Bu haberlere göre Amerikan istihbarat örgütleri, ‘terörle mücadele’ adı altında, daha önce hayal bile edilemez olan bir sürü şey yapıyormuş meğer. Yine Gezi olayları sebebiyle araya gitti, meğer bizim Milli İstihbarat Teşkilatı’mız da çeşitli kurumlarla imzaladığı anlaşmalarla yediden yetmişe hepimizle ilgili her türlü bilgiye erişmeye başlamış, MİT kanununda yapılacak bir değişiklikle de bu erişimini kalıcı kılmayı hedeflermiş.
Ama gelin MİT’den önce Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’ndan, NSA’dan söz edelim biraz. Bu örgüt, Amerikan elektronik istihbaratını yapan başlıca örgüt aslında.
Ve bu örgütün, başta Google, Yahoo ve Microsoft olmak üzere, dünya internet ve elektronik posta trafiğinin yüzde 90’a yakın bölümünü üzerinde taşıyan Amerikan şirketleriyle yaptığı anlaşmalar sayesinde, dünya çapında hemen hemen bütün elektronik postaya, bütün sosyal medya yazışmaları ve paylaşımlarına, bütün bloglara vs erişim sahibi olduğu anlaşıldı.
NSA’nın giremeyeceği ve okuyamayacağı e-posta yok. Sosyal medyadaki ‘gizlilik’ seçeneği NSA’ya bir şey ifade etmiyor.
Dahası da var: NSA, Amerika’daki cep telefonu operatörlerinden günlük, hatta anlık bazda telefon görüşme bilgilerini de alıyor. Yani kim kimi aradı, o sırada neredeydiler, saat kaçtı, görüşme ne kadar sürdü gibi bilgiler.
İngiliz The Guardian’ın birkaç gün üst üste yayınladığı haberlerin kaynağı, NSA’ya hizmet sunan bir özel şirkette çalışan genç bir adamdı, Edward Snowden. Snowden, bu bilgileri verip Amerikan Kongresi’nin, yani parlamentosunun bilgisi dışında yapılan ve Amerika açısından yasallığı tartışmalı operasyonaları duyururken çoktan Hong Kong’a kaçmıştı bile. Aynı Snowden önceki gün de Moskova’ya gitti, Amerika’nın elinin uzanamayacağı bir yere yani.
Snowden’in açıklamaları nedeniyle Amerika’da Obama yönetiminin başı dertte. Çünkü bu ülkede ‘terörle küresel savaş’a ve NSA’nın bu yöntemle elde ettiği kimi bilgilerin bazı terör saldırılarını önlediğine dair bilgilere rağmen ‘özel hayatın gizliliği’ni savunan güçlü bir siyasi lobi de var.
Tabii böyle bir anlaşma var ama bu anlaşmanın imzacısı fazla devlet yok; onu bilelim.
İkincisi, yeterince çok ülke tarafından kabul edilmiş olsun veya olmasın fark etmez, bir temel uluslararası hukuk metninde ‘kimyasal silah’ olarak nitelenen ve savaşta kullanımının yasaklanması istenen bir maddenin sivil nüfus üzerinde kullanılmasında herhangi bir sınırlamama olmaması, hatta kullanımın ‘hukuki’ olması çok tuhaf, çok tartışmalı bir durum.
Peki nedir biber gazı? Ünlü National Geographic dergisinden Brian Clark Howard, bu sorunun cevabını bulmak için Yale Üniversitesi tıp fakültesinden Sven-Eric Jordt ile konuşmuş. Bu yazıda okuyacağınız bilgilerin büyük çoğunluğu bu söyleşiden alındı ama başka kaynaklardan da yararlanıldı.
Gezi gösterileri sırasında polisle karşılaşanlar zaten iyi biliyor, bu ‘gaz’ın iki temel kullanım biçimi var.
O ‘kırmızılı kadın’ fotoğrafında, polisin sırtındaki tüpten ve yakın mesafeden doğrudan insanın üzerine sıkılan şey ‘biber spreyi.’ Bir zamanlar pek çok kişinin kendini savunmak amacıyla çantasında taşıdığı sprey yani.
İkinci kullanım biçimi ise o meşhur ortalığı dumana bulayan kapsüllerle uzaktan fırlatıldığı hali.
Önce şunu bilelim: Biber ‘gazı’ aslında gaz değil; sıvı. Ama bu kapsüllere yerleştirilirken kimyasal yöntemlerle gaz haline getiriliyor.
‘Gezi Parkı’ adıyla andığımız, Ahmet İnsel tarafından ‘Haysiyet isyanı’ olarak nitelenen olaylardan ve sokağa dökülen siyasetsiz yüzbinlerce insandan söz ediyoruz.
O insanların bir bölümü son haftanın akşamlarını İstanbul’un türlü çeşitli parklarında ‘forum’lar toplayarak, bir arayış içinde geçirdiler. Bu arayışlar nereye varacak, bir yere varacak mı, varırsa temsil edici olabilecek mi, bunlar şu anda cevabı olmayan sorular.
Çünkü, aktif eylemciler de, eyleme pasif destek verenler de biliyor: O kalabalıklar siyaseten neye karşı oldukları konusunda pek tereddüte sahip değiller.
Ama başta da söylediğim gibi, bir şeye karşı olmakta
ortak olmak, o karşı olunanın yerine karşı çıkılmayacak bir şeyden yana olmaktan daha kolay.
Tam da bu yüzden herhalde, ‘forum’larda daha çok ‘müşterek’ler aranıyor. Nerelerde birleşiliyor, hangi fikirler aynı? Yani aslında ilk aşamada aranan şey bir koalisyon. (Belki bir zamanlar İtalya’da kurulan ‘Zeytin Dalı Koalisyonu’nun öyküsü Türkiye’deki duruma tam uymasa da bir örnek oluşturabilir.)
Kısacası, Gezi Parkı’ndan bir siyasi parti veya partiler koalisyonu çıkar mı, çıkarsa başarılı olur mu, bunu şimdiden söylemek kolay değil. Yapılmak istenen de kolay değil.
‘Başbakan anlamadı’ lafları bir ara çok konuşuldu, yazıldı, çizildi; ben hiçbir zaman öyle düşünmedim. Başbakan ve yakın çevresi, Gezi Parkı’na baktıklarında bir çeşit ‘siyasi ayaklanma’ gördüler ve ona göre hareket ettiler.
Ben dahil pek çok kişi de, Gezi’de bir ‘siyasi ayaklanma olmadığını’ anlatmaya çalıştık. Ahmet İnsel’in isimlendirmesiyle bu bir ‘haysiyet isyanı’ idi.
Geçen gün, Gezi Parkı’nın da boşaltılmasından sonra geldiğimiz noktayı yazdım: Başbakan Erdoğan ve Ak Parti, muhalefet partilerinin Gezi sebebiyle sokağa çıkanları temsil edemiyor olmasının da verdiği rahatlıkla tek taraflı hareket etmeye, kimseye hesap vermeden ülke yönetmeye başlayacaklardı.
Nitekim tam da yazının çıktığı gün, Başbakan grup toplantısında beni doğruladı; muhalefeti artık pek de umursamadıklarını dünya aleme ilan etti.
Ama bu siyasi sonuçlar veya öngörüler esasen Gezi Parkı sebebiyle sokağa çıkanları pek ilgilendirmiyor. Çünkü onlar meseleye bir iktidar olmak-olamamak penceresinden bakmıyorlar. Bakılan yerin tamamen farklı olması yüzünden zaten, hükümetin kendilerini anlamadığını düşünüyorlar.
* * *
Türkiye’nin Batı’yla kıyaslandığında bir hayli geç kalmış bir rönesans veya aydınlanma yaşadığını söylemek mümkün. Bu rönesans için 31 Mayıs 2013’ü görmemiz gerekiyormuş, gördük.
Evet iktidar partisi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sinirlenmesi yüzünden, aceleci davranmıştı belki ama Gezi eylemcilerinin kendi ‘momentum’larını kaybettikleri de ortadaydı.
Hükümet kanadının stratejisi çok net biçimde gözüküyordu: Memleketteki muhalefet partilerinin Gezi sebebiyle sokağa çıkan kalabalıkları temsil etmediği belli olduğuna göre, iktidar bundan sonra Meclis’te tek taraflı hareket etme imkânına ve bir anlamda da ‘meşruiyeti’ne sahip olacaktı. Sokaklar devletin demir yumruğuyla ezilirse, AK Parti bundan sonra herhangi bir muhalefeti çok da kendine dert etmeden istediğini yapabilecekti.
Devlet gücünü kullanmaktan çekinmeyen, karşısındaki yegâne ‘canlı’ muhalefeti de, en azından kendi seçmeni nezdinde, ‘terörist-anarşist-sokaktan, şiddetten medet uman’ olarak yaftaladığını düşünen AK Parti,
tek parti döneminin meşhur ‘Memlekete komünizm lazımsa onu da biz yaparız’ zihniyeti kıvamına gelmiş bulunuyor: ‘Memlekete demokrasi lazımsa onu da biz getiririz.’
***
Üç haftalık Gezi olayları yaşanmamış olsaydı, biz bugün hükümetin ‘Çözüm süreci’nde ayak sürüyüp sürümediğini konuşuyor olacaktık. Öyle ya, PKK’nın çekilmesi devam ediyor, belki bitti bile. Bu arada da hükümet kanadının üç aşamalı planın ikinci aşamasını hızlandırması, yani insan hakları ve demokratikleşme odaklı yasal değişiklikler konusuna girmesi gerekiyordu.
Jolie bu ameliyatı kendisinde varlığı saptanan iki gen yüzünden, BRCA 1 ve BRCA 2 adlı genler yüzünden olmuştu. Çünkü, ortalama Amerikan kadınında yüzde 12-13 olan meme kanseri gelişme riski, bu iki genin varlığı durumunda birden bire yüzde 50-80’e, yumurtalık kanseri riski ise yüzde 20-50’ye yükseliyordu.
Bütün bunları Angelina Jolie nereden biliyordu peki? Çünkü, BRCA 1 ve BRCA 2 geni ile meme ve yumurtalık kanserleri arasındaki ilişkiyi saptayan, bu iki geni ayıran, DNA’nın içindeki tam yerini saptayan bir biyoteknoloji firması vardı, adı Myriad. Bu firma aynı zamanda bu iki geni saptamak için bir de test geliştirmişti ve Jolie 3 bin dolar ödeyerek bu testi yaptırmıştı.
Myriad, hem BRCA 1 ve BRCA 2 genleri için hem de kendi geliştirdiği test için patent başvurusu yapmış ve patent almıştı. Yani, bütün dünyada bir tek bu firma bu testi yapıyordu.
Ama artık durum öyle değil. Geçen hafta Amerikan Federal Yüksek Mahkemesi aldığı bir kararla Myriad’ın BRCA 1 ve BRCA 2 genleriyle ilgili patentlerini iptal etti. Mahkemenin iptal gerekçesi son derece basitti: Doğa tarafından yapılmış olan bir şeyin patenti olamaz.
***
Evet, Türkiye’de TÜİK’in verilerine göre 31 Aralık 2012 itibarıyla tam 37 milyon 719 bin 498 kişi henüz 30 yaşından gün almamıştı.
Bu insanların son on yılı AK Parti yönetiminde geçtiğine göre, içlerinden küçük bir bölümü belki daha önce Türkiye’nin nasıl bir ülke olduğunu, 2001 krizini vs şöyle hayal meyal hatırlıyor ama esas kalabalık hiçbir şey bilmiyor.
Türkiye çok ama çok genç bir nüfusa sahip. İşte 30 yaş altı nüfusu söyledim. Bu 37.7 milyon insanın çok büyük bir bölümü, tam sayısıyla söyleyeyim 25 milyon 262 bin 731’i 31 Aralık itibarıyla 19 yaşından gün almamıştı. Yani henüz seçmen sıfatını kazanmamıştı.
Başbakan Tayyip Erdoğan veya muhalefetten herhangi bir siyasetçi geçmişten, öyle uzak geçmiş de değil mesela 15-20 yıl önceden söz ettiğinde memleketin yüzde 50’si boş gözlerle dinliyor konuşmayı, hatta daha yüksek ihtimal hiç dinlemeyip kanal değiştiriyor.
Evlerinde zor tutulduğu söylenen yüzde 50 gibi bir yüzde 50 bu da.
***
Nasıl küçümseyeyim, biri polis dört kişi öldü, binlerce insan yaralandı, halen derin koma halinde hastanelerde uyutulan ağır yaralılar var.
Yani ortada gerçekten bir ‘orantısız güç kullanımı’ var.
Ama ben bugün başka bir ‘orantısız güç kullanımı’ndan söz edeceğim. Belki de, yaşamak zorunda kaldığımız bütün bu olayların arkasında yatan esas nedeni bu ‘orantısız güç’ oluşturuyor.
***
Masum veya hainane bir talebe dayansın fark etmez; en ufak bir muhalefet kırıntısının hükümet tarafından başa gelebilecek en büyük muhalefet dalgası gibi görülmesi ve ona karşı tam güçle yüklenilmesi...