Paylaş
Gerçek sorunlarımızı konuşmadığımız böyle bir seçim dönemi geçirdik maalesef.
Şimdi, seri halindeki seçimlerin üçüncüsüne gidiyoruz ama bu sefer biraz vaktimiz var; on ay kısa bir zaman değil.
İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi, liderini Çankaya Köşkü’ne yolladı, önümüzdeki hafta kendisine yeni bir genel başkan seçecek. Bu yeni genel başkanın (ve dolayısıyla başbakanın) Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olacağı yönünde bir ‘uzlaşma’ var.
Davutoğlu veya bir başkası, kim başbakan olursa olsun, kısa dönemde milletvekili genel seçimini kazanmak, orta ve uzun dönemde ise Türkiye’nin önündeki sorunlar yumağını çözmek zorunda. Aslında, bu sorunları çözmek veya çözüm yoluna sokmakla seçim kazanmak da birbiriyle ilgili şeyler.
Davutoğlu iktidara geldiğinde bir ‘enkaz’ devralmıyor kuşkusuz ama epey bir zamandan beri donuklaşmış önemli meselelerle yüz yüze gelecek ve bunlardan kaçınamayacak.
Ben bu meseleleri üç temel başlık altında topluyorum; dileyen daha fazla başlık da açabilir.
Gelin bugün o başlıkları konuşmaya başlayalım; önümüzdeki günlerde daha detaylandırırız.
1- Demokratikleşme, çözüm süreci, hukuk devleti
Daha önce yazmıştım, ne Avrupa Birliği ne başka bir şey, Türkiye’nin bugün önündeki yegâne demokratikleşme perspektifi, adına ‘çözüm süreci’ dediğimiz süreç.
Başta Kürt sorunu olmak üzere, ucu özgürlüklere ve eşitliğe değen her sorunumuzun çözümünün demokratikleşmeden ve insan haklarının bihakkın uygulanmasından geçtiğini hepimiz görmeliyiz.
Demokratikleşme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yüzde 100 uygulanması dediğimizde de, bütün bunların hukuk devletiyle birlikte yürümesi gerektiğini, ortada bir hukuk devleti yokken veya hukuk devleti derin yaralar almışken bu perspektifin sağlanamayacağını söylemeye bile gerek yok.
Bugün burada çok üstten özet geçiyorum; demokratikleşme, çözüm süreci ve hukuk devleti dediğinizde devasa bir reformlar yumağının içine giriyorsunuz ve bu reformların belli bir seviyede iktidar-muhalefet uzlaşması olmadan yapılması da kolay değil.
Demokratikleşme dediğiniz şey kuvvetler ayrılığı güçlendirilmeden gerçekleşemez; bu da iktidarın kendi iktidar alanının bir bölümünden vazgeçmesi anlamına geleceği için daha da zordur.
2- Ekonomi, daha yüksek katma değer, eğitim
Türkiye’de ekonominin yeterince hızlı ileriye gitmeme, hatta olduğu yerde takılıp kalma gibi bir sorunu zaten var. Şimdi buna, yüksek cari açığa eşlik eden enflasyonu da ekleyeceğiz.
Nobel ödüllü iktisatçı Stiglitz’in ‘ani duruş’ riskinden söz etmesi abartılı bulunabilir ama Türkiye sürekli dış kaynak girişine bu denli mahkûmken bu riski de hep aklımızın bir kenarında tutacağız mecburen.
Kamunun eskisi kadar bütçe açığı vermemesi ve mali disipline riayet etmesi, devlete ait dış borçların sınırlı olması hep övünülen şeyler ama bu övünmelerimiz şirketler kesiminin dış riskinin yüksekliğini perdelememeli.
Hem günbegün çok büyük bir dikkat ve hassasiyetle ekonomimizi yönetmeliyiz hem de orta ve uzun dönemli reform çalışmalarımızı kesintisiz sürdürmeliyiz. Gündelik yönetimde yapılacak küçük hataların bile bedellerinin çok ağır olabileceği bir ortamdayız. Geleceğe yönelik perspektif ise en az gündelik yönetim kadar önemli.
Türkiye’nin cari açık sorununun daha yüksek katma değerli ürünler sayesinde çözülebileceğini sağır sultan bile duydu. Daha yüksek katma değer üretmenin yolu ise eğitimden, insan kaynağımızın değerinin artmasından geçiyor. Ulusal sermaye açığımızı kapatmak için de yabancı sermayeye ihtiyacımız var; bu ihtiyacı gidermek için de hukuk güvenliğine, yani işleyen bir demokrasi ile hukuk devletine ihtiyacımız var.
Görüyorsunuz, sorunlarımız nasıl birbirine zincirleme bağlı.
3- Dış politika ve bölgesel barış ihtiyacı
Dış politikayı ‘ilkeler üzerine bina etmek’ten çok söz edilir ama ülke çıkarı ile ilke arasında bir çelişki yaşandığında hep ülke çıkarı tercih edilir.
Türkiye, elbette dünyanın bütün önemli sorunlarında söz sahibi olmak isteyen bir ülke ama önceliği kendine ‘yaşam alanı’ olarak seçtiği bölgeler. Önce o bölgelerde çıkarlarını korumak zorunda ülkemiz. Ki bu bölgeler eskisi gibi sadece Avrupa ve Batı’dan ibaret değil; Ortadoğu’dan Orta Asya’ya, Afrika’dan Güney Amerika’ya kadar uzanıyor.
Ama tabii bize en yakın ve bizim için kritik önemde olan bölgemizde, adıyla söyleyelim Güney ve Güneydoğu sınırlarımızın ötesinde fırsatlar ile risklerin aynı anda çok arttığı bir dönemden geçiyoruz; bu dönemin ne zaman ne şekilde sona ereceğini de bilmiyoruz.
Bugün bölgesel barışa her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyoruz; çünkü barışın yokluğu Türkiye’nin güvenlik çıkarlarını da, ekonomik çıkarlarını da ciddi tehdit altına almış durumda. Üstelik barışın yokluğundan bir ölçüde ülkemiz de sorumlu tutuluyor artık.
Tam da bu sebeple, bölgesel barışın yeniden kurulmasına Türkiye’nin daha çok ve aktif katkı vermesi, diğer oyuncularla arasına geçmişin gölgesinin girmesine izin vermemesi gerekiyor.
Paylaş