İsmet Berkan

Karşıda duran herkesi düşman görmek...

11 Haziran 2013
İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yüksek bir beka endişesi olduğunu hep biliyoruz.

Esasen çok haksız da değiller. Basbayağı askeri darbe girişimleri, kapatma davası, muhtıralar... Geride kalan 11 yıl hiç de rahat geçmedi.
Ama öte yandan bu dönemde AK Parti gücünü de konsolide etti, özellikle 2009’dan ama en çok da 2010’daki 12 Eylül referandumundan sonra, hukuk dışı ya da demokrasi dışı bir yolla AK Parti iktidarının sona erdirilmesi ihtimali de hemen hemen sıfıra indi.
Biz dışarıdan bakanlar bunu böyle görüyoruz ama anlaşılan içeriden, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yakınından bakınca manzara böyle değil. Erdoğan ve yakın çevresi, neredeyse ilk günden itibaren Gezi Parkı nedeniyle yapılan gösterileri, ‘Erdoğan’a karşı’ olarak yorumladı.
Elbette göstericilerin ‘Erdoğan iyi birisi ama çevresi ona bizi yanlış tanıtıyor’ gibi bir bakışları yok. Onlar da kalabalıklar halinde ‘Erdoğan istifa’ diye bağırıyorlar. Hatta eylemlerdeki ana ‘nefret kişisi’nin Başbakan Erdoğan olduğunu söylemek hiç de abartı olmaz.
Elbette siyasetçilerin, hele hele ülkeyi on yıldan uzun süre yöneten siyasetçilerin seveni kadar sevmeyeni de olması çok doğal. Erdoğan da bunu bilmeyecek bir siyasetçi değil. Ama anlaşılıyor ki, meydandan yükselen sesi, ‘Bunlar sadece benim üslubuma değil bu dünyadaki varlığıma da karşılar’ diye yorumluyor.
Zaten bu yorumun böyle olduğu daha ilk günlerde Başbakan’ın yakın siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan’ın ‘Erdoğan’ı yedirmeyiz’ demesinden anlaşılıyordu.
Erdoğan’ı ‘yemek’ isteyenler yok değil; elbette var. Var ama onların Erdoğan’ı yiyebilecek kadar büyük olup olmadıkları tartışmalı. Açıkçası, ülkenin anamuhalefet partisi CHP’nin Gezi eylemcilerinden hiçbir biçimde güç alamıyor, hatta dışlanıyor olması, Erdoğan’ı ‘yemek’ isteyenleri de iyice güçsüzleştiriyor.

Yazının Devamını Oku

1. İnkâr; 2. Öfke; 3. Pazarlık; 4. Depresyon; 5. Kabullenme

9 Haziran 2013
Başlıktaki beş adım, hepimiz için geçerli bir sıralama. Kötü bir haber aldığımızda bu aşamalardan geçiyoruz ve sonunda aldığımız haberi kabulleniyoruz.

Gazete yazılarımda birkaç kez bu beş adımı siyasal/toplumsal olaylara da uyarladım. Mesela, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 14 Mayıs 1950’de seçimi ve iktidarı kaybettiğini hala daha kabullenmediğini düşünüyorum.
O gün bir kara haber aldı CHP ve aradan onca zaman geçmesine rağmen hala durumu içine sindirip kabullenmedi. E, gerçeği kabullenmeyince de, az sonra anlatacağım ‘Travma Sonrası Büyüme’ye de geçemiyor insan da, kurumlar da.
Evet, bunlar psikolojinin terimleri. Pazar günleri bilim yazıyorum diye geçen hafta içinde bana, İstanbul Gezi Parkı olaylarını, iktidarın olaylara tepkisini ‘bilim’ içinde yorumlamamı isteyen, ardındaki psikolojiyi deşmemi isteyen çok sayıda okur oldu.
Ama şunu söyleyeyim: Ben psikolog değilim. Ayrıca psikolojinin bir pozitif bilim değil ‘sosyal bilim dalı’ olduğunu düşünenlerdenim. Ama yine de kendimi psikolojinin bir kavramı üzerinden benzetmeler ve eğretilemelerle yazı yazmaktan da alıkoyamadım. Hata ediyorsam, affola.
Fazla lafı uzatmadan konuya gireyim: İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi, belki de kurulduğu günden beri ilk kez Gezi Parkı olayları nedeniyle ‘savunma’ pozisyonuna geçti.

Bu pozisyona geçilmesinin en büyük sebebi, Gezi Parkı olaylarının ve buradan yükselen tepkinin samimi boyutunun yüksek olması. (İdeolojik tepki de var elbette ama esas kalabalık organik biçimde bir araya gelip samimi tepki koyanlardan oluşuyor.)

Yazının Devamını Oku

Kritik kavşaktaki Türkiye ve Başbakan’ın seçimi

8 Haziran 2013
Salı günü bu köşede çıkan yazıda, ‘Başbakan sokakta olanları anladı; yaptıkları bilinçli bir seçim’ dedim. Çok sayıda insan bana kızdı.

Pek çok kişi, naif diyebileceğim bir biçimde, eğer sokaktaki insanların samimiyeti ve talepleri Başbakan’a anlatılabilirse, onun duruma müdahale edip gerginliği gidereceğini, hatta demokratik talepleri kabul ederek Türkiye’yi cennete çevireceğini düşünüyordu.
Başbakan birkaç gün ülkeden uzak kaldı, yanında gazeteciler olmasına rağmen seyahatinin son gününe kadar susmayı tercih etti ama sonra perşembe günü açtı ağzını yumdu gözünü.
Başbakan durduğu yerde duruyordu; Taksim’e eski Topçu Kışlası’nın taklidi yapılacaktı, eylemleri yapanlar ‘dış güçler’den DHKP-C’ye, ‘faiz lobisi’nden vandallara kadar değişik sıfatlarla adlandırdığı kesimlerdi.
Başbakan seçimini yapmış gibi gözüküyor. Hele hele sabahın dördünde partinin ‘Gelmeyin, karşılamayın’ çağrılarına rağmen üstünde konuşma yapılabilir seçim otobüsünü gönderdiği havaalanı meydan okumasında ‘Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim’ sloganını susturmaması, bir bankanın genel müdürüne kadar pek çok kişiyi hedef tahtasına koyması bu seçimi iyice belirginleştiriyor.
Nedir Başbakan’ın yaptığı seçim?
Zaman gazetesi yazarı İhsan Dağı benden önce davrandı yazdı: ‘Başbakan Erdoğan’ın önünde iki yol var; ya iktidarının mutlak değil sınırlı olduğunu kabul edecek ya da çoğunluğuna güvenerek azınlığı sindirecek.’
Başbakan açık biçimde İhsan Dağı’nın söylediği ikinci yolu seçti. Yani, ‘Yüzde 50 oy, diğerlerinin toplamından büyüktür’ dedi, yeniden aynı oyu almak için AK Parti makinesini harekete geçirdi.

Yazının Devamını Oku

Başbakan bizim babamız mı ki?

7 Haziran 2013
Şu veya bu biçimde aynı cümleyi söyleyen onlarca, belki yüzlerce yazı çıktı Türk basınında ve internet medyasında: ‘Başbakan sokağı doğru anlamadı.’

Bu cümlenin devamı da var: Bir doğru anlasa, belki kendi yaptığının yanlış olduğunu da anlayacak ve öyle davranmaktan vaz geçecek!
Bir yakınım, bu durumu ‘Kendisini babasına beğendirmeye çalışan delikanlı sendromu’ olarak adlandırdı. Peki ya babanız sizi sizin anlatmak istediğiniz gibi değil de kendi görmek istediği/gördüğü gibi anlıyorsa? Ne yapacaksınız babanıza?
Elbette demokrasilerde politikacıların davranışları önemlidir; o davranışlar idarenin davranış biçimini de belirler. Ama bizde durum sanki farklı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bir dediğinin iki olmayacağına ilişkin inancımız o kadar içselleşmiş durumda ki, memleketteki her şeyi ondan bekliyoruz.
Hoş ondan beklememizi haklı kılan bir sürü şey de var. Yoldan geçerken gördüğü henüz tamamlanmamış bir dev heykele ‘Ucube’ diyen ve sonra onu yıktıran Başbakan o. Piyalepaşa Camiinin arkasındaki bir minik Kuran kursunun kaderini belirleyen de o. Daha kocaman şeyler de var: İhaleden çıkan fiyatı beğenmeyip onu iptal eden de o; ‘Siz ne derseniz deyin oraya şunu yapacağız’ diyen de.
Kendisine ‘hukuk devleti’ diyen ülkelerde böyle bir şey olmaz, olamaz. Başbakanın tutumu, tercihleri olayların gidişini bir ölçüde etkiler, tek başına belirleyici olmaz, olamaz.

Yazının Devamını Oku

Başbakan sokağı anladı; yaptığı da bilinçli

4 Haziran 2013
İSTANBUL’da Gezi Parkı’ndaki protestoculara polisin durduk yerde saldırmasıyla başlayıp büyüyen ve Ankara ile İzmir başta olmak üzere pek çok şehre yayılan gösteriler, bitmek bilmiyor.

Böylesine geniş ve yaygın protesto gösterileri olur, polisin tahrikiyle ve kullandığı tonlarca gaz bombasıyla protestoya katılanlar her geçen gün daha da artarken başlangıçta herkes Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ne diyeceğini merak ediyordu.
Başbakan Erdoğan bu merakı giderdi. Hem de ne gidermek. Cumartesi ve pazar günü boyunca defalarca TV’lerden canlı yayınlanan konuşmalar yaptı, bir TV mülakatına katıldı, son olarak da dün sabah yurt dışı gezisine gitmezden önce basın toplantısında konuştu.
Başbakanın sözleri içinde öyle şeyler var ki, üzerinde uzun uzun durulmayı, uzun uzun eleştirilmeyi hak ediyor. Ama şimdilik, gösteriler ve göstericilerle ilgili bölümüne bakacağım.
Açıkçası, pek çok kişinin (buna bence AK Parti tabanı ve tavanı da dahil) beklentisi Başbakan’ın tansiyonu düşürmesiydi. Ama Başbakan bunu ilk günden beri yapmıyor. Hatta meydan okuyor.
Parktaki ağaçlar için başlayıp hükümete yönelik büyük bir öfkeye dönüşen gösterilere katılanları ‘Çapulcu’ ve ‘Marjinal’ ilan ediyor başbakan. Bu kitlenin CHP tarafından bir sonraki yerel seçimde İstanbul’u kazanmak için sokağa çıkarıldığını söylüyor.
Başbakanın bu konuşmalarını pek çok kişi, ‘Erdoğan sokağın verdiği mesajı anlamadı’ cümlesiyle yorumladı. Ben o kanıda değilim.
Bir kere ‘Anlamadı’ demek, tepeden bir bakış. Türkiye’nin Başbakanı’ndan söz ediyoruz; sevmeyenlerin bile hiç küçümsememesi gereken bir kişiden yani.

Yazının Devamını Oku

Biber gazından korunmanın bilimi

2 Haziran 2013
İstanbul’daki gösterilere polisin cevabı her zamanki gibi tonlarca biber gazı ve gözyaşartıcı gaz kullanmak oldu.

O kadar ki, bu gazlar (ama en çok da gözyaşartıcı gaz) eylemle ilgisi olmayan insanları bile etkiledi. İstanbul’un Taksim, Gümüşsuyu, Cihangir, Harbiye, Kurtuluş, Tarlabaşı, Maçka, Nişantaşı, Osmanbey, Elmadağ gibi mahallerinde oturup veya çalışıp da artık gazın kokusunu kilometrelerce öteden tanımayan tek bir vatandaş bile kaldığını sanmıyorum.
Tabii, polis bu denli yoğun biçimde gaz kullanınca, gerek vatandaşlar ve gerekse polisle karşı karşıya gelmekten çekinmeyen protestocular, kendilerini gazdan korumak için çareler arıyorlar.
Bir sürü kocakarı reçetesi var. Yok limon sıkmak, yok sirke kullanmak. Son olarak bir de, mide hastalıkları için kullanılan antiasit ilaçlarla suyu karıştırıp sprey şeklinde ağza sıkmak gibi çareler...
Pek çok insan bunları kullanıyor; bazıları ‘iyi geldiğini’ de düşünüyor. Ama aslında yanılıyorlar.
Önce biber gazı ile başlayayım.
Zamanında İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin ile dalga geçildi ama bakan bir yerde haklıydı; polisin kullandığı biber gazı ‘doğal.’ Bunu söylüyorum; çünkü bu gazın bir de kimyasal yolla yapılanı da var.
İçinde de temelde biber var. Ama çok acı. Daha doğrusu acılığı konsantre edilerek arttırılmış biber. Şöyle söyleyeyim: Yiyebileceğiniz en acı biberin yaklaşık 100 bin katı kadar daha acı bu gazın özü.

Yazının Devamını Oku

Böcek değil vatandaş... Düşman değil vatandaş...

1 Haziran 2013
BU satırlar yazılırken İstanbul’da Taksim ve Taksim’e açılan geniş bölgede polis slogan atmaktan veya oturmaktan başka hiçbir şey yapmayan, şiddete hiçbir biçimde başvurmamış olan binlerce insanı ve onlarla birlikte eylemle de hiç ilgisi olmayan yüzbinden fazla insanı gaza boğmaktaydı.

Özellikle ‘bu satırlar yazılırken’ diyorum, çünkü olaylar gelişmekte ve düne kadar birkaç bin kişi olan Gezi Parkı eylemcilerine şehrin dört bir yanından katılım artmaktaydı. Polisin dün sabahtan beri sürdürdüğü anlamsız şiddetin devam etmesi ve karşıdaki kitlenin de iyice kalabalıklaşması durumunda kimsenin arzu etmeyeceği şeylerin olma ihtimali yüksek.
Tabii, ‘kimsenin arzu etmeyeceği’ sözünü bir nevi klişe gibi kullanıyorum; çünkü polisin son birkaç günden beri davranışına baktığımızda, çok ciddi sorunlar görmemek elde değil, onlara bakarak da polisin olası ‘feci sonuçlar’ı arzu etmediğini söylemek de kolay değil.
Birincisi, kendi açık talimatında havaya doğru ve en az 45 derecelik açıyla ateşlenmesi gereken gaz bombalarının hedef gözetilerek, insan vurmaya çalışılarak ateşlenmesi.
Bu sebeple 8 kişi ağır kava travması sebebiyle hastanelere kaldırıldı. Bunlar arasında gazeteci arkadaşımız Ahmet Şık da var. Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’i kafasından değil ama omzundan vurdular gaz bombasıyla. Umarım kırık yoktur. Çok sayıda insanın sırtına, bacağına gaz bombası kapsülleri isabet etti.
Ama herhalde en vahimi, fotoğrafları da gazetelere yansıdı, vatandaşa yakın mesafeden spreyle gaz sıkmaktı.
Onlar böcek değil, vatandaş. Onlar polisin düşmanı değil, hizmet ve güvenlik sunması gereken vatandaşları. Zaten polis de ordu değil; düşmanı olmaz.
Ama maalesef, polis vatandaşını sadece düşman gibi görmedi, onu aynı zamanda böcek yerine de koydu, üstüne gazı sıktı.

Yazının Devamını Oku

Başbakanın ahlakı ile benim ahlakım

31 Mayıs 2013
BİLİYORUM, bu içki düzenlemesi tartışmasından sıkıldınız ama ben meselenin sadece içkiden ibaret olmadığını, hatta içkinin tali olduğunu esas arkada yatanın önemli olduğunu düşünenlerdenim.

Geçen hafta da yazdım, mesele bence bir ahlakın diğer ahlaklardan üstün tutulması, herkesin o ahlaka uygun davranması için devletin yasalarının devreye sokulması meselesi.
Nitekim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da böyle düşünüyor olmalı ki, ‘İnancın gereği neden kötü olsun ki’ dedi. Yani, konunun halk sağlığıyla ilgisi tali, esas önemli olan inancın gereği.
Tamam ama inancın emrettiğini veya gereği olduğunu söylediğiniz  şeye en önce inananları, sonra da inanmayanları nasıl uyduracaksınız?
Toplumlar, her şart altında çoğulcudur. Dolayısıyla ahlak da çoğuldur. Elbette temelde bazı şeyler, ortak iyi, doğru ve güzeli oluşturan şeyler ortaktır. ‘Öldürmeyeceksin’, ‘Çalmayacaksın’, ‘Yalan söylemeyeceksin’ vb. şeyler. Ama bunların ötesine geçtiğinizde, farklılıklar başlar. Çoğulculuğu da onlar oluşturur.
Dışarıdan bir örnek vereyim:
İsrail bir Yahudi devleti. Dinin emrettiğine inanılan şeylerden biri de, Şabat günü enerji harcayan bir makinayı kullanmamak. Dolayısıyla bu kurala uymak isteyen Yahudiler, Şabat’ın başladığı cuma akşamından bittiği cumartesi akşamına kadar, bir alet kullanmazlar. O yüzden mesela otellerde özel asansörler vardır, her katta durur, siz içine bindiğinizde bir düğmeye basmak zorunda kalmaz, dolayısıyla dinin kuralına da uymuş olursunuz.
İsrail, dediğim gibi Yahudi devletidir ama Şabat konusunu zorlayıcı bir yasa hükmü yamamıştır. Kendini inançlı Yahudi kabul eden ama minimum düzeyde de olsa o gün alet kullanan Yahudiler de var. Ama Ortodoks Yahudiler bu durumu dinin kurallarına aykırı görüyor. Hatta otellerdeki her katta duran asansörleri veya yürüyen merdivenleri de kabul etmiyorlar.

Yazının Devamını Oku