İsmet Berkan

Her alanda Yalçın Yıldırım’lar olmazsa 100. yıl hedefleri zor

27 Ekim 2013
Salı günü Cumhuriyetimizin 90. yılını kutlayacağız. Çarşamba günü de, İzmir’de hükümetin de çok büyük önem verdiği bir toplantı başlayacak; İzmir İktisat Kongresi.

Evet, daha Cumhuriyetimiz kurulmadan, henüz Lozan antlaşması imzalanmadan İzmir’de 1923 yılının başında bir İktisat Kongresi toplanmıştı. Neredeyse kesintisiz 10 yıllık bir savaştan çıkan yorgun ve fakir ülke iktisadi geleceğini aramıştı o kongrede.
Şimdi kongrenin de 90. yılı vesilesiyle Türkiye bir kez daha geleceğini arayacak İzmir’de: Acaba Cumhuriyet’in 100. yılı için koyduğumuz hedeflere nasıl daha iyi ulaşırız, çarşamba günü başlayacak yeni İzmir İktisat Kongresi’nin cevap arayacağı temel soru bu olacak.
Bu köşede dün Cem Yalçın Yıldırım’ın dünya ölçeğindeki büyük başarısını anlattım; matematiğin belki de en soyut alanı olan sayılar teorisinde, asal sayıların sırlarını bütün insanlık için aralayan bir matematikçimiz var. Ne kadar övünsek azdır.
Yalçın Yıldırım’la övünmeliyiz ama şunu da unutmamalıyız: Yalçın Yıldırım gibi çok az bilimcimiz var, araştırmalarıyla dünya ölçeğinde rekabet eden, dünya ölçeğinde çığır açan. İzmir İktisat Kongresi’nde ne konuşulur bilmem ama Yalçın Yıldırım gibi bilimcilerimizin sayısını çok arttırmamız lazım; bilimin her alanında Yalçın Yıldırım’larımız olması lazım.
Biz maalesef bilim yerine teknolojiyle ilgilenen bir ülkeyiz. Oysa bilim olmadan teknoloji olmaz. Olursa bile başkasının teknolojisi olur; siz ondan satınalırsınız.
Bakın, bilgisayar teknolojisi herkese açık. Onyıllardır ülkemizdeki üniversitelerde ‘bilgisayar mühendisliği’ bölümleri var. Ama dünya çapında rekabet eden, cirosu milyar dolarlara dayanmış kaç tane bilgisayar yazılım şirketimiz var? Sıfır.
Şanslıyım, Yalçın Yıldırım’ı (epeydir görüşemesek de) 20 yıl öncesinden bir ortak arkadaşımız vasıtasıyla tanıyorum. Onun nasıl sabırla ve inatla asal sayılar hakkında çalıştığını biliyorum. Öyle bir sabah aklına parlak bir fikir gelmiş, sonra da o fikri geliştirip ödül aldığı ispatı yapmış değil Yalçın Yıldırım. Arkada uzun yılların günler geceler boyu çalışması, kafa patlatması var. Onun bu çalışmasına sabır gösteren, araştırmasının sonuçlarını bekleyen, daha rahat çalışsın diye üstündeki ders yükünü hafifleten üniversite sistemi var.

Yazının Devamını Oku

2000 yıllık problemi çözen Türk matematikçiye büyük ödül

26 Ekim 2013
Sadece kendisine ve 1’e bölünebilen tam sayılara ‘asal sayı’ deniyor.

Bunu hepimiz ortaokulda öğrendik. Yani, 2, 3, 5, 7, 11, 13, 17, 19 gibi sayılar bunlar.
Milattan önce 4. yüzyılda büyük matematikçi ve geometrinin kurucusu Öklid, asal sayıların sonsuza kadar uzandığını ispat etti.
Asal sayıların büyürken belli bir düzen takip edip etmediği meselesi 2000 yıldan fazla zamandan beri matematikçileri meşgul eden bir konu.
Bu meşguliyet sırasında ortaya çıkan ilginç durumlardan biri ve belki de en ünlüsü ‘ikiz asallar’ konusu. Yani aralarında 2 fark olan asallar: 3-5 gibi, 5-7 gibi, 17-19 gibi... Acaba onlar da sonsuza kadar gidiyor mu? Eğer gidiyorsa, onları tahmin etmenin bir yolu olabilir mi?
Aynen Fermat’ın meşhur teoremi gibi, ilkokul çocuğuna bile anlatabileceğiniz basitlikte bir problem ama çözmesi zor.
Cem Yalçın Yıldırım, bugün Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışan bir matematikçi. 1990’da Toronto’da doktorasını verdiğinden beri dönüp dönüp asal sayılarla ve bu ikiz asallarla uğraşıyor.
Zaman içinde, kendisiyle aynı meseleyle uğraşan ama tamamen farklı bir yoldan sorunu çözmeye çalışan Amerika’dan Dan Goldstone ile birlikte çalışmaya başlıyorlar, ikiz asallarla ilgili ortak makaleler yayımlıyorlar.

Yazının Devamını Oku

Çözüm süreci: Suçu birbirimize atmak yerine...

25 Ekim 2013
Kapalı kapılar ardında belki bir yıl ama kamuoyu önünde yürütüldüğü kadarıyla 10 ay tamamlandıktan sonra, adına ‘Çözüm süreci’ dediğimiz sürecin çok ciddi bir tıkanma evresine girdiği anlaşılıyor.

İlk olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından 2012 Aralık ayının sonunda TRT 1’de Taha Özhan, Hatem Ete ve Mustafa Karaalioğlu ile birlikte yapmakta olduğumuz Enine Boyuna programında açıklandı, İmralı’daki Abdullah Öcalan’la hedefi PKK’nın silah bırakması olan görüşmeler yapılmakta olduğu.
O günden itibaren de Türkiye’nin gözü ‘Çözüm Süreci’ne çevrildi. Yüksek beklentiler dile getirildi, hatta ‘Bu işin bu yılın kasım ayına kadar biteceği’ni söyleyen, yazan çizenler oldu.
Gerçek şu ki, evet Türkiye’nin acelesi var; çünkü 30 yıl süren ‘Düşük yoğunluklu savaş’ hali hepimizi yordu. Ama öte yandan sırf sadece son 30 yılı ‘düşük yoğunluklu savaş’la geçmiş, Kürtler açısından bakarsak 80-100 yıldır baskılarla devam eden, hiçbir zaman ateşi tam olarak sönmemiş bir devasa sorundan söz ediyoruz. O yüzden bu sorunun öyle bir yıl içinde bitmesi mümkün olamaz.
Başlangıçta duygular mantığın çok önüne geçti. Açıkçası, yukarıdaki cümleyi yazmaktan bile çekindiğim dönemler oldu, ‘Bunu yazarsam kötümser olmakla suçlanırım’ diye düşündüm. Nitekim bazıları en hafifinden kötümser olmakla suçlandı bile.
Böylesine derin bir toplumsal sorunun hiç tartışılmadan ve hiç aykırı görüş söylenmeden çözüme kavuşturulması söz konusu elbette olamazdı. Ama sanki biz içerde süreci eleştirenlere sürecin kendisine ayırdığımızdan fazla enerji ayırdık.
Şimdi gelinen noktaya neden ve nasıl gelindiği konusunda bir suçlama yarışı başlamış gibi gözüküyor. Herkes birbirine, ‘Sizin yüzünüzden süreç tıkandı’ diyor.
Açıkçası bu tartışmayla çok ilgilenmiyorum artık. Çünkü, süreçte yaşanan tıkanmanın kalıcı olmadığını, bir biçimde sürecin yeniden ilerlemeye başlayacağını düşünüyorum.

Yazının Devamını Oku

Bir tuhaf demokrasi gündemi...

22 Ekim 2013
Okuyunca kendime de kızdım aslında; Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilgili ilerleme raporu da olmasa, Sayıştay’ın denetim yetkisinin nasıl iğdiş edildiğini hatırlamayacağız bile.

Oysa bu ülkede sabah akşam demokrasi konuşuyoruz. Peki ama, bizi yönetenlerin bizden toplanan vergileri nasıl harcadıklarını denetlemeden demokrasi olabilir miyiz?
Eğer modern anlamda demokrasiyi Magna Carta ile başlatacaksak, bütçe hakkının demokrasinin özü olduğunu da görmeliyiz.
Hükümetler, vergilerle toplanan parayı nasıl harcayacaklarına dair bir ‘bütçe’ yaparlar, parlamento bu bütçedeki öncelikleri kabul eder veya kendine göre değiştirtirir.
Yani bütçe yönetimlerin, hükümetlerin değil parlamentonun bütçesidir; harcanan parayı verme yetkisi de, harcamanın verilme amacına uygun yapılıp yapılmadığını denetleme yetkisi de parlamentodur.
Bizim sistemimizde parlamento adına harcama denetimini Sayıştay yapar, raporlarını hazırlar ve Meclis’e sunar. Meclis de bu raporlara bakarak bir yıl önce verdiği ödeneklerin yerinde kullanılıp kullanılmadığını görür.
Bir süre önce, modern bütçe ve modern yönetişim ilkeleri gereği ‘performans denetimi’ adı verilen yeni bir denetim sistemini Türkiye denemeye başladı.
Buna göre, kamu kurumu bir ödeneği isterken ‘Ben bu parayı şu şu hedeflere ulaşmak için istiyorum’ diyerek istiyor. Bu taleplerden yola çıkılarak performans kriterleri belirleniyor. Ve sonra Sayıştay ilgili devlet kurumunun aldığı ödenekle hedeflediği işleri yapıp yapmadığını kontrol ediyor, yani ‘performans denetimi’ yapıyor.

Yazının Devamını Oku

Evinizdeki Wi-Fi modemleri Li-Fi ampullerle değiştirmeye hazır mısınız?

20 Ekim 2013
İNTERNET, bana soracak olursanız, temel bir insan hakkı artık. Kimse internetsiz kalmamalı; herkes her yerden internete erişebilmeli.

Peki nasıl erişeceğiz? Çoğumuz evimizde, iş yerimizde kablosuz modemlerle bağlanıyoruz internete. Ama bu modemlerin kapasitesi de sınırlı; ayrıca etrafta çok fazla modem olunca hız daha da yavaşlıyor.
Wi-Fi modemler, başka pek çok şey gibi elektromanyetik radyasyonla çalışıyor. Görece daha düşük frekanslı bir bölgeyi kullanan bu modemlerin veri taşıma kapasitesi bu yüzden düşük; çünkü frekans düşük.
Buna karşılık, mesela odamızı aydınlatan ampuller de elektromanyetik radyasyonla çalışıyor ve onların frekansı çok daha yüksek.
Peki neden bilgisayarımızla internet arasında veriyi odamızı aydınlatan lamba aracılığıyla taşımayalım? Buna engel var mı?
Ha elektro manyetik radyasyonun insan gözünün göremediği bir alanını kullanıp göndermişiz ve almışız verileri ha gözle görünür bir alanını, yöntem aynı.
2011 yılından beri büyük endüstriyel gruplar adına Wi-Fi yerine Li-Fi denen bu yöntem için çalışıyorlar. Son olarak Çin’in Şanghay şehrindeki Fudan Üniversitesi’nden Chi Nan, sıradan bir lambaya bağlanan mikrochiple 150 Mbps hızına eriştiklerini söyledi. (Evinizdeki Wi-Fi modemler 50 Mbps hızında genellikle.)
Peki nasıl çalışıyor lamba-modemler veya Li-Fi?

Yazının Devamını Oku

Hem refahımız sürsün hem dünya ölmesin...

19 Ekim 2013
KÜRESEL ısınma ve beraberinde getirdiği iklim değişikliği bugün insanlığın karşı karşıya olduğu en büyük tehdit.

Üstelik, bir zamanlar yaşadığımız nükleer yok olma tehdidi gibi isteğe bağlı falan da değil bu; iklim değişikliği treni kalktı, üzerimize doğru geliyor.
Doğru önlemleri alarak belki trenin gelişini geciktirebiliriz ama dünyanın iklim dengesini eski haline getirmek için yapmamız gereken çok şey var.
Bugün iklim değişikliğini yavaşlatma yönünde bile tavır alamıyor dünya. Yapılan bazı sembolik karbon salınımı kısıtlamalarından ibaret.
Bunun bir türlü yapılamamasının sebebi, gelişmiş ülkelerin refahlarını kaybetmek istememesi, Çin, Hindistan ve bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin ise daha fazla refah, yani gelişmişlik istemesi.
Oysa dünyanın yapması gereken şey belli: Fosil yakıt kullanımını en fazla 50 yıl içinde sıfırlamak; aşırı et tüketiminin getirdiği aşırı metan gazı salınımına bir çare bulmak vs.
Fosil yakıt kullanımını sıfırlamak denince akan sular duruyor. Çünkü, hem gelişmeye, yani refahımızı arttırmaya devam edeceğiz, hem tüketimi pompalamaktan başka ekonomiyi canlandıracak bir şey bulamayacağız hem de enerji kullanmayacağız... Bu olacak şey değil.
Bir yol, alternatif enerjilere yönelmek. Nitekim, kimi Batı Avrupa ülkeleri toplam enerji harcamalarının yüzde 30’a yakın bölümünü güneş enerjisi veya rüzgar enerjisi gibi alternatif yollarla elde etmeye başladı. Ama Amerika’da durum o kadar parlak değil; Çin’de ise hiç değil. (Türkiye’de de devlet maalesef rüzgar ve güneş gibi alternatif enerjiye yeterli desteği vermiyor, elektrik şebekesine gereken yatırımı bile yapmıyoruz.)

Yazının Devamını Oku

Hakan Fidan üzerinden verilmek istenen mesaj

18 Ekim 2013
MİLLİ İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Hakan Fidan’ın adı iki haftadır saygın ve önemli Amerikan gazetelerinde olumsuz anlamda geçiyor.

Önce The Wall Street Journal’da Hakan Fidan üzerinden Türkiye’nin Suriye politikası ve Amerika ile Suriye’deki El Kaide uzantısı direnişçilere yapılan yardımla ilgili yaşadığı anlaşmazlık haber yapıldı.
Haberin merkezi Türkiye ile ABD’nin Suriye konusundaki anlaşmazlığıydı ama nedense mesele Hakan Fidan üzerinden anlatılıyordu ve Fidan’la ilgili can yakıcı bir iddia da dile getiriliyordu.
Sözde Fidan, Amerika ve İsrail’in İran’la ilgili bir istihbaratını İran’la paylaşmıştı. CIA bu paylaşımın ‘Güven oluşturmak için yapılmış olabilir’ sözleriyle değerlendiriyordu habere göre; sanki hata yapan bir çocuğu hoşgörürmüşçesine.
The Wall Street Journal’ın haberini yine saygın The Washington Post’ta istihbarat konularındaki yazılarıyla bilinen David Ignatius’un yazısı izledi. Bu yazıda, ‘İran’a verilen istihbarat’ konusu çok sarsıcı bir iddia ile duyuruluyordu: ABD ve İsrail’in istihbaratını MİT İran’a verince, İsrail adına çalışan 10 İranlı yakalanmıştı.
The Wall Street Journal’ın ucunu gösterdiği, David Ignatius’un ise tamamını açıkladığı olay, eğer olduysa, bundan 1.5 ila 2 yıl önce yaşanmış olmalı.
İsrail açısından İran’ın nükleer programının yavaşlatılması ve bu program hakkında bilgi edinilmesi olabilecek en önemli ‘ulusal güvenlik’ konusu. Böyle bir konuda 10 değerli ajanınızı birden kaybedeceksiniz ama buna tepkiniz konunun aradan epey zaman geçtikten sonra basına ucundan bucağından bilgi sızdırılmasından ibaret olacak, öyle mi?
İsrail açısından en zor şey, İran’dan ajan elde etmek olmalı. Bu kadar zor elde edilen ajanlardan 10’unu birden kaybetmek, İsrail istihbaratı açısından sahiden büyük bir kayıp olmalı. Bu denli büyük bir kaybın tepkisi bu kadar olamaz.

Yazının Devamını Oku

Bayram bayram moralinizi bozmak gibi olmasın ama...

15 Ekim 2013
Sabah sabah okuduğum bir gazete haberi yüzünden saatlerdir bilgisayar ekranına aval aval bakıyorum.

Yüzümü ekrandan çeviremiyorum, çünkü çocuklarımın yüzüne nasıl bakacağımı bilmiyorum.
Esasen az sonra sizinle de paylaşacağım şeylerin kafama dank etmesi için The New York Times’dan okuduğum habere de ihtiyacım yoktu; hepsi bildiğim şeyler ama insanoğlu kötü şeyleri unutmayı başarmasıyla meşhur; büyük ihtimal sizler gibi ben de yarın sanki böyle bir gerçek yokmuş gibi davranarak hayatımı sürdüreceğim.
Neyse konuya gireyim.
Manoa’daki Hawaii Üniversitesi’nden bilimciler, küresel iklim değişikliği ile ilgili yapılmış çok sayıda (tam 39 tane) iklim modellemesi araştırmasının verileri üzerinde çalışmışlar ve ‘felaket’in boyutlarını ortaya sermişler.
Buna göre, 2047 yılında (eksi-artı 5 yıl, yani 2042-52 arasında) dünyamız o kadar sıcak bir yer olacak ki, bu tarihten sonra yaşanacak ‘soğuk’ yıllar bile daha öncenin en sıcak yılından daha sıcak olacak!
Üstelik bu ısınma durdurulabilir bir şey de değil artık. Yani, bu sabah itibarıyla dünyamız ansızın karbol salınımlarını büyük bir hızla azaltsa dahi, 2042-52 arasında başlayacak olan aşırı ısınmayı en fazla 20-25 yıl erteleyebileceğiz. (http://www.nytimes.com/2013/10/10/science/earth/by-2047-coldest-years-will-be-warmer-than-hottest-in-past.html?)

Yazının Devamını Oku