Öklid, İskenderiye’de yaşamış bir matematikçi. Milattan önce 300 yılında kurduğu aksiyomatik sistem sayesinde geometriyi mantıklı ve iç tutarlığa sahip bir dal olarak ortaya çıkartmış olan insan Öklid.
Öklid’in büyük başarısını anlamak için önce aksiyomatik sistemin ne olduğunu anlamak gerek.
Önce az sayıda doğruluğu kendinden menkul aksiyomlar belirlenir. Öklid’in meşhur kitabı sadece beş aksiyomla (veya postula) başlar. Bunları hepimiz ilkokul ve ortaokul matematik derslerinde öğrendik. Mesela birinci aksiyom, ‘İki noktadan bir ve yalnız bir doğru geçer’ diye tercüme edilmiştir bize. İkinci aksiyom, ‘Bir doğru parçası iki yöne de sınırsız uzatılabilir’ der. Üçüncü aksiyom veya postula, ‘Merkezi ve üzerinde bir noktası verilen çember çizilebilir’ derken dördüncü aksiyom ‘Bütün dik açılar birbirine eşittir’ diye koyar kuralı.
Bu postula veya aksiyomlardan en meşhuru ve en tartışmalısı beşincisidir. Orijinali şöyledir: ‘İki doğruyu diklemesine kesen doğru parçasının aynı tarafındaki iç açılarının toplamı iki dik açının toplamından azsa, bu iki doğru sonsuza kadar uzatıldıklarında bir noktada kesişirler.’
Bir aksiyomatik sistemin gerçek manada aksiyomatik sistem olabilmesi için, önce kendi aksiyomlarının (veya kurallarının) birbiriyle çelişmemesi gerekir.
Oysa bu beşinci aksiyom, diğer aksiyomlardan farklı olarak yüzyıllar boyunca tartışıldı. Bir çelişki vardı ama tam olarak neydi?
Çünkü bu aksiyomun tersi, yani iki doğruyu yukarıdan aşağı kesen bir başka doğrunun aynı taraftaki iç açılarının toplamının 180 olması durumunda, doğruların hiçbir zaman birbiriyle kesişmeyeceği söylenmiş oluyordu. O yüzden bu aksiyomun adı ‘paralel aksiyomu’dur aynı zamanda.
Diğer bütün sorular bu yanıt belli olduktan sonra sorulabilir ve yanıtı aranabilir.
Ama hükümet, hepimizin zekasına, aklına, ferasetine hakaret ederek tamamen başka bir soruyu soruyor ve onun cevabına veriyor önceliği. Bu rüşvet ve yolsuzluk iddialarının hükümeti yıpratmak, hatta hükümete karşı bir ‘siyasi operasyon yapmak’ amacıyla ortaya atıldığını söylüyor.
Eğer günlerdir ortada dolaşan rüşvet ve yolsuzluk iddiaları ile bunlara bağlı kimi deliller yeterince sağlam değilse, iddiaların içi boşsa hükümet haklıdır. Ama bunu söyleyebilmek için bile önce o iddiaların gerçek olup olmadığını görmeyi beklemek gerekir.
‘Efendim operasyon siyasi...’ Elbette siyasi. İçinde dört bakanın, iktidar partisinin önemli bir belediye başkanının, iktidara yakınlığıyla bilinen işadamlarının, bürokratların adının geçtiği bir soruşturma elbette siyasidir; siyaseti etkiler. Türkiye’de de etkiler, Patagonya’da da, Mikronezya’da da.
Ama hayat da siyasetten ibaret değildir; siyaset başka her şeyden önemli bir uğraş hiç değildir. Yolsuzluk ve rüşvet iddiaları, eğer doğruysa, siyaseti etkilemeli ve hatta belirlemelidir.
‘Efendim bu iddiaları ortaya atanların bir amacı var...’ Elbette var. Etrafınız sadece dostlarınızla çevrili değil; sizi yerinizden etmek isteyenlerin olması siyasetin doğasının gereği. Siz doğru dürüst olacak, hatta siyasi rakiplerinizden bile daha doğru dürüst olacaksınız ve kimseye aradığı o fırsatı vermeyeceksiniz. Yani böyle iddialara, o iddialar zayıf bile olsa, muhatap dahi olmayacaksınız.
‘Ama paralel yapılara izin verilemez...’ Elbette verilemez. Ama siz o ‘paralel yapı’nın varlığını 17 Aralık 2013 sabahına kadar fark etmediyseniz, zaten hükümet olmayı hak etmiyorsunuz demektir. Yok bu yapıyı önceden beri biliyor ve onlara göz yumuyordunuzsa, o zaman bugün şikayet etmek için kuyruğun en sonuna girmeniz gerekir.
1. Fazlasıyla ‘meraklı’ polisler önlerine gelenin telefonunu yasadışı biçimde dinlerler, odalarına böcek yerleştirirler.
2. Bu dinlemelerde kendilerince kullanılabilecek bir unsur bulurlarsa, yasadışı dinleme yoluyla elde ettikleri bilgileri bir isimsiz ihbar mektubuna çevirir, kendi kendilerine postalarlar.
3. Emniyete ve savcılıklara yüzlerce isimsiz ihbar mektubu gelir ama nasıl olursa polisin kendi kendine yazdığı ihbar mektubu ciddiye alınır, savcılıkta hemen soruşturma başlatılır, telefon dinlemeler, fiziki takipler vs birden mahkeme kararıyla yapılan ‘legal’ işlere dönüşür.
4. Soruşturma, duruma bağlı olarak çok hızlı da yapılabilir, çok ama çok yavaş da. Bir soruşturma uzuyorsa, bilin ki o soruşturmanın ‘kullanışlı’ olacağı bir zaman bekleniyordur.
5. Bu demek değil ki bu çeşit soruşturmaların hepsinin içi boştur; tam tersine çoğunlukla o soruşturmaları yürütmek için gerekenden fazla suç ve suç unsuru vardır. Ama eğer yoksa, kendi kendine isimsiz ihbar mektubu yazan mekanizma delil uydurmakta, kendi paranoyasına (veya gizli siyasi hedefine) uygun tuhaf bağlantıları kurmakta da tereddüt etmez. (En basiti, Erzincan’daki savcı İlhan Cihaner’in ‘Cemaati bitirme planını uygulamak’tan, eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın sol bir örgüte yardım yataklıktan hapse atılmaları.)
6. Bırakın hükümetin konuyla ilgili yetkili ve bilgili isimlerini, aklıselim sahibi her vatandaşın görebileceği bu hileler, bu hukuku esnetmeler ve hukuku araçsallaştırmalar siyaseten işe geldiği sürece onay görür, destek görür. Ama aynı araçsallaştırma 7 Şubat 2012’de hükümetin kendi politikalarını, 17 Aralık 2013’te hükümetin kendi bakanlarını hedef alınca işin rengi değişir, birden bire ‘Paralel yapılanma’dan ve ‘Hükümete karşı psikolojik savaş’tan, ‘vesayet girişimi’nden, hatta ‘uluslararası komplo’dan söz edilmeye başlanır.
7. O ‘yapı’nın orada olduğu ve kendi başına iş yaptığı, bırakın cemaat çıkarını bireylerin kişisel çıkarı, hatta garezi için (Nedim Şener ve Ahmet Şık neden hapis yattı sanıyorsunuz) adli mekanizmayı araçsallaştırdığı yıllardır bilindiği
850 bine yakın çalışanı olsun. Bu çalışanların yarısı kadın olsun. Çalışanların tamamına yakını da dört yıllık üniversite veya dengi bir okul mezunu olsun.
Ancak, normal şartlarda bütün toplum ortalamasının üzerinde bir insan kaynağına sahip olan bu kamu kurumu, aynı zamanda Türkiye’nin en fazla eleştirilen, en yetersiz bulunan kurumu!
Gerçekten de, iddiayla söylüyorum: Türkiye’de kağıt üzerinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın sahip olduğu beşeri sermayeye sahip ya hiç özel ya da kamu kurum yoktur ya da çok az sayıda vardır.
Peki ama hem kağıt üzerinde bunca nitelikli insan bir araya gelecek hem de bu insanların sunduğu hizmetin çıktısı bu kadar vasat, hatta dünyayla kıyaslandığında vasatın altında olacak, nasıl oluyor?
Cevap vermesi hiç de kolay olmayan bir soru bu.
Cevabın bir sürü unsuru var ama bu unsurlardan iki tanesi öne çıkıyor.
Birincisi, öğretmenlik mesleği, ekonomik ve dolayısıyla sosyal statü olarak en prestijli mesleklerden biri değil maalesef. Onca yıl eğitim alan, ardından KPSS sınavında ter döken ve son olarak da atanmak için uzun süre beklemeyi göze alan bir öğretmenin ilk maaşı 1850 lira. Yani bin dolar bile değil.
Makale için çok sayıda katil ve serikatilin beyinlerini taramış ve ‘psikopat beyni’ diye bir şeyin olup olmadığına bakmıştı.
Ama Fallon’un masasının üzerinde sadece katillerin beyin görüntüleri yoktu; aynı anda yürüttüğü ve makalesini de yazmakta olduğu Alzheimer hastalığıyla ilgili bir çalışma için de çok sayıda insanın beynini taramış, bu arada aynı araştırma için ‘sağlıklı kontrol grubu’ olarak da kendi ailesinin beyinlerinin filmlerini çekmişti.
Bir an gözü masanın üzerinde duran beyin filmlerinden birine gitti, havaya kaldırdı baktı, bu açıkça bir psikopat beyniydi. ‘Filmler karışmış olmalı’ diye düşündü ama yine de şüpheye kapılıp labaratuvarı aradı, filmin üzerindeki kod numarasını söyleyip filmin kime ve hangi araştırmaya ait olduğunu sordu.
Aldığı yanıt hayata bakışını değiştirdi. Film, Alzheimer araştırması için çekilmişti ve kendi ailesinden birine aitti. Daha doğrusu kendisine!
Aslında psikiyatristlerin tanımladığı ‘psikopati’ diye bir hastalık yok. Ama James Fallon bu konuda, ‘Nasıl sanatı tanımla dediğinizde tanımlayamazsınız ama bir eseri gördüğünüzde onun sanat olduğunu anlarsınız, benzer bir durum psikopatlar için de geçerli; görünce tanırsınız’ diyor.
Onca katilin, seri katilin, acımasız insanın beynini taramış ve o beyinlerde ortak bazı özellikler bulmuş bir insandan söz ettiğimiz unutulmasın. James Fallon, kendi beyin yapısında da aynı şeyi gördüğünde derin ve sahiden çok samimi bir iç yolculuğa çıkıyor. Dileyen, James Fallon’un bu son derece etkileyici samimiyetteki iç yolculuğunu, onun yazdığı ‘The Psychopath Inside - A Neuroscientist’s Personel Journey Into The Dark Side Of The Brain’ (İçerdeki Psikopat - Bir Nörologun Beynin Karanlık Tarafına Kişisel Yolculuğu) adlı kitabından okuyabilir.
Katillerle, acımasız suçlularla benzer beyin yapısına sahip olan James Fallon elbette katil değil; ama iç yolculukta ilerledikçe görüyoruz ki, beynini ve beyninin çalışma biçimini belirleyen genetik mirası onu psikopat beyinli yapıyor. Ama yine de Fallon bir katil değil.
Bu parayı biz vatandaşlar teorik olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne emanet ederiz, hükümetlere değil.
Türkiye Büyük Millet Meclisi de, her yıl (tam da bugünlerde yaptığı gibi) hükümetin hazırlayıp gönderdiği bütçe kanununa bakar, gelecek yıl paraların nereye harcanacağına kalem kalem karar verir.
Evet, ‘Bu yıl şu kadar parayı şu proje için harcayacağım’ diyen, yönlendirici güç hükümettir ama onayı Meclis verir; Meclis isterse hükümetin bu önceliğini değiştirebilir, paranın başka bir yere harcanmasına da karar verebilir.
Meclis, verdiği yetkiyle harcanan paraların sahiden yerinde harcanıp harcanmadığını ve harcama yapılırken gereken usullere uyulup uyulmadığını Sayıştay isimli yüksek yargı kurumu aracılığıyla denetler.
Geçmişte başka türlüydü ama günümüzde Batıdaki yaygın uygulama iktidarların yapmak istedikleri yatırımlar ve işler için birer performans kriteri belirlemesini gerektiriyor.
Yani diyelim Karayolları Genel Müdürlüğü, yatırım bütçesi isterken, ‘Ben bu yatırımları şu şu şu hedefleri gerçekleştirmek ve bu yolla topluma bir fayda sağlamak amacıyla yapıyorum’ diyor. (Geçmişte Karayolları Genel Müdürlüğü, çok trafik kazası olan kimi ‘kara nokta’ların düzeltilmesi için bütçe istedi, sonra da bu düzeltme işini yaptığını trafik kazası sayısındaki azalmayla kanıtladı.)
Bu performans hedefi Sayıştay’a söyleniyor. Sayıştay önce performans hedefinin gerçekçi olup olmadığına, ekonomik olup olmadığına vs bakıyor. Sonra Meclis bütçeyi onaylarsa bu kez o bütçenin alınması için gösterilen performans kriterinin gerçekleşip gerçekleşmediğine bakıyor Sayıştay.
Sonra oraya köprü yapmak için ihaleye çıkılıyor, ihale katılımcıları devletin ‘Şu kadar araç geçer’ hesabına bakıyor, geçiş ücretlerini değerlendiriyor, kendi inşaat maliyetlerine bakıyor ve elbette kazancını hesaplıyor, sonra da ihaleye teklif veriyorlar.
Bu teklif, firmanın diyelim 25 yıl sürecek işletme süresince devlete vereceği parayı bildiriyor. İhale komisyonu, diyelim 25 yıllık işletme süresi için en fazla para vereni birinci seçiyor.
Gerek İstanbul’a 3. Boğaz
Köprüsü ve onun çevre yolları projesinde, gerekse Atatürk Havaalanı’nın yerini alacak yeni havaalanında ihale bu yöntemle yapıldı.
Yani devlet, köprü için bir yıllık geçecek araç sayısı, havaalanı için de yolcu sayısı belirledi.
Peki köprü ve havaalanı yapıldıktan sonra devletin öngördüğü kadar araç geçmez, yolcu gelmezse ne olacak? O zaman devlet aradaki eksik kazancı şirkete ödeyecek.
O halde taa en başa dönmeliyiz: Acaba devletimiz köprüden geçecek araç sayısını ve havaalanına gelecek yolcu sayısını nasıl belirledi? Hangi bilimsel kıstasları kullandı? Bu hesapları yaparken, ihale belgelerine yazar ve resmi taahhüt altına girerken danışmanlık hizmeti aldı mı? Aldıysa tek bir firmadan mı aldı, birden fazla firmadan mı?
İŞTE İSMET BERKAN'IN ÇÖZÜM YÖNTEMİ
Bu sonuçlar hakkında, ancak konuyla eğer ilgiliyseniz bazı köşe yazıları ve ufak tefek haberler gördünüz. Kapsamlı bir tartışmaya tanık olmadınız. Oysa eğitim konusu, 17.3 milyon öğrencisi olan Türkiye’de hemen hemen her aileyi yakından ilgilendiren bir konu.
Muhtemelen sadece Türkiye’nin PISA’da yine başarısız olduğunu okudunuz. Biz kendi kendimizi dövmeyi, acımasızca eleştirmeyi ve sonra da ‘Bizden adam olmaz’ demeyi nedense seven bir milletiz; PISA sonuçları bize bir kez daha ‘Bizden adam olmaz’ dedirtti, bundan tatmin olan da oldu anlayacağınız.
Ama acaba PISA nasıl bir sınav ve nasıl oluyor da aynı anda hem Türkiye’de, hem Finlandiya’da, hem Amerika’da, hem Meksika’da hem Kore’de öğrencilerin bilgi ve becerisini tek bir testle belirleyip birbiriyle kıyaslayabiliyor?
Bütün bu ülkelerde eğitimin amacı, hedefi ve müfredatı birbirine benziyor mu ki, elimizde böyle bir kıyas imkanı oluyor?
Arkasında inanılmaz bir bilgi birikimi ve tasarım kabiliyeti olan PISA testi, sadece ve sadece bir temel varsayıma dayanıyor: Eğitimin amacı öğrenciye ‘eleştirel düşünme’ becerisini kazandırmaktır.
Ve PISA’nın ölçtüğü şey de bu esas olarak. Yani, PISA sonucuna bakıp ‘Matematik sınavında 448 aldık ne fena’ demenin fazla bir anlamı yok. Söylememiz gereken, ‘Matematik alanında eleştirel düşünme becerimiz, Şanghay’ın becerisi 613 puanken ancak 448 puan’ cümlesi.