Kısa adı PISA olan ‘Uluslararası Öğrenci Ölçme Programı’ isimli ‘test’ ülkelerde 15 yaşındaki öğrencilere uygulanıyor. Elbette bütün öğrencilere de değil ama onları temsil ettiğine inanılan bir örneklem üzerinde üç yılda bir yapılıyor bu ‘test.’ (Dünya çapında 40 bin öğrenciye uygulanıyor, bunlar içinde Türkiye’nin payı yıldan yıla farklılık gösterebiliyor.)
Testin amacı, katılımcı ülkelerdeki öğrencilerin seviyesini kıyaslamak, gelişmişlikle eğitim ve eğitimle gelişme arasındaki ilişkiyi ölçmek. Türkiye de bu teste katılıyor, öğrencilerimiz pek de parlak olmayan sonuçlar elde ediyorlar.
Test başlıca üç alanda yapılıyor: Okuma becerisi, matematik becerisi ve bilim becerisi.
Ülkemizin PISA sonuçlarının kötülüğü öteden beri eleştiri konusu. Eğitimimiz iyi olmadığı için kötü çıkıyor sonuçlarımız, özel bir kasıttan ötürü değil.
Ancak kabul etmek gerek ki PISA aslında çok da iyi bir ölçme aracı değil. Çünkü Türkiye’deki toplam öğrenci sayısı içinde küçük sayılabilecek bir örneklem üzerinden bütün ülke için sağlıklı sonuçlar almak çok mümkün değil.
İşte bu yüzden, daha Ömer Dinçer’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde, adı ‘sınav’ olmayacak bir ölçme yönteminin bütün ülke çapında bütün öğrencilere nasıl uygulanabileceği üzerinde kafa patlatılmaya başlandı.
Aslında SBS gibi sınavlar, bütün öğrencilerin katılımı sağlansa bu işi görmeye yeter ama bizde bir şeyin adına ‘sınav’ denince hemen devreye dersaneler giriyor, koca bir sektör oluşuyor ve dersaneler yüzünden okulların başarısı ölçülemez hale geliyor.
O yüzden Milli Eğitim Bakanlığı,
Ama o kadar değil. Bir de bizimle birlikte yaşayan, bizimle birlikte davranan, bize yaşamamız için gereken şeylerin pek çoğunu sağlayan yaklaşık 100 trilyon bakteri ve mikrop, onlarla birlikte de yaklaşık 3 milyon gen var.
Evet 100 trilyon. Bizim hücrelerimizin 10 katı kadar yani.
Bu 100 trilyon bakteri ve mikrobun bazılarının eksikliği veya yanlış çalışması bizi dertten derde sürüklüyor. Bu dertler arasında obezite de var, kalp damar hastalıkları da, hatta bir bakış açısına göre otizm de var.
Giderek bu bakış yaygınlaşıyor: İnsan dediğimiz şey sadece insan DNA’sından üretilmiş hücreler değil, birlikte yaşadığımız bu mikrop ve bakterilerle birlikte kocaman bir süperorganizma.
Evet süperorganizma, çünkü bu trilyonlarca hücre birlikte davranıyor, sorunları birlikte çözüyor. Yani basitçe bizim üzerimizde yaşayan ve artıklarımızla beslenen parazitler değil o 100 trilyon bakteri.
Örneğin günlük kalori ihtiyacımızın onda birini o bakteriler sayesinde alıyoruz. Bunlar genellikle insan enzimlerinin işleyemediği bitkisel karbonhidratları bizim için kaloriye çevrilebilir hale getiren bakteriler sayesinde oluyor.
B2, B12 ve folik asit gibi vitaminleri sağlayanlar da onlar. Bana en çarpıcı gelen örnek, anne sütüyle ilgili. Anne sütü, ‘glysan’ adı verilen bir çeşit karbonhidrat içeriyor ama bizim 23 bin genimizin ürettiği enzimler bu karbonhidratı işleyemiyor. Onun için vücudumuzda bir bakteri var, o karbonhidratı şekere çeviren.
Bu süre içinde bakanlığın çocuklarımızı ‘eğitmesi’ni bekliyoruz. Ve bu sürenin sonunda çocuklarımız adına ‘üniversite sınavı’ denen bir sınava giriyor.
Eğitim-öğretim hizmetinin sunumu, hakkında en zor performans değerlendirme kriteri çıkarılabilir hizmetlerden biri.
Bizim Milli Eğitim Bakanlığımızın performansının pek de yüksek olmadığını anlamak için büyük veri setlerine vs bakmaya gerek yok; ülkedeki dersane endüstrisinin büyüklüğü ve yaygınlığına bakarak bakanlığın başarısızlığını anlayabiliriz.
Normali, çocuğumuzu mahallemizdeki, eve en yakın olan okula göndermektir. Çocuğun okuluna yürüyerek gidip gelmesidir ideal olan ve o okulun da ona (eğer amaç ve hedef buysa) dersaneye gitmesine gerek olmadan üniversite sınavını başarabilecek eğitimi vermesidir.
Vatandaşlarının eşitliğini gözeten, onlara en azından hayata eşit başlama şansı yaratmak isteyen devletin (ki bizim devletimiz kağıt üzerinde tam da bu amacı güder) ilk yapması gereken şey, eğitimdeki seviye farklarını gidermeye çalışmak olur. Ben, devletimizin böyle bir görevi kendine edindiği varsayımıyla, gelmiş geçmiş ve özellikle de gelecek Milli eğitim Bakanları için bir performans kriterini burada önermek istiyorum.
Benim önereceğim, üniversite sınav sonuçlarına dayalı, bir ölçüde akademik başarıyla ilgili bir kriter olacak. Türkiye’nin eğitimle ilgilenen onlarca sivil toplum örgütü var, umarım onlar da diğer alanlarda başka performans kriterleri belirlerler. Çünkü aslında özellikle Milli Eğitim Bakanları sonuçları ölçülebilir bir iş yapıyorlar. Onları o sonuçlarla değerlendirmek gerek.
***
Üniversite sınavının ilk basamağı olan YGS dört temel konuda 40’ar sorudan oluşan bir test. Bu yıl lise son sınıfta olan toplam 742 bin 699 aday bu sınavı aldı.
Sınavın kendisi, elbette sınava katılan 1 milyon 743 bin 855 bireyin hayatını tek tek ve ayrı ayrı yakından ilgilendiriyor. Bu sınav esasen onların sınavı.
Ama aslında aynı sınava her yıl katılan, başarı veya başarısızlığı hakkında neredeyse hiç kimsenin konuşmadığı bir kişi daha var: Milli Eğitim Bakanı’nın kendisi.
Elbette bakan, kocaman bir eğitim ordusunu temsilen orada bulunuyor. Yani, aslında sınav toplam olarak bizim eğitim sistemimizi ölçüyor.
Öyle ya, çocuklarımızı 12 yıllığına Milli Eğitim Bakanlığı’na teslim ediyoruz, bakanlığın okullarında ve onun belirlediği müfredat, ders anlatma yöntemi vs içinde ‘öğrenim’ görmelerini ve hatta ‘eğitilmelerini’ bekliyoruz.
Irkçı ve küfürbaz olanları, düpedüz beni öldürmekle tehdit edenleri bir kenara bırakıyorum; bazı okuyucular samimi görüşlerini dile getiriyor, bana yanıldığımı anlatmaya çalışıyorlardı.
Bu çeşit mektupların bir ortak özelliği var; hepsi de mektubun bir yerinde ‘Bizim yetiştiğimiz dönemde kim Türk kim Kürt bilmezdik’ diyor. Zaten mesele de tam olarak bu.
O zamanlar neden bilmezdiniz, bugün neden biliyorsunuz?
O zaman bilmezdiniz; çünkü saklardı insanlar etnik kimliklerini. Bunu gönüllü olarak yapanlar da vardı, mecburiyetten yapanlar da.
Neden saklardı insanlar etnik kökenlerini, hiç düşündük mü bunu?
* * *
Tanıdığım bir insanın akrabası. Sıvaslı Kürt. Yıllarca öğretmenlik, okul müdürlüğü, eğitim müfettişliği yapmış, en sonunda da emekli olmuş.
Daha doğrusu, Paul Dirac’ın denklemleri, normalde negatif yüklü olan elektronun pozitif yüklü olması halinde de aynen çalışınca ilgi uyandırmış.
Başlangıçta, kuantum mekaniği ile Einstein’ın genel göreliliğini birleştirme, birbirine uyumlu yapma çalışmaları olan bu matematiksel araştırmalar, sonunda anti-elektronun önce bazı deneylerde gözlenmesi, ardından Carl Anderson’un 1932’de onu keşfetmesiyle yeni bir aşamaya gelmiş.
Bugün, evrenin başlangıç şartlarında elektron ve anti-elektronun, yani pozitronun eşit miktarda olduğuna ama bilmediğimiz bir sebeple bu simetrinin elektrondan yana bozulduğuna inanılıyor.
Elektron ve pozitron birbirleriyle karşılaştığında birbirlerini yok ediyorlar, ortaya başka temel parçacıklar çıkıyor. Eğer simetri sürseydi bugün bildiğimiz haliyle madde olmazdı, biz olmazdık, çünkü madde ve anti-madde birbirini sürekli yok ederdi.
Dediğim gibi başlangıçtaki eşitlik bir sebeple bozuldu ve biz madde evreninde yaşıyoruz, varız. Varız ama anti-madde, pozitron ve diğer anti-parçacıklar da var.
Biz zaman içinde pozitronu kullanmayı da öğrendik. Mesela hastaneye gidip bir PET tarama cihazının içine girerseniz, pozitronla da resmen tanışmış olursunuz! (PET’in açılımı Positron Emitting Tomography.)
Her neyse, evrenimiz ve dünyamız aslında bir nevi pozitron yağmuru altında. Merak edilen konu bu yağmurun kaynağı, yani pozitronun kaynağı.
Haksız değil ama bir baktım ben de aynı şeyi yapıyorum; Türkiye’de ‘Çözüm süreci’ ile ilgili bütün tartışmalara, ‘Bu meselenin kökünde Türk ile Kürt eşit olsun mu, eşit olabilir mi, sorusu var’ diyerek başlıyorum.
Sıkıcı olmak pahasına bunu yapıyorum, çünkü Kürt sorunu bağlamında bu toplumun ezici çoğunluğunun kafasındaki esas bariyerin bu eşitlik duygusunu içe sindirmede olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’nin batısında doğup büyümüş yaşamış olanlar için söylüyorum, hepimiz çocukluğumuzdan itibaren aynı endoktrinasyonun etkisindeyiz: Bu ülkenin esas sahibi bizleriz, onlar bize benzerlerse, ancak bizim gibi olurlarsa bizimle eşit olabilirler.
Aslında bu endoktrinasyon sadece etnik bazda değil; diyelim dindarlar için de aynı şeyler söylendi bize. Sosyal ve kültürel ayrımcılıklarımız, ırkçılıklarımız da eksik değil anlayacağınız.
Bir zamanlar kendilerini, ‘Biz bu toplumun zencileriyiz’ diye tanımlayanlar o mahalleden bu mahalleye biraz da olaylı biçimde ama arkalarında iktidar gücüyle taşındılar, varlıklarını bir biçimde kabul ettirdiler ama aslında hala yadırganıyorlar.
Şimdi sıra Kürtlerde. Arkalarında iktidar gücü de yok; üstelik son 30 yılın şiddet ortamı yüzünden meşruiyetleri yeterince masum da değil ama gelip kapımıza dayandılar, ‘Bizi aşağı görmekten, ötekileştirmekten, asimile etmeye çalışmaktan, kendinize benzetmeye zorlamaktan vazgeçecek, bizim kendimiz gibi olmamız için gerekli ortamı yaratacaksanız silahlarımızı bırakmaya hazırız’ diyorlar.
Hayır mı diyelim? Sizi eze eze kendimize benzeteceğiz, olmadı kökünüzü kurutacağız mı diyelim?
Üstelik bu çözüm, eğer olabilirse, eğer başarılabilirse öyle ekstra ayrıcalıkların bir toplum kesimine verilmesi yoluyla değil, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin öngördüğü bütün hak ve özgürlüklerin bütün vatandaşlara verilmesi yoluyla çözülecek. Bu da az şey değil; eğer başarılabilirse.
Bu çözümün gerçekleşme olasılığı doğal olarak aramızdan bazılarını rahatsız ediyor, endişelendiriyor. Alıştığımız düzenin değişmesi, o düzenden şikayetçi olsak bile bizi rahatsız edebilir; bu insan doğasıyla ilgili bir şey.
Halen yürümekte olan ‘Çözüm süreci’nde de bunlar oldu, daha da olacak.
Ancak, süreçten rahatsız olanların, süreçten endişeli olanların bunları dile getirme biçimiyle ilgili ciddi bir sıkıntı var.
Bu sıkıntı da, adıyla söyleyeyim, belden aşağı vuruşlar. Yani, aslında olmayan şeylerin sanki varmış gibi takdim edilmesi, yalana dayalı yeni korkular üretilmesi.
Gerçek endişelerin söylenmesi ve eğer bu endişeler meşru şeylerse onların giderilmesinin istenmesi başka bir şey; bir şeyi doğrudan söylemek yerine korkuları beslemeye çalışmak, bunu da yalanla, olmayan şeylerle ve abartıyla yapmak başka bir şey.
Tabii bir de ‘sürece zarar veriyor’ baskısı var; endişeleri dile getirirken belden aşağı vuruş yapmanın zıddı da bu. ‘Sürece zarar veriyor’ diye bir şeyleri konuşmayı engellemek de, en az süreç hakkında yalana dayalı anti-propaganda yapmak kadar sakıncalı bir şey. Bütün endişeleri gidermenin de, yalana dayalı propaganda ile belden aşağı vuruş yapan psikolojik savaşçıları açığa düşürmenin de, süreci her türlü zararlı etkiden korumanın da aslında bir tane basit yolu var: Gerçekleri konuşmak, gerçeklere dayalı bilgiyi düzenli olarak kamuoyuyla paylaşmak, duygulardan çok akıllara hitap etmeye çalışmak.
* * *