Paylaş
Son olarak bu tavsiyesine kürtaj ve sezaryenle doğum eleştirilerini de ekledi.
Başbakanın sözleri çok tartışılıyor, çok tepki çekiyor.
Bense bu konulara hiç girmedim; girmenin pek anlamlı olmadığını düşündüm.
Basit bir sebeple: Doğurganlığın azalması, nüfus artış hızının yavaşlaması, hatta durması tek tek bireylerin ve propagandaların etkisiyle olan bir şey değil.
Nüfus dinamikleri çok daha altta bir yerde olan bitenlerle belirleniyor ve bu dinamikler bir kez değişmeye başladı mı onu geri çevirmek de kolay olmuyor.
Üstelik ilginç biçimde, nüfus dinamikleri, çok anormal bir şey olmadıkça doğurganlığın artması şeklinde değil azalması şeklinde gerçekleşiyor. Modern sanayi toplumu olmanın dışa vurumlarından biri bu.
* * *
Daha önce bu köşede kendisini tanıtmıştım, İsveçli bir tıp doktoru var, Hans Rosling. Epeydir doktorluk yapmıyor, onun yerine Türkiye de dahil dünyanın dört bir yanında tamamen istatistiklere dayalı veriler aktararak çok faydalı konuşmalar yapıyor. Eğer vaktiniz varsa Rosling’in yüzlerce konuşmasını YouTube ve TED sitelerinden izleyebilirsiniz.
Hans Rosling’in bir de vakfı var, GapMinder isimli. Bu vakfın web sitesine girerseniz (www.gapminder.org) Rosling ve oğlunun geliştirdiği çok faydalı ve eğlenceli bir istatistik/grafik programını kendi bilgisayarınıza indirebilirsiniz. Canınız sıkıldıkça bu programı çalıştırın, size iyi gelecek.
Rosling’in derlediği istatistiklerden öğrendiğimiz bir şey var: Belli faktörler bir araya geldiğinde nüfus artış hızı yavaşlıyor, hatta durma noktasına geliyor.
* * *
Bizde Başbakan kadınlardan 3 çocuk istiyor; çünkü kadın doğurganlığı 2.1 çocuğa kadar düşmüş durumda. Aslında daha da düşecek ve belki farkında belki değil bu düşüşe Başbakan Erdoğan ve hükümetinin çalışmaları neden oluyor aslında.
Çünkü Hans Rosling’den öğreniyoruz ki, gelir seviyesi arttıkça, sağlık hizmetleri yaygınlaşıp kalite kazandıkça, bebek ölümleri düştükçe, ortalama eğitim süresi uzadıkça ve şehirleşme arttıkça nüfus artış hızı da yavaşlıyor.
Yani, AK Parti hükümetlerinin şu son on yılda en büyük başarısı olarak anılan bütün konular, Başbakan’a aynı zamanda üç çocuk isteten konular.
Ama korkarım bu savaş Başabakan Erdoğan’ın siyasi hayatında girişip de kazanamayacağı az sayıda savaştan biri olacak. Çünkü bu savaşı kazanması için başarısız olması lazım.
‘Çok üzüldük’ duygusunun algılatılması meselesi
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün San Fracisco dönüşü uçakta bizlerle Uludere hakkında konuşurken söyledikleri beni düşündürdü.
Cumhurbaşkanı Gül, Uludere’de Türk savaş uçaklarının bombalarıyla ölen 34 vatandaşa ‘Bütün devlet mekanizmasının samimi olarak ve çok derinden’ üzüldüğünü söyleyip eklemişti: ‘Ama bizim bu üzüntümüzü vatandaşa, özellikle de bölge halkına algılatmamız lazım.’
Ülkenin bir yerinde çok vahim bir olay yaşanıyor. Siz de ülkeyi yönetenler olarak bu vahim olaya üzülüyorsunuz. Zaten üzülmemek, daha doğrusu ‘Ben hiç üzülmedim’ demek elde değil. (Eğer adınız İdris Naim Şahin değilse tabii.)
Ama görüyorsunuz, gerek basına yansıyan kamuoyundaki hava ve gerekse galiba Cumhurbaşkanı Gül’ün gözlemi, devleti yönetenlerdeki bu üzüntünün halk tarafından algılanmadığı yönünde... Özellikle de bölge halkı tarafından.
Eğer Cumhurbaşkanı’nın bu gözlemi doğruysa, ki benim de gözlemim ve sezgim bu yönde, özellikle bölge halkı olan biteni ‘Çocuklarımızın başına bomba yağdı, onlar bu olan biteni laf olsun diye üzüldük açıklamalarıyla geçiştiriyorlar, sorumluluğu üstlerine almıyor veya sorumluları yargılamaktan kaçınıyor, olayı unutturmaya çalışıyorlar’ diye görüyor.
Açıkçası, aradan geçen onca zamanda bu bakışı kıracak ve tersine çevirecek hiçbir şey yapılmadığını görmeliyiz. Bazıları hemen Mavi Marmara benzetmesi yapıyor, İsrail’in göz göre göre katlettiği vatandaşlarımız için Ankara’nın nasıl yeri göğü birbirine kattığını hatırlatıyor.
Böyle konularda kıyaslama yapmaktan hele hele acıları kıyaslamaktan kaçınırım ama Mavi Marmara kıyaslaması da yayılıyor.
Başbakan Erdoğan son olarak partisinin İstanbul il kongresinde bu konuda konuştu, bir yandan üzüntüsünü ifade ederken bir yandan da bu konunun artık kapatılması gerektiğini istemeyi ihmal etmedi, hatta konuyu yazıp çizen gazetecileri de başkalarının emrindeki (bu sefer dış mihraklar) köpeğe benzeterek yaptı bunu.
Bu son açıklamasının Kürt yurttaşlarımıza Uludere’den duyulan üzüntünün samimiyetini algılatmakta ne kadar faydası olduğunu Başbakan Erdoğan düşünmeli bence.
Uludere için boş konuşmalar
ULUDERE konusunda birinci gün akla gelen sorular neydiyse bugün de aynı sorular geçerli aslında. Yani aradan geçen beş ayda bir arpa boyu yol gidilmedi.
Şimdi bir yandan savcılık adli soruşturma yürütüyor bir yandan da Genelkurmay Başkanlığı içinde bir idari soruşturma var.
Her iki soruşturmanın da cevabını bulması gereken ilk soru şu: O gece F-16’lar Diyarbakır’dan havalandığında savaşa mı gittiler bir asayiş olayına mı?
Eğer savaşa gittilerse, ölenler birer savaş zayiatıdır. Belki idari soruşturma bazı sonuçlar doğurabilir ama adli soruşturmadan pek bir şey çıkmaz.
Yok eğer bu bir savaş değil de asayiş olayı ise, o zaman özellikle adli soruşturma olaydaki ‘kasıt’ unsuruna bakacaktır. Orada yaşanan olay, eğer bir asayiş olayından söz ediyorsak, en hafifinden kasıtsız adam öldürme suçudur, çünkü 34 vatandaşımız öldü.
Biz 30 yıldan fazla zamandan beri PKK’ya karşı verilen mücadeleyi ‘asayiş’ olarak tanımladık, savaş olarak değil. Asayiş gerektirdiğinde ‘sıcak takip’ uluslararası hukuktan da doğan bir hak, o bakımdan bazen asayiş için yürütülen operasyonlar sınırın ötesine de taşabilir.
Ama biz bununla da yetinmedik, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden yurt dışına asker gönderme yetkisi de istedik. Nitekim bir süreden beri zaman zaman Hava Kuvvetleri uçaklarınca sınırın ötesine, özellikle Kandil bölgesine yapılan bombardımanlar bu izin çerçevesi içinde meşruiyet kazanıyor.
Uludere’de bombalar sınırın ötesine düştü, insanlar sınırın öteki yanında öldüler.
Bakalım savcı ne karar verecek: Savaş mı, asayiş mi?
Paylaş