Paylaş
Siirt’te ölen genç kızların öyküsü yürek burkucuydu; aynı şekilde Ankara’da patlayan bombanın aldığı canların ve halen hastanede yaşam savaşı veren yaralıların öyküleri de...
Her gün kan akan, her gün bombalar patlayan bir ortamda barıştan söz etmek, Bizans’ın son günlerinde meleklerin cinsiyetini tartışmaya benziyor maalesef.
* * *
Bazı genel varsayımlar var, terörün sebebi ve nasıl sona ereceği hakkında. Bu varsayımları sadece ben gerçek kabul etmiyorum, ortaya çıkan tutanaklardan anlaşıldığı kadarıyla hükümetimiz ve devletimiz de onları veri kabul ediyor.
Bu gerçeklerin başında, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin kendilerini eşit vatandaşlar olarak hissetmelerinin önündeki engellerin teröre yol açtığı, terörü yaratan bataklığı oluşturduğu fikri var.
Ne demek kendini eşit hissetmemek? Asimilasyona uğramak, etnik kimliğin inkarı, ana dili kullanmanın ve öğrenmenin önündeki engeller, gündelik aşağılamalar, tabi olunan ayrımcılık... Daha da sayabilirim ama bunlar en temel nedenler.
Dikkat ediyorsanız, bu saydıklarımın hepsi aslında aynı zamanda temel insan hakları. Bir lutuf, bir hediye, bir taviz değil. Kendine insanım diyen herkesin doğuştan sahip olduğu ve devletlerin de tanıması, kısıtlamaması gereken haklar bunlar.
Yıllardır yazılıp çiziliyor, bu temel hakların vakit geçirmeksizin ve herhangi bir pazarlığın konusu olmaksızın derhal sağlanması gerekiyor.
Ama Türkiye’yi hepimiz biliyoruz. Terör can almaya başladığında, bu konuların konuşulması bile imkansızlaşıyor. Oysa milyonlarca Kürt yurttaşımızın gündelik hayatının en temel sorunları bunlar.
* * *
Bu temel hakları tanımak, onları gerçekleştirmek, az önce söylediğim gibi bir lutuf veya taviz değil. Ama terör, bunların hak olduğunu söylemeye bile engel neredeyse.
Ortaya çıkan görüşme kaydı ve tutanağından öğrendik ki, aslında hükümetimiz bu temel hakları tanımaya neredeyse hazır. Gerisi ise dağdan inip ovada siyaset yapmaya başlaması gerekenlerin vereceği siyasi mücadeleye bağlı.
Bence son birkaç hafta başka hiçbir şeyi göstermediyse şunu gösterdi: Terörle, silahlı mücadeleyle varılacak bir yer artık yok.
Bunu PKK’nın da anladığı belli oluyor; müzakereler daha çok örgütün ve Abdullah Öcalan’ın siyasi geleceği üzerine kurulu.
O zaman haklı bir soru var: Bu savaş hala niye devam ediyor? Gencecik masum canlar niye ölmeye devam ediyor? Bugün eline o genç kadınların kanı bulaşanlar yarın nasıl siyaset yapacaklar?
Yoksa, PKK’nın aslında böyle bir derdi yok mu?
Laiklik tartışmasının kırılma noktası: Özgürlükleri kısıtlamak...
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın önce Mısır, ardından Tunus’ta bu ülkelere laiklik tavsiye etmesi, aynen körlerin fili tarifi gibi tartışılıyor Türkiye’de.
Kimileri çıktı, ‘Bu Atatürk tipi laikliğin zaferidir’ dedi, başkaları çıktı, ‘Türkiye mucizesi’nden söz etti.
Oysa, biraz Türk muhafazakar sağ siyasi akımlarını merak edip okumuş olanlar, dün Nuray Mert’in de hatırlattığı gibi, ‘Ben laik değilim ama devlet laik olabilir’ söyleminin taa Ali Fuat Başgil’e kadar gittiğini, hiç de yeni bir laf olmadığını biliyorlar.
Sorun şu ki, bu formülasyon her derde deva değil. Çünkü, dünyanın pek çok başka yerinde (gelişmiş Batı demokrasileri dahil) olduğu gibi Türkiye’de de, henüz demokrasiye geçip geçmemeyi konuşan ülkelerde de din-demokrasi ilişkisi sorunlu bir ilişki.
Böyle bir sorun olduğu için Papa her konuşmasında laikliği lanetliyor, Habermas, Rawls gibi büyük düşünürler bu konuda kitaplar yazmaya devam ediyor, bizim başbakanımız da konuyu kendi aklından uzaklaştıramıyor. Gayet normal.
Bu mesele kolay bir mesele değil evet ama bu kolay olmayan meseleyi biz kendi ülkemizde nihayet belli bir sükunet içinde ve hemen arkasından ‘Cumhuriyet elden gidiyor’ panikleri yaşamadan tartışabilir hale geldik.
Başbakanın arayışlarına Türkiye’de düşünürlerin de katkı vermesi gerek. Ve katkı aranırken şuna da bakmak gerek:
Laik düzen ve demokrasinin bir arada yaşaması sadece halkın egemenliğinden ibaret bir şey değil. Laiklik, başka her şeyden önce pozitif hukuk demek; yani hukukun bu dünyada insanlar tarafından yaratılması, değiştirilmesi, dine dayanmaması demek.
Dine dayanmayan bir hukuk içinde dindarlar sorunlar yaşayabilir. Böyle sorunlar yaşandığında mahkemeler, din ile pozitif hukuk arasında kalabilir ve sonuçta karar birinden birinin lehine çıkar.
Karar pozitif hukuk lehine çıktığında bazı dinsel özgürlüklerin kısıtlanması sonucunu doğurabilir; o zaman dindarlar bundan zarar görür. Tersi olduğunda da, laikliği kendi hayat tarzlarının güvencesi olarak görenler özgürlüklerinin kısıtlandığı düşüncesiyle zarara uğrayabilir.
Böyle çelişkiler çıktığında sadece bizim değil, bütün demokrasilerde sorunlar başlıyor.
Önemli olan, bu çeşit sorunlar yaşandığında da siyasetin yollarını açık tutabilmek.
Adalet Bakanlığı nihayet...
BEŞ insanın cayır cayır yanarak ve yardım isteyip can çekişerek ölmesine neden olan cezaevi nakil aracı kazası, tam da bu köşede söylenen mevzuat değişikliğini getirdi.
Adalet Bakanlığı çok ama çok geç kaldı ama sonuç olarak yapılan değişiklik doğru.
Bundan sonra çok uzak mesafelerde tutuklu veya şüpheli nakilleri yapılmayacak, onun yerine video konferans sistemiyle ifade alınacak, yargılama yapılacak.
Böylece başlı başına bir insan hakları ihlali ve işkence olan uzak mesafeli nakiller de sona erecek.
Keşke o beş can ölmeden bu değişiklik yapılabilseydi; çünkü elde gerekli teknoloji de vardı, yasal imkan da...
Paylaş