‘Çözüm süreci’ adı verilen sürecin bir çözümle sonuçlanmaması veya sonuçta ortaya çıkacak çözümün rahatsız edici olması ihtimali her zaman mevcut.
Ama yolda başa kötü şeyler gelme veya bir sonuca ulaşamama ihtimali var diye yola çıkmaktan vazgeçtiğiniz oldu mu hiç?
Şu an ‘çözüm süreci’ne muhalefet eden veya süreçle ilgili durmaksızın şüphe üretenlerin ezici bir çoğunluğunun durumu bu: Yolda trafik kazası olabilir diye yola çıkmaktan vazgeçen veya vazgeçmeyi düşünen insanlara benziyorlar.
Tamam, aramızda bazıları PKK ile karşılıklı görüşülerek elde edilen ‘çözüm’ü istemiyor. Ama onların çıkıp, ‘Hayır kardeşim, bu yolla gelecek barış benim onuruma dokunuyor, biz PKK’yı askeri yöntemlerle ezip yok etmeliyiz’ demesi ve ‘Bu mücadele sırasında şehit verilecekse de verilir, bundan da çekinmemeliyiz’ diye eklemesi gerekir.
Ama yok, ‘Barış olacaksa PKK ile görüşülerek olacak, onları silahı bırakmaya ikna ederek olacak’ diyorsanız, o zaman dün Ahmet Hakan’ın bu gazetede yazdığı gibi ‘Önce bir sevineceğiz’ ancak ondan sonra endişeleneceğiz.
Geçen gün yazdım, tekrar edeceğim:
Türkiye, beğenmesek de demokratik bir ülke, en azından iktidarlar seçimle geliyor seçimle gidiyor. Tam da bu sebeple, herhangi bir iktidarın halka benimsetemeyeceği bir şeyi hayata geçirme ihtimali yok.
Bu uzmanlık alanı (İngilizcesi ‘resuscitation’ anlamı ‘Hayata döndürmek’ ve galiba bizim tıp literatüründe bu dala ‘resüsitasyon’ deniyor ama emin de değilim) görece yeni bir uzmanlık alanı. Bundan 50 yıl kadar önce CPR cihazları icat edilip durmuş kalbe şok vererek çalıştırmak mümkün olduğundan beri var bu uzmanlık ve giderek gelişiyor.
Aslında çoğu zaman kalbin durmasını izleyen ilk birkaç dakika içinde elektro şokun verilip hastanın hayata döndürülmesi mümkün oluyor ama bazı durumlarda, adıyla söyleyelim hastane şartlarında ve hastanın soğutulmasıyla vs., bu süre 40-45 dakikaya kadar uzayabiliyor.
Böylesine ilginç ve sınırda bir konuda uzmanlaşmak Sam Parnia’ya ‘Ölüm nedir’ sorusunu sordurmuş. Kalbin durması mıdır ölüm? Kural olarak kalbin durmasından yaklaşık 10 saniye sonra beyne de kan gitmediği için bütün beyin aktiviteleri de duruyor.
Sam Parnia, vücuttaki farklı hücrelerin farklı sürelerde öldüğünü söylüyor. Ona göre ölüm bir an değil bir süreç. ‘Doktorun ölümü ilan ettiği andan saatler sonra bile vücutta bazı hücreler yaşamaya devam ediyor’ diyor.
Tamam ama yaşamaya devam eden hala ‘ben’ miyim? Sam Parnia, yakınlarda bir kitap yayınladı, adı ‘Erasing Death: The Science That is Rewriting Boundaries Betweet Life and Death.’ Kabaca çevirecek olursak şöyle: ‘Ölümü Silmek: Hayatla Ölüm Arasındaki Sınırları Yeniden Yazan Bilim.’
Parnia, kitabında Joe Tirolosi isimli bir hastayı anlatıyor. Tirolosi, hastanenin acil servisine girdiğinde kalp krizi geçirmekteydi. Bir pıhtı kalbini besleyen damarlardan birini tıkamıştı.
Doktorlar onu hemen soğuttular. Ve bu arada damardaki pıhtıyı temizlemek için de çalışmaya başladılar. Tirolosi’nin kalbi, durduktan 45 dakika sonra yeniden çalıştırıldı, bu arada pıhtı temizlenmişti. Hasta uyanır uyanmaz hemşirelere ölü kaldığı sürede çok ilginç bir tecrübe yaşadığını ve anlatmak istediğini söyledi. Dr. Parnia, Tirolosi ile böyle tanışmış.
Oğlu askerde olan anneler her gece huzur içinde uyuyor, oğlu dağda olan hiç anne yok.
Alışveriş merkezlerine bile üstümüz başımız aranmadan giremeyenler biz değiliz, terör ve şiddet tehdidi altında yaşayan başkaları.
Okul servisleri bombalı saldırılara uğramıyor, belediye otobüsleri yakılmıyor, ülkenin birliği bütünlüğü tehlikede değil, bir bölgesinde askerlerin bile geceleri konvoylar halinde olmadan yolculuk yapamadığı ülke burası değil.
Jandarma karakolları birer kale değil, aksine halkın asayiş aramak için her an kapısını çaldığı huzur dolu yerler.
Köyleri boşaltılan, vatandaşına kendi pisliği yedirilen, insanların gece evlerinden alınıp bir daha geri dönmedikleri, bir dilin yasalarla yasaklandığı, ‘Öyle birileri yok, onlar dağda yürürken kart kurt sesi çıkaran adamlar’ denen geniş bir etnik grubun yaşadığı ülke başka bir yer.
Biz cennette yaşıyoruz. Ama bu işgüzar politikacılar, sanki halktan oy almak zorunda değillermiş gibi davranıyor, durduk yerde icat çıkarıyor işte.
* * *
Şaka değil. PKK kalkıp
Önemli olan şu: Hükümet de, Abdullah Öcalan da, başlattıkları şeyin sonuçlarını kestirebilecek kadar tecrübeli ve bilgili.
Hükümet bütün süreci 3 aşamaya ayırıyordu. Birinci aşamada silahlar susacak ve PKK’nın silahlı unsurları Türkiye dışına çıkacaktı. Çok zorlu günlerden geçildi, doğrudan ve dolaylı çetin pazarlıklar yapıldı ve sonunda dün Murat Karayılan’ın ağzından PKK çekilme takvimini açıkladı.
Haftalarca konuşulan şeyler de boş çıktı; PKK’lılar geldikleri gibi, yani gizlice gidecekler. 5 Mayısta başlayacak olan çekilmenin en zor aşaması çekilme kararının açıklanmasıydı.
Şimdi hükümetin ‘ikinci aşama’ dediği döneme girdik. Bu dönemin adı, ‘Sürecin yönetilmesi.’İç siyaset bu süreç bağlamında zaten çok hareketli, ikinci aşama iç siyasetin iyice hareketleneceği, hatta sertleşeceği dönem olacak.
Kabaca önümüzde yedi ayımız var. Kasım ayından sonra parlamento büyük ölçüde pasifleşecek, Mart 2014’teki yerel seçim ve Temmuz 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanılacaktır. Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adayı olması ve seçilmesi halinde 2014 bitmeden bir de genel seçim yaşayabilir Türkiye.
Yani, 2014’teki ikili (muhtemelen üçlü) seçim sürecine girmezden önceki yedi ay, ‘Sürecin yönetilmesi’ aşaması için kritik önemde olacak.
‘Sürecin yönetilmesi’nden kasıt birden fazla. Akil insanlar grubu da bu aşamaya dahil, Meclis’te kurulan araştırma komisyonu da. Ama bunlardan daha önemlisi, bu dönemde Türkiye’nin önüne Kürt sorununu da bitirecek bir demokratikleşme perspektifinin konması, bu perspektif uyarınca da yasal düzenlemelerin paketler halinde Meclis’e inmesi.
Anlayan anladı ama bir kez de açıkça yazayım: Eğitim, adı üstünde bilime değmek, bilimsel olmak zorunda. O zaman, eğitimin başarısını veya başarısızlığını da bilimsel yöntemlerle ölçebilmeli, yaptığımız ölçümlerden sonuçlar çıkarıp politikalarımızı veya önceliklerimizi buna göre belirlemeliyiz.Türkiye’de eğitimle ilgili ilk büyük gerçek, 12 yıllık eğitimden geçip üniversite kapısına dayanan gençliğin seviyesinin son derece düşük olduğu. Bu kadar düşük seviyeli bir eğitimden geçmiş bir gençlikle dünyayla rekabet etmek hiç kolay değil.
Bir başka büyük gerçek; tam da bu seviye düşüklüğü sebebiyle, eğitimin insanları eşitleştirici, toplumda var olan fırsat eşitsizliklerini giderici değil tam tersine eşitsizlikleri derinleştirici bir hale geldiği. Çok düşük seviyeli eğitimden geçen ezici çoğunluğa karşılık bazı özel okullara gidebilen minicik bir azınlık neredeyse dünya seviyesinde eğitim alıyor. Toplumsal eşitsizliklerin devlet eliyle derinleştirilmesi, hiç umulmadık, hiç beklenmedik ve son derece tatsız sonuçlara yol açabilir. Aslında açıyor da.
Üçüncü büyük gerçek, eğitimin içeriğine odaklanmanın vaktinin çoktan gelmiş olduğu. Bugüne kadar özellikle Milli Eğitim Bakanları, hep fiziki koşullara ağırlık verdiler, eğitimin fiziki şartlarını iyileştirmeye çalıştılar. Bunu da yapmak gerekiyordu; çocuklarımızı kalabalık sınıflardan kurtarmak, okulları çocuklarımızın mümkün olduğu kadar yakınına getirmek... Ama bu niceliksel sorunlar, eğitimin niteliğiyle ilgili sorunları maalesef geri plana itti. Bugün, artık kaçamayacağımız bir noktadayız; çünkü çocuklarımızın 12 yıllık eğitim sonrası gerçekte çok az şey öğrendikleri acı bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
Tabii bir de üniversite eğitimi var. Eğitimin yanında üniversitenin esas fonksiyonu olan bilim üretilmesi var. Bu üretilen bilimin ürüne dönüşmesi, hepimizin hayatına olumlu anlamda katkı yapması meselesi var.
Hiçbir Milli Eğitim Bakanı, ‘Ben işin ilk 12 yılıyla ilgiliyim, sonrasına karışmam’ demez, diyemez. Ama öte yandan esasen Milli Eğitim Bakanı sonrasına da karışamaz; çünkü bizim siyasi sorumluluk taşımayan, kimseye hesap verme durumunda olmayan bir paralel ‘eğitim bakanlığı’mız daha var, adı YÖK olan.
Hükümetler o yüzden işin en sevdikleri kısmıyla ilgililer: Üniversitenin fiziki şartları, binaları, ödenekleri vs. Kimse üniversitenin içinde ne olup bitiyor, bilim üretiliyor mu, öğrenci dünyayla rekabet edecek seviyede bilim öğreniyor mu, merak etmiyor bile.
Türkiye’de ana okulundan üniversiteye kadar eğitimin özellikle üst yapısının baştan sona gözden geçirilmeye ihtiyacı var. Açık açık yazayım: Milli Eğitim Bakanlığı’nın fonksiyonunun yeni başta tanımlanması gerek.
Bu bakanlık o kadar devasa ve dolayısıyla o kadar hantal bir yapı ki, kelimelerle anlatmak imkansız. Ama şu örneği vermeden geçemeyeceğim: Bakanlık,
Önce kendi biliminiz olacak, sonra o bilime dayalı teknolojileriniz, sonra da o teknolojiyle üretilmiş kendi tasarımınız ürünleriniz.Kendi biliminiz olmazsa, bilim yapma işini başka ülkelere, milletlere bırakırsanız, doğal olarak o bilimle üretilmiş teknolojileriniz de olmaz; en fazla o teknolojilerin kullanıcısı veya taşeron üreticisi olursunuz.
Bizim sorunumuz, bu basit ama aslında çok derin ilişkiyi tam olarak kavrayamamak, dünyanın ileri ülkeleriyle aramızdaki farkı onlardan teknoloji transfer ederek veya o teknolojiyi uygulayan mühendisleri buraya getirerek çözeceğimizi sanmak.Yıl 2013. Umarım bu işin böyle olmadığını, daha yüksek katma değer üretmek, vatandaşlarımıza daha iyi bir hayat sağlamak için bilim üretmemiz gerektiğini öğrenmişizdir.
Çünkü bunu öğrenmediysek, ülkemiz için Cumhuriyet’in 100. kuruluş yıldönümü olan 2023 yılı için koyduğumuz iddialı hedeflere ulaşmamış da imkansız değilse de çok zor olur.
Türkiye, petrol, doğal gaz veya altın gibi yeraltı kaynaklarıyla zengin olamayacağına göre, bu işi bilim yoluyla yapacağız.
Zaten şu örneği vermem lazım: Pirincin 1 kilogramı 2, etin bir kilogramı 15, bugün yerlisini ürettirmek için hükümetin iş dünyasıyla kavga ettiği otomobilin kilogramı 50, uçağın kilogramı 250, dizüstü bilgisayarın kilogramı 1000, cep telefonunun kilogramı 5000, uydunun kilogramı 100 bin dolar.Yani, bilgiye, bilime ve o bilimden kaynaklanan yüksek teknolojiyle yaptığınız ürünler, her durumda petrolden daha verimli ve daha yüksek katma değer üreten ürünler.
Ama bizim, eğer varsa, bilime dayalı teknoloji ürünleri üretme hedefimize ulaşmamızın önünde çok önemli bir engel var: Ülkemizde temel bilimler eğitimine zaten az olan ilginin giderek daha da düşmesi.
Şu tablo önemli:Yıllar Kontenjan Boşluk oranı
Birkaç gün önce elektronik posta kutuma düşen bir haber, Ankara’daki merkezin yavaş yavaş çalışmaya başladığını ve ilk elektron demetinin de merkezde görüntülendiğini müjdeliyordu.
Bu, evet sadece bir başlangıç. Henüz tesis tamamen işler hale gelmiş değil. Bu elektron demetinin elde edildiği bölüm, bütün merkezin ilk bölümü zaten. Daha arkadan diğer bölümler ve hızlandırıcı gelecek.
Ama bu başlangıç çok önemli. Türkiye, yüksek enerji fiziğinde uzun yılların ihmalini nihayet sona erdiriyor, gelişmiş ülkelerle aramızdaki farkı kapatabilmek amacıyla ilk adımlarını atıyor. İşte o ilk adımların somutlaşmış haliydi, 11 Nisan günü kısa adı ‘TARLA’ (Turkish Accelarator and Radiation Laboratory Ankara) olan projede elde edilen ilk elektron demeti.
İsterseniz tam ne yapılmakta olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım:
Bu merkezde, kızıl ötesi bölgelerde çalışacak bir serbest elektron lazeri elde edilecek. İşte 11 Nisan günü ilk kez elde edilen elektron demeti bu lazerin elektronları olacak.
Bu lazer tamamen işler hale geldiğinde tıptan malzeme bilimine, moleküler biyolojiden yüksek enerji fiziğine kadar pek çok alanda araştırmacılara hizmet verecek. Bu çeşit bilim ilk kez Türkiye’de, kendi üniversitelerimizin bünyesinde yapılmaya başlanacak.
Bir başka bilgiyi daha vermeliyim:
Son olarak Fazıl Say’ın 10 ay hapse mahkum olmasıyla ifade özgürlüğü tartışması bir kez daha başladı. Başladı ama maalesef verimsiz bir noktadan başladı.
Aslında işin özü, bizim hukukumuza Avrupa Birliği uyum süresi sırasında giren ‘yakın-açık tehlike’ ölçütü.
Fazıl Say’ın mahkum edildiği ceza yasası maddesi de bu ölçütü içeriyor. Ama maalesef Say’ı mahkum eden mahkeme sanki önünde yazan yasa maddesinde böyle bir ölçüt yokmuş gibi davranabildi.
Mesele biraz da şu: Dine, kutsal duygulara hakaret, bir çeşit ‘nefret suçu.’ Öyle olduğu için ceza kanunu tarafından tanımlanıyor.
Burada, söylenen sözün veya yazılan yazının (bizim vakamızda atulan tweetin) ‘nefret suçu’ olup olmadığını tanımlamak önemli.
Bunun için de, yani söylenen bir sözün ‘nefret suçu’ oluşturup oluşturmadığını belirlemek için de yasa bir ölçüt getirmiş: Bu sözlerin söylenmesi toplumda şiddete yol açacak bir ‘yakın ve açık tehlike’ içeriyor mu, içertmiyor mu?
Yasa maddesini, yani TCK’nın 216. maddesinin 3. fıkrasını aynen yazayım: “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”