İsmet Berkan

Minicik bir yaralanmadan bile ölecek miyiz yani?

24 Kasım 2013
GÖZÜNÜZLE görmediğiniz şeye inanmayanlardansanız yapacak bir şey yok; ama şu örneğimi yine de dinleyin:

Süt, ineğin memesinde streril bir sıvıdır; mikrop veya bakteri barındırmaz. Ama memeden fışkırıp kovaya düşene kadar geçen kısacık süre ve mesafede bile süte onlarca farklı çeşitten onbinlerce bakteri yerleşir. O yüzden sütü ‘pastörize’ etmemiz, yani kaynatıp içindeki bakteri ve mikroplardan arındırmamız gerekir.
Soluduğumuz hava bakteri ve mikrop kaynar. Bunların ezici çoğunluğuyla birlikte yaşarız zaten. Kendi vücudumuz hücre sayımızdan kat be kat fazla bakteri içerir; üstümüzde taşıdığımız, birlikte yaşadığımız bakterilerin DNA’sı bizim DNA’mızdan çok ama çok daha büyük ve zengindir.
Her taraf bakteri kaynarken ve bunlardan sayıca az da olsalar bazıları bizim için öldürücüyken ‘antibiyotik çağının sonu’na gelmek korkutucu olabilir.
Korkutucu da zaten ama ‘antibiyotik çağı’ dediğimiz ‘çağ’ da aslında bir hayli kısa. ‘Çağ’ dediğimiz şeyin başlangıcı 1941 yılında penisilin ticari olarak kullanıma girmesi. Penisilin ‘harika ilaç’tı ve çoğu uzmana göre insanoğlunun mikroplara karşı kesin zaferini ifade ediyordu.
Ama sadece iki yıl sonra doktorlar penisiline dirençli bakteriler saptamaya başladı. ‘Harika ilaç’ımızın ömrü kısa olmuştu.
O gün bugün insanlık ile bakteriler karşılıklı yarış halinde.
Doğada bazı bakteri ve virüslerin salgıladığı bazı kimyasallar diğer bakterileri öldürebiliyor. İnsanlar bu kimyasalı saptadığı ve ayırt edebildiği zaman da ortaya yeni bir antibiyotik çıkmış oluyor. Örneğin penisilin, diğer bakterileri onların hücre duvarı oluşturma yeteneklerini yok ederek öldürüyordu.

Yazının Devamını Oku

Eğitimin kalitesi: Gerçek hayat affetmiyor

23 Kasım 2013
Evinizdeki tam otomatik çamaşır makinası artık sıkma fonksiyonunu yerine getirmemeye başladı.

‘Evet ama makina yüzde 70 çalışıyor’ deyip ona geçer not verir misiniz?
Otomobilinizin kapıları artık kilitlenmiyor. ‘Beni götürsün yeter’ deyip ona geçer not verir misiniz?
Eğitim dediğiniz şey de, 12 katlı bir bina inşa etmeye benziyor. Bu benzetmeyi geçenlerde katıldığım Khan Academy’nin Türkçe web sitesiyle ilgili bir sunuşta dinledim.
Temel su alıyor, betonun efsafı iyi değil. Ama yine de temel inşaatınıza yüzde 75 veriyorsunuz.
Birinci katta demirleri az kullandınız. O kata yüzde 60 veriyor, devam ediyorsunuz.
Taa ki 12. kata kadar bu böyle eksik notlarla gidiyor. Çatıya kiremit koyamadınız, balkonların korkuluğu yok, pencereler eksik... Yüzde 50 verip binayı bitiriyorsunuz.
Sonra o binada oturur musunuz? Bina başınıza çöktüğünde ne düşünürsünüz?

Yazının Devamını Oku

Bu haritanın rengi değişmedikçe Türkiye 21. yüzyıla zor girer

22 Kasım 2013
Boşuna nefes tüketiyoruz.

Başbakan da, Fethullah Gülen de, dershane kavgasında hükümeti tutan da cemaati tutan da boşuna nefes tüketiyor.
Şu haritaya dikkatle bakın. Haritadaki sarı renk, ortalama eğitim süresinin 5-8 yıl arasında olduğunu söylüyor. Haritada sadece Ankara ve Eskişehir’de yaşayanların ortalama eğitim süresinin 8 yıldan fazla olduğunu görüyorsunuz. Buna karşılık Şanlıurfa ve Ağrı’da da ortalama eğitim süresi 5 yılın bile altında. Bütün Türkiye’nin ortalamasına baktığımızda sadece 6.5 yılı okullarda geçirdiğimizi görüyoruz. 2000 yılında bu ortalama 5.5 yıldı; 10 yıllık Ak Parti iktidarı sadece 1 yıl geliştirebildi bu ortalamayı.
Oysa aynı süre içinde Norveç ortalama 11.5 yıldan 12.6 yıla geldi. Almanya 10.5’dan 12.2’ye geldi. İsviçre 10.3’ten 11 yıla geldi. Fransa 9.3’ten 10.6’ya yükseldi. İtalya 8.4 yıldan 10.1 yıla çıktı.
Eğitim, Türkiye’yi yönetenlerin en büyük başarısızlığı.
İstediğiniz kadar dershaneniz olsun, hatta isterseniz bütün dershaneler bedava olsun; eğitim okulda yapılan bir şeydir. Okulda eğitimin kalitesi düşükse bunu dershane yoluyla yükseltemezsiniz. Yani paradoksal biçimde, ancak okullarınız iyiyse sınavlarda dershaneler yoluyla bir fark elde edebilirsiniz.
Türkiye’de olan da bu. Dershanelerin müşterisi öğrenciler en kötü okullardan değil; tam tersine lisesinde veya ilk-orta okulda görece iyi eğitim alıp bir üst seviyede daha ‘seçkin’ bir okula gitme ümidi olanlar dershaneye gidiyor.
Oysa bakın, ülkemizde 25-34 yaş nüfusumuzun, yani çoktan eğitim sisteminin dışına çıkmış olanların yüzde 60’ı ilkokul mezunu. Bu yaş grubundaki insanlar 2040’ların sonuna kadar ‘çalışabilir nüfus’ olarak kalacaklar. Peki ama bilgisi ve becerisi olmayan, eğitimi olmayan bu insanlarla Türkiye ne üretecek? İnşaatlar bittiğinde ne yapacağız?

Yazının Devamını Oku

Eğitim konuşacağımıza siyaset konuşuyoruz

19 Kasım 2013
Hükümetin özel dersaneleri kapatmak isteği sır da değil yeni de değil.

Ama geçen hafta Zaman gazetesinin ortaya çıkardığı bir yasa taslağı üzerinden alevli bir tartışma başladı. Ne yazık ki tartışılan şey eğitim değil, cemaat-hükümet kavgası.
Birkaç rakam vereyim. Türkiye’de okul öncesi eğitimden her çeşit lisenin son sınıfına kadar okuyan öğrenci sayısı 17 milyon 234 bin 452. Yani her dört kişisinden biri öğrenci olan bir ülkede yaşıyoruz.
Türkiye 700 bin kişilik ordusuyla NATO’nun en büyük ikinci silahlı gücü ama Türkiye’de tam 832 bin 726 öğretmen var, devletten veya özel okullardan maaş alan. Yani en büyük meslek grubu öğretmenlik.
Bu iki rakam, yani öğrenci sayısı ve öğretmen sayısı, eğitimin istisnasız her bireyin hayatına şu kadar veya bu kadar dokunan en büyük konu olduğunu gösteriyor. Ama biz eğitimin kendisini konuşmak yerine basit, ufuksuz ve derinliksiz bir siyasi kavgayı konuşuyoruz. Aferin bize.
Dersanelerin yasa zoruyla kapatılmak istenmesi hiç kuşkusuz hukuka, demokrasiye, temel özgürlüklere aykırı bir şey. Bunu tartışmak bile yersiz.
Ama dersanelerin bu sistem içinde bir faydası olup olmadığını tartışmak bence gerekli. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı da söylüyor; dersanelerin Türkiye’nin eğitim çıktısına faydası varsa bile bu marjinal bir fayda.
Biraz rakam konuşalım: 2011-12 öğrenim yılında liselerimiz 712 bin 702 mezun verdi ama bunlardan 487 bin 314’ü üniversite sınavına girdi; girenlerin de sadece yüzde 30.24’ü dört yıllık lisans, yüzde 9.33’ü de iki yıllık ön lisans programlarına yerleştirildi.

Yazının Devamını Oku

Antibiyotik çağının sonuna mı geldik?

17 Kasım 2013
Amerika’nın meşhur Hastalıkları Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC-P) yöneticisi Arjun Srinivasan, ‘Antibiyotik çağının sonuna geldik’ diyor.

Neden böyle diyor? Çünkü, artık hiçbir antibiyotiğin etki etmediği ‘süper bakteri’lerin sayısında ve yaygınlığında ciddi artış gözleniyor.
Ve Srinivasan’ın asıl söylemek istediği şu: Antibiyotik çağının sonunun başlangıç aşamalarındayız. Bakteri kaynaklı enfeksiyonlardan ölen insanlar hep oldu, olacak da. Ama eğer insanlık yeterli önlem alamazsa, ileride bakteriyel enfeksiyonlardan ölmek nadir rastlanan bir durum olmaktan çıkacak, neredeyse kural haline gelecek.
Hepimiz genetik olarak hayatta kalmaya programlıyız. En temel içgüdümüz bu. İnsanoğlu nasıl hayatta kalmak istiyorsa, bizi öldürme potansiyelini taşıyan bakteri ve virüsler de hayatta kalmak istiyorlar. Biz nasıl hayatımızı tehdit eden şeylere karşı önlemler geliştiriyor, mesela depremden korunmak için daha sağlam binalar yapıyoruz; bakteriler de onları tehdit eden antibiyotiklere karşı genetik mutasyon geliştiriyor.
Mesela, ‘klebsiella pneumoniae’ isimli bakteri, ‘carmapenem’ isimli antibiyotiklere bile dirençli. Oysa bu antibiyotik, doktorların artık son çare olarak kullandığı en güçlü antibiyotiklerden biri.
San Fransisco’daki California Üniversitesi’nden bulaşıcı hastalıklar uzmanı Lisa Winston, ‘Bütün organizmalar ve olası bütün durumlar için söylenmiyor o antibiyotik çağı bitti sözü. Ama bazı organizmalar var ki, onlar için sahiden elimizde bir antibiyotik yok’ diyor.
Aslında sağlıklı bir insanın bu konuda endişeye kapılıp telaş etmesine pek gerek yok. Çünkü bu ‘süper mikrop’lara yakalanma olasılığı hala düşük. İronik bir biçimde, hastaneye gittikçe, hatta orada ameliyat oldukça bu süper mikroplara yakalanma olasılığı da artıyor insanın. Tabii bir de Hindistan, Yunanistan, Türkiye gibi ülkelerde bu olasılık yüksek. Çünkü süper mikroplar bu ülkelerde daha yaygın. Sebebi de, bizim ülkemiz dahil bu ülkelerde isteyenin istediği antibiyotiği eczaneden alabilmesi. Aşırı ve yaygın antibiyotik kullanımı, bakterilerin genetik evrim geliştirme ihtimalini de arttırıyor.
İlk süper mikroplardan birinin Hindistan’da ortaya çıkması şaşırtıcı değil. Tabii bir de hayvan yetiştiricilerin aşırı antibiyotik kullanımı var; bu da bakterilerin direncini arttıran önemli bir faktör.

Yazının Devamını Oku

Dershane tartıştığımız enerjimizle eğitim konuşabilsek keşke...

16 Kasım 2013
MİLLİ Eğitim Bakanlığı İç Denetim Birimi’nden denetmen Hasan Ünsal, 2010 yılında özel dershanelerle ilgili kapsamlı bir rapor yazıyor.

Raporun bir yerinde Ünsal, ‘Seçme sınavının olduğu her yerde dersanecilik de kaçınılmazdır’ diyor.
Özel dersaneleri kapatma ve onları özel okul olmaya teşvik etme anlayışı yeni değil. Mesela 2007-2013 yıllarını kapsayan 9. kalkınma planında özel dersanelerin özel okula dönüştürülmesi için teşvik uygulanması gereğine işaret ediliyor. Mesela Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2010-2014 stratejik planında bu dönüşümün teşvikleri konusu ele alınıyor.
E, dün de hatırlattım, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da yıllardır bunu söylüyor, üstelik meydan mitinglerinde bir siyasi vaat olarak da dile getiriyor.
Dolayısıyla Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir yasa tasarısı taslağı (belki birden fazla taslak) hazırladığının ortaya çıkmış olması kimse için sürpriz değil.
Dün yazmaya çalıştım, dersaneler bir sebep değil sonuç. Ortada hastalıklı ve sürekli de hastalık üretmekte olan bir bünye var; siz bu bünyenin ortaya koyduğu onlarca semptomdan bir tanesini hedef alıyorsunuz.
Hastalığın kendisini hedef alsak, bu semptomların kendiliğinden ortadan kaybolduğunu göreceğiz belki de. Dün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de söyledi, hastalığın kendisi eğitim sistemindeki derin eşitsizlik üreten yapı.
Kendi adıma ben dersanelerin eğitime herhangi bir katkı sağlamadığını düşünüyorum. Evet, bazı bireylere üniversiteyi kazandırması, bazı bireyleri ‘seçkin’ denen liselere sokmasını ben ülke eğitimine katkı olarak görmüyorum; olsa olsa o bu bireylere yapılan bir katkı.

Yazının Devamını Oku

Dershaneler: Sebep yerine sonucu ortadan kaldırmaya çalışmak

15 Kasım 2013
Esasında, sınav kazanmaya yardımcı olan bir sektör olarak dershanelerin açık durduğu her dakikanın Milli Eğitim Bakanlığı için ve Türkiye Cumhuriyeti için utanç vesilesi olması gerekir.

Çünkü dershanenin varlığı, çocuklarımıza gereken becerileri okullarımızda kazandıramadığımızın, yeterli eğitimi veremediğimizin itirafıdır.
Kısacası, dershaneleri var eden sistem, bizim eğitim sistemimizin yetersizliğidir.
Sorunu ikiye bölüp konuşmakta fayda var.
Birinci bölüm, ortaokulu bitiren çocukların ‘seçkin’ liselere girme savaşı verirken gittikleri dersanelerle ilgili.
Eşitlikçi bir eğitimi bizim Milli Eğitim Bakanlığımız hedeflemiyor bile. Bakanlığın kısa veya orta vadeli hedefleri arasında okullar arasındaki seviye farklarını gidermek, ‘seçkin’ lise anlayışına son vermek ve ayrımsız bütün liseleri ‘seçkin’ yapmak yok.
Böyle bir hedef olmayınca, ‘seçkin’ okullara giriş bileti verdiğini iddia eden bir sektörün doğmasına kızmak anlamsız. O sektör, bir bozukluğun sonucu olarak orada var.
Sorunun ikinci bölümü, lise mezunlarını üniversiteye sokmak iddiasındaki dersaneler.

Yazının Devamını Oku

Bir başkadır benim ceberut devletim!

12 Kasım 2013
Geçen hafta başlayan ‘kızlı-erkekli’ tartışması, bal gibi de özel hayata müdahaledir.

Hiç lafı dolaştırmıyorum; bu müdahale başladı ve durmayacak da.
Başbakan da, bakanlar da, AK Parti önde gelenleri de, AK Parti taraftarları da bu cümleye hemen itiraz edecekler, ‘Ne yapıldı, bir tek örnek göster? Bir tane yasa mı çıkardık hayat tarzlarını engelleyen, özel hayata müdahale eden’ diyeceklerdir. Diyorlar zaten.
Ben de diyorum ki yeni bir yasa çıkarmaya gerek yok. Mevcut yasalarla zaten özel hayata dibine kadar müdahale etmek, insanları yıldırmak, toplumda farklı bir hava yaratmak mümkün. Bugün yapılan da bu.
Bu ‘kızlı-erkekli’ tartışmasının çıktığı ilk gün konuyu hafife aldım, ‘Tamam da’ dedim, ‘Bunun bir hukuku yok, yapamazlar. Ne yani, evli olmayan çiftlerin aynı evde oturmasını ceza kanununa suç olarak mı yazacaklar?’Evet ama hiç yoktan böyle bir kavgayı çıkarmak için ceza kanununa madde eklemeye gerek yok aslında. Bizim, ‘Mernis’ diye bir uygulamamız var, totaliterizmi en iyi anlatan roman olan meşhur 1984’ün yazarı George Orwell’in bile hayal edemediği.
Minicik bir ek yazılımla Mernis’te yapılacak bir tarama, ülke çapında, aralarında evlilik bağı olmadan aynı evde yaşayanları saniyesinde ortaya çıkarır. Çünkü hepimiz bir eve taşındığımızda, bir evde 3 aydan uzun süre kaldığımızda kendimizi gidip muhtarlıktan Mernis’e kaydettiriyoruz, ‘Ben buradayım’ diyoruz.
Peki demeyenlerimize ne oluyor? Polis yakalarsa onlara para cezası kesiyor. Ve emin olun yakın zamanda böyle çok para cezası tahsilatı yapılacak.
Başka ne yapıyoruz? Herhangi bir otele, pansiyona gidip kaldığınızda, o otel veya pansiyon sizin TC kimlik numaranızı alıyor polise bildiriyor. Yani polis, siz seyahate çıktığınızda da nerede olduğunuzu biliyor, siz uyurken onlar sizin poliste kaydınız olup olmadığına bakıyor, her an kontrol altındasınız.

Yazının Devamını Oku