimiz, gözleyemediğimiz için de varlıklarını dolaylı yollarla kanıtlamaya çalışıyoruz, kanıtlıyoruz da.
Mesela 2011 yılında Nobel fizik ödülü, evrenin genişlemesinin yavaşlamak bir yana hızlanarak arttığını gösteren üç astronoma verildi: Saul Perlmutter, Adam Riess ve Brian P. Schmidt.
Aslında insanlığı bu Nobel ödülüne ve arkasındaki önemli buluşa götüren teorik yol oldukça eğlenceli.
Albert Einstein, görelilik teorisine uzun kararsızlıklardan sonra bir ‘kozmolojik sabit’ ekledi. Böylece ‘durağan’ bir evren elde etmek istiyordu.
Ama onun makalesini yayınlamasından bir süre sonra, bugün adına uzayda bir teleskop dolaşan Amerikalı büyük astronom Edwin Hubble, galaksilerin bizden hızla uzaklaşma olduğunu saptadı. Yani evren genişliyordu.
Einstein hemen teoriden bu kozmolojik sabiti çıkardı, hatta bunun için ‘Hayatımın en büyük hatası’ dedi.
Tabii evren genişliyorduysa evrenin bir başlangıcı da olabilirdi fikri gecikmedi. Esasında bütün bunları görelilik teorisi öngörüyordu. Teorinin denklemleri kullanıldı ve evrenin bir başlangıcı olduğu sonucuna varıldı.
Bu başlangıca ‘Büyük Patlama’ adı verildi. Bir süre sonra ‘Büyük Patlama’ astronomik gözlemlerle kanıtlandı da. Hatta tam olarak ne kadar zaman önce olduğunu bile biliyoruz patlamanın:
13.7 milyar yıl önce.
Patlamayla birlikte genişlemeye başlayan evreni iki olası son bekliyordu:
1. Bir süre sonra galaksiler kütleçekim gücünü yenemeyecekler, önce yavaşlayıp sonra duracaklar, sonra da evren büzülmeye başlayacaktı.
2. Galaksiler birbirlerinden uzaklaştıkça evren soğuyacak, uzaklaşma arttıkça sıcaklık mutlak sıfıra yaklaşavcak, evrenimiz soğuktan donarak sonlanacaktı.
Şimdi 2011 Nobel fizik ödülü bize bütün hesaplarımızı gözden geçirmemiz gerektiğini gösterdi. Çünkü evreni genişletmeye, hatta hızlanarak genişletmeye devam eden ‘şey’ karanlık enerjiden başka bir şey olamazdı.
CERN’de karanlık enerji arama deneyleri...
Peki karanlık enerjiyi anlamaya ne kadar yakınız?
Bir görüş, karanlık enerjinin ‘normal’ enerjiden temelde
farklı olmadığını söylüyor. Sadece radyoaktif ışıma yaymıyor. Tabii aynı durum karanlık madde için de geçerli.
Burada Einstein’ı bir kez daha hatırlayalım: Aslında ‘madde’ dediğimiz şey biçim değiştirmiş enerjiden başka bir şey değil.
Yani nasıl ‘normal’ madde ile enerjiyi birbiri yerine kullanabiliyorsak aynı şeyi karanlık madde ve enerjide de yapabiliriz.
Her ne kadar ‘karanlık madde’ daha spekülatif bir şey olsa da, ‘karanlık madde’yi kanıtlamaya yönelik çok sayıda çalışma var; hatta bunlardan sonuncusu birkaç ay önce yayınlandı.
Öte yandan merkezi İsviçre’nin Cenevre kentinde olan Avrupa Nükleer Araştırma Örgütü CERN’de karanlık enerjiyi anlamaya dönük çok sayıda deney aynı anda yapılıyor.
Yakında bu deneylerin sonuçları da alınacak ve evrenimizin yüzde 96’sını oluşturan ‘şey’le ilgili daha fazla şey biliyor olacağız.
Paylaş