Darbenin püskürtülmesi bu anlayışı, “Ama şimdi her şey Erdoğan’a yarayacak”a dönüştürdü.
Bu yeni gibi gözüken eski bakış, Fetullahçı propaganda makinesinin yardımıyla Batı’da da kendine ciddi taraftar bulmuş durumda; dünyanın ‘saygın’ sandığım gazetelerinde çıkabilen yazıları okudukça gözlerim yerinden oynuyor.
Oysa meselemiz Recep Tayyip Erdoğan değil; Türkiye.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir lider olarak kapasitesi ve halk nezdindeki popülaritesi kolayca göz ardı edilebilir bir şey değil ama şunu görmemiz lazım:
Hayır, sadece ideolojik taşıyıcılıktan söz etmiyorum; fonksiyonel olarak da devletin merkezinde ordu oldu, kalan bütün kamu kurumları ve hizmetleri ordunun ihtiyacına göre şekillendi.
Böyle olmasını, Cumhuriyet’in böyle kurulmasını ‘normal’ bulabiliriz. Bağımsızlığı için bir Kurtuluş Savaşı vermiş, işgali sona erdirmiş bir ulusun beka endişelerini ve yurt savunmasını öncelemesinden daha doğal bir şey olamaz.
O kadar asker ve savunma merkezliydi ki ilk yıllar, düşman gemilerinin menzili dışında kalsın diye demir çelik tesisleri limandan ve daha önemlisi demir cevherinden uzağa yapılıyor; demiryollarının rotaları askerce belirleniyor; okullardaki müfredat bile ‘asker millet’ şiarına uygun düzenleniyordu.
DEVLETİN ÇEKİRDEĞİNİ DÜŞÜNMEDİK
İsteyen ‘Türkçülük’ yerine ‘Modernizm’ ve ‘İslamcılık’ yerine ‘Muhafazakârlık’ diyebilir; ben sadece kolaylık bakımından bu isimleri tercih ettim. Yoksa memleketin ne Türkçüleri saf kan Türkçü ne de İslamcıları saf kan İslamcı. Bunlar, 14 Temmuz gününe kadar birer büyük şemsiye siyasi hareketlerdi bana göre.
Bu iki akım arasındaki mücadele ise Princeton Üniversitesi’nden, önemli tarihçimiz Şükrü Hanioğlu’nun adlandırmasıyla bir siyasi mücadele olmaktan çok birer ‘Ahlaki hâkimiyet savaşı’.
Ahlak derken Prof. Dr. Hanioğlu kelimenin sözlük anlamından daha geniş bir anlam kullanıyor ve yaşanan savaşın da ‘Bir ahlakın (en geniş haliyle bir hayat tarzının) diğer ahlaka üstünlük sağlama, onu yok etme mücadelesi’ olduğunu söylüyor.
Evet Türkiye’de halk dünya tarihinde eşine az rastlanır bir şeyi başardı, 15 Temmuz gecesi darbeye kalkışanları canı pahasına durdurdu.
Evet, ilk ve en büyük tehlike geçti ama darbe tehlikesi için “Tamamen geçti” diyemiyoruz.
Çünkü mevcut propaganda savaşında bir taraf, adıyla söyleyelim Fetullah Gülenci taraf, önlenen darbenin mahiyetine, o darbe başarılı olsa başımıza neler geleceğine hiç değinmeden, darbeyi önleme adına yapılan şeylerin kötülüğünü anlata anlata bitiremiyor.
Üstelik maalesef propaganda savaşı sırasında Gülenci tarafın söylediklerinin hepsi yalan da değil.
Bu uzlaşma ortamının doğması için 246 vatandaşımızın ölmesine neden olan vahim ötesi bir darbe girişimi yaşamamız gerekti.
Geçmişe dönüp ‘Ama o zaman herkes bize düşmandı, bir tek onlar vardı elde’ diye konuşmak da, ‘Yolsuzluk iddialarını ciddiye almasa mıydık’ diye sormak da anlamsız; geleceğe bakmalıyız.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın düzenlediği liderler zirvesi sonrası ortaya çıkan mini anayasa paketi ihtimali ve bu pakette yargı bağımsızlığı ile tarafsızlığını sağlayacak düzenlemelerin yer alacağı haberleri gerçekten heyecan verici.
Yargının bağımsızlığını ve bir yerde hesap verebilirliğini sağlamamız lazım. Bu olmadan Türkiye’de ‘adalet’ tartışması bitmez, adında ‘adalet’ kelimesi olan partilerin de arkası kesilmez. Ama düzenleme yapmamız gereken yegâne alan yargı değil. Türk Silahlı Kuvvetleri’nden Bayındırlık Bakanlığı’na, Tarım’dan Maliye Bakanlığı’na kadar bütün idari teşkilatımızı yeni baştan kurmamız, bu devlet organlarının ele geçirilememesi için gereken tedbirleri almamız gerek.
Barikatlar, bombalı tuzaklar, çok sayıda polis ve askerin şehit düşmesi, sivil halktan insanların ölmesi, şehrin tahrip olması...
Geride kalan 12 ay boyunca Cizre’yi böyle duyduk.
Ama darbe gecesi aynı ilçenin adını bir başka biçimde, aynen İstanbul, Ankara ve Malatya’daki gibi demokrasi destanı yazılan bir eylemle duyduk. Onca haber kalabalığı içinde o gece Cizre’de yaşananlar gazetelerde kendine yeterince yer bulamadı, o yüzden de dikkatlerden kaçtı.
İlk olarak Murat Yetkin’in Hürriyet’te duyurduğu gibi o gece Şırnak’taki Çakırsöğüt Jandarma Komando Tugayı’ndan binlerce komandonun uçaklarla Ankara’ya taşınması ve darbecilerin bu komandolar aracılığıyla Ankara’ya hâkim olması planlanmıştı.
Bana soracak olursanız, Türkiye iktidarıyla muhalefetiyle bundan sonrasını tasarlamaya bu cümledeki soruyla başlamalıdır.
Bugün sahip olduğumuz ve bir vaizin önderliğinde 40 yıl önce yola çıkmış bir inanç grubu tarafından neredeyse ele geçirilmiş olan devletimizin temel yapısı esasen 19. yüzyıldan kalmadır.
Merkezi yönetimimizi, bürokratik oligarşimizi örnek aldığımız Fransa kendi kamu yönetim modelini yenilerken biz zahmet edip bunu yapmadık.
Memurlarımızın yargılanmasını türlü şarta bağlayan kanunumuz bile Cumhuriyet öncesine ait.
Bunların başında da kendini kategorik olarak ‘muhalif’ diye tanımlayan bir grup yerli ile neredeyse bir bütün halinde Batı basını geliyor.
En yaygın yanlış anlama veya kasıtlı yanlış yorumlama biçimi, darbe girişiminin başarısız olmasıyla Tayyip Erdoğan’ın artık çok güçleneceği ve ‘Ülkeyi İslami bir diktatörlüğe çevireceği’. Bu uğurda Nazilerin meşhur Reichstag yangını örneğini kullananlar bile oldu.
Buradaki ‘Darbe teşebbüsünü aslında Erdoğan yaptırdı’ imasını görmezden gelsek bile siyaseti ve ülkenin içinde bulunduğu durumu okumada ciddi sorunlar var.
Meseleye Tayyip Erdoğan düşmanlığı gözlüğünden değil de, kendilerinin de içinde yaşadığı Türkiye’nin gözünden baksalar bence görecekler: