Herkesin özel işine burnunu sokan devlet ise Amerika. Bu ülkenin güçlü elektronik istihbarat örgütü NSA’nın ne işler çevirdiğini, halen Moskova’da havaalanında sürgün hayatı yaşamakta olan eski bir NSA taşeron çalışanı olan Edward Snowden sayesinde bir ölçüde öğrendik.
Snowden sayesinde öğrendiğimiz şeylerden biri de, işi şifre kırmak olan NSA’nın işi bizim özel haberleşmemiz için şifre üretmek olan RSA adlı şirkete 10 milyon dolarlık bir ihale verdiğiydi.
RSA herhangi bir şirket değil. Bugün hepimizin hergün kullandığı şifreleme teknolojisini bulan üç kişinin kurduğu bir şirket bu.
Önce, banka ATM’sinden elektronik postalarımıza, internet alışverişinden kredi kartlarımıza kadar her yerde kullandığımız bu şifrelerin teknolojisini kabaca anlatmaya çalışayım.
‘Açık anahtar teknolojisi’ denen bu yöntemde, herhangi bir şeyi şifrelemekte kullandığınız ‘şey’ (çok uzun bir rakam dizisi) herkesin görebileceği bir ‘şey’ oluyor. Ama bu şifreyi açmanın yolunu teoride bir tek siz biliyor olmalısınız, çünkü sizin onu açacak ‘kişiye özel’ bir anahtarınız var.
İşte buradaki ‘açık anahtar’ çok uzun bir rakam dizisi oluyor. Bu 128, 256, 512, 1024 hatta daha da çok sayıda art arda gelen rakamdan oluşabilir.
Peki bu uzun rakam ne? Bu rakam, iki tane asal sayının birbiriyle çarpımından oluşan bir rakam. Asal sayılar, biliyorsunuz kendisinden başka hiçbir şeye tam olarak bölünemeyen sayılar demek.
1. Kuşkusuz kavgada atılan ilk yumruk operasyonun kendisiydi. Hala daha en kuvvetli hamle bu; yolsuzluk suçlaması, eğer sağlam kanıtlarla da destekleniyorsa, öyle yabana atılacak bir suçlama değil. Ortaya çıkan para dolu karton kutular, kasalar, hediye saatler, hediye umre seyahatleri vs temizlenmeyi bekliyor ve kolay kolay da unutulmayacak.
2. Hükümetin operasyona karşı ilk yumruğu, başta bu operasyonu yapan polisler olmak üzere emniyette geniş çaplı bir tasfiye hareketini başlatmak oldu. Tasfiyenin yanısıra savcılara yürüttükleri soruşturmayı illerindeki başsavcıya ve polislere de savcı emriyle yürüyen soruşturmaları emniyet müdürü ile valiye bildirip izin alma zorunluluğu getirildi. Bu yumruğu hükümet attı ama sanıyorum bu yumruk sebebiyle darbeyi de cemaat kadar hükümet de aldı; hatta belki daha fazlasını aldı.
Çünkü hükümetin bu hamlesi, kavgada galibin kim olduğuna karar verecek olan kamuoyu gözünde bir yerde suçun itirafı ve gerideki diğer suçların üstünün örtülmek istenmesi gibi algılandı.
3. Bunun üzerine hükümet bu algıyı değiştirmek için geniş çaplı bir propaganda atağına başladı; kamuoyunu devasa bir komployla karşı karşıya olduğuna inandırmak için harekete geçti. Kamuoyunu buna ne kadar inandırdı kestirmek zor ama bu propaganda atağının etkili olduğunu, benim bile meseleyi cemaat-hükümet mücadelesi olarak gören yazılar yazmak durumunda kaldığımı kabul etmek gerek. Artık yolsuzluğu daha az, cemaatin devlet içindeki paralel örgütlenmesini daha çok konuşuyoruz.
4. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu propaganda savaşı için meydanlara çıktı, bazı günler birden fazla miting düzenleyerek kendi seçmenini konsolide etmeye çalıştı, daha da çalışacak. Bu arada bir de ön alıcı hamle yaptı, Pakistan gezisi dönüşü uçağında sohbet ettiği gazetecilere, ‘Hedefleri benim’ dedi, ‘Çocuklarım üzerinden bana ulaşmaya çalışıyorlar.’5. Nitekim bu sözlerin yayınlandığı gün cemaatin ikinci hamlesi geldi. Bir savcı, hükümetin soruşturmalarla ilgili getirdiği yeni kuralı dinlemeden 42 kişi hakkında gözaltı kararı aldı, iddiaya göre Başbakanın oğlu Bilal Erdoğan’ı ifadeye davet etti, bazı isimlerin mal varlıkları için mahkemeden tedbir kararı çıkarttı.
6. Ama savcının soruşturması başsavcı tarafından engellendi, o engelleyene kadar İstanbul’da kolluk kuvveti adli işlemleri yapmadı. Cemaatin bu yumruğu, kamuoyunda büyük ölçüde hükümet tarafından başlatılan propaganda atağının gerçeklere dayandığı şeklinde algılandı, bir anlamda geri tepti, zaten istenen sonucu da alamadı.
7. Hükümetin bu atağa cevabı bakanlar kurulunda yolsuzlukla suçlanan bakanlar da dahil geniş çaplı bir değişiklik yapmak, bu arada polisteki tasfiyeleri hızlandırmak ve en üst bağımsız yargı organı olan HSYK’ya karşı savaş başlatmak oldu.
‘Biçim’ dediğimiz şey de dönüyor dolaşıyor, ‘Ak Parti seçimde yüzde kaç oy alacak’a indirgeniyor.
Peki o zaman gelin bunu konuşalım: 30 Martta yapılacak yerel seçimde Al Parti, İl Meclisi ve İl Genel Meclisi oylamalarında yüzde kaç oy alırsa ‘başarılı’ sayılacak?
Adalet ve Kalkınma Partisi daha önce iki kez yerel seçime girdi.
Bunlardan birincisi tam on yıl önce 2004 yılındaydı ve parti bu seçimde İl Genel Meclisi oylamasında Türkiye çapında yüzde 41.67 oy aldı.
Ak Parti’nin ikinci yerel seçimi 2009’daydı. Bu sefer parti oy kaybetti ve İl Genel Meclisi oylamasında Türkiye genelinde yüzde 38.39 oy alabildi.
Gördüğünüz gibi yerel seçimlerde bütün partiler gibi Türkiye’nin dominant siyasi gücü olan Ak Parti’nin oyları da, milletvekili genel seçiminden hayli farklı çıkıyor.
Seçmen, baraj da uygulanmayan bu seçimde, gayet de bilinçli biçimde başkanını seçerken farklı, il genel meclisine oy verirken farklı tercih kullanıyor.
Bugünden bakınca o Türkiye’ye sahiden ‘Eski Türkiye’ diyoruz. Her ne kadar şu anki nüfusumuzun yarısı o ‘eski’ Türkiye’yi ya hiç bilmiyor ya da tam olarak hatırlamıyor olsa da, en azından hatırlayanlar oraya geri dönmeyi pek istemiyor olsalar gerek.
Evet, ‘eski’ Türkiye’ye dönmeyelim elbette ama ‘yeni’ Türkiye de verdiği ümit kadar yeni değil; hatta son dönemde eskiyi fazlasıyla hatırlatır oldu.
Bugün bitirdiğimiz 2013 AK Parti açısından görevdeki en zor yıllarından biri oldu. Elbette 2007 çok zor bir yıldı, ondan önce 2003 ve 2004 art arda gelen darbe teşebbüsleri yüzünden zorluklarla doluydu. 2008’e kapatma davası rengini verdi; ardından da küresel ekonomik kriz geldi.
Ama bu zorluklar, yani en azından 2010 yılına kadar yaşanan zor yıllar, eski Türkiye’nin bakiyesiydi; onlarla başa çıkmak, bugün karşı karşıya olunanla kıyaslanınca görece kolaydı; çünkü o zorluklarla başa çıkmak için onca yıl bilgi ve tecrübe biriktirilmişti.
Oysa 2013’ün Mayıs sonunda İstanbul’daki Gezi Parkı için sokağa çıkan yüzbinlerce insan, AK Parti açısından yepyeni çeşit bir zorluğun habercisiydi.
Sokağa çıkan lidersiz ve örgütsüz kitle, daha fazla özgürlük ve demokrasi; daha az polis şiddeti isteyenlerden oluşuyordu.
Oysa bu talepler AK Parti’nin ‘yeterince’ yerine getirdiğini sandığı taleplerdi; daha fazlasının, hatta özgürlük ve demokrasinin tamamının bir kerede istenmesi iktidarın ezberini bozdu.
Bu savaşın bir noktasında Fethullah Gülen, Amerika’daki evindeki bir din sohbeti sırasında hükümete beddualar etti veya lanet okudu.
Dinde beddua olur mu, olmaz mı, Fethullah Gülen’in yaptığı beddua mıydı yoksa lanet okumak mıydı gibisinden din tartışmaları beni aşan şeyler, oralara hiç girmeyeceğim.
Ancak bu konunun hayli popüler olduğunun, Fethullah Gülen’in beddua veya lanetini gösteren videoların YouTube’da gerçekten çok sayıda insan tarafından izlendiğinin, hatta bu videoların parodilerinin de yapıldığının farkındayım.
Madem memleket gündeminin bir bölümünü de beddua veya lanet konusu oluşturuyor, gelin biz de başka bir tarafından konuya yaklaşalım, acaba edilen duaların veya beddua/lanetlerin gerçekten bir etkisi oluyor mu, ona bakalım.
‘Nasıl bakacakmışız’ dediğinizi duyar gibiyim. Konuyla ilk karşılaştığımda ben de şaşırmıştım ama galiba şaşırmamak gerekiyor; akla gelen gelmeyen her şeyi araştıran bilim insanları bu konuyla da ilgilenmiş.
Esasen hepimiz hasta olduğumuzda, bir yakınımızın başına bir şey geldiğinde dualarda destek ararız, manevi yanımız güçlenir.
Bu kendi başına çoğu zaman iyi sonuçlar da veren bir şey. Hasta morali önemli ve dua etmek, maneviyata sarılmak en azından morali güçlendirici, insanı hayata bağlayıcı bir şey.
Savaşın iki tarafı var. Bir yanda hükümet ve iktidar partisi ile onun bütün propaganda aygıtları, öteki tarafta ise kısaca ‘cemaat’ diye adlandırılan ‘yapı’ ile onun bütün propaganda aygıtları.
Bu savaşta bir adım öne geçilmesi, minicik minicik üstünlükler kurulması veya rakibin üstünlüğünün giderilmesi uğruna hemen hemen her şey, en kutsal ve aziz bilinen şeylerden tutun da ülkenin geleceği bakımından kritik önemdeki konulara kadar her şey bir savaş aracı haline gelebiliyor.
Üstelik bu savaş gizli kapaklı da yapılmıyor; toplumun gözünün önünde, dünyanın gözünün önünde yapılıyor.
Önce bu durumu görelim: Bu bir tefessüh halidir. Meşru siyasi yollar, meşru hukuk yolları dururken belden aşağı vuruşlarla ve dolaylı, imalı, beddualı, lanetli konuşmalarla yapılan, yolsuzluktan demokratikleşmeye, eğitimden ekonomik gelişmeye kadar her önemli şeyi iktidar mücadelesinin basit araçlarına indirgeyen bu savaş, nasıl bir çürüme ve kokuşma içinde olduğumuzun, yani tefessüh ettiğimizin açık belirtileri. Geçmişte hayal edilemez türden şeyler yaşıyoruz ve bu hayal edilemez şeyleri ‘olağan’ karşılamamız isteniyor. Bizden tek istenen bu olağanlaşmanın parçası olmamız değil. Bir de bizden tarafımızı seçmemizi istiyorlar. Onlar açısından yürütülen mücadele o kadar önemli o kadar hayati ki, başka her şeyi silindirle ezip geçmeye, etrafı kırıp dökmeye hazırlar. Ya onlardan birinin yanında taraf olacaksınız ya da yok olup gideceksiniz. Başka bir yol yok sanki.
Psikolojik savaşlar, kendi doğaları gereği, sonu olmayan ve aslında kazananı da olmayan savaşlar. Bu anlamda gerçek bir savaş sayılmazlar, illa askerlik terimleriyle konuşacaksak belki onları bitmeyen muharebelere benzetebiliriz; hergün cephede bir şeyler olur, karşılıklı bombalar atılır, taraflar zaman zaman minik bazı ilerlemeler elde eder ama uzun dönemde durum çok değişmez; bu arada yüzlerce binlerce kurban verilir.
Bugün de psikolojik savaşta kısa vadeli hedef 30 Marttaki yerel seçim gibi gözüküyor. Bir yanda yolsuzluk iddiaları ortalığı kaplamış durumda; öteki taraftan da komplo iddiaları.
Bir futbol maçını veya uzaktaki bir savaşı anlatır gibi anlatmak istiyorum olan biteni ama olmuyor; çünkü gerçekte hepimizin hayatı söz konusu, çocuklarımızın geleceği söz konusu. Şu anda ülkemizin geleceği de çiziliyor bu psikolojik savaşla birlikte.
Savcı diyor ki, ‘Benim soruşturmam engellendi, mahkeme kararlarına rağmen polis gözaltı işlemlerini yapmadı.’ Bu tek başına vahim bir iddia zaten.
Ama başsavcının iddiaları daha da vahim. Diyor ki başsavcı, bu soruşturmayı yürüten savcının böyle bir yetkisi olmadığını, konunun cebir ve şiddet de içermediği için o savcıyı ilgilendirmediğini ve en fenası savcının soruşturmasının içinin yeterince kuvvetli olmadığını söylüyor.
İlk bakışta yargı içinde bir kavga, bir sorun gibi gözüküyor ama buna karar vermek o kadar kolay değil.
Bir hukuktan hala söz etmek mümkün mü bilmiyorum ama bizim hukukumuzda polisin iki şapkası var. Bir şapkası ‘Önleyici kolluk’ diğeri ise ‘Adli kolluk.’
İlk şapkası kafasındayken polis yürütmenin emrinde ve yasa uygulama gücü olarak suçun oluşmasını engelliyor. Ama suç veya suç şüphesi oluştuğu anda polis artık savcının emrinde, ‘adli kolluk’ rolüne giriyor.
Savcının emrinde olmak demek, yürütmenin değil yargının emrinde olmak demek.
Peki İstanbul’da ne oldu? Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlunun da adının karıştığı öne sürülen bir soruşturmada başsavcı ile savcı arasında başta anlatmaya çalıştığım anlaşmazlık çıktı.
Mantık ve akıl onu gerektirir ki, bu ‘aklanma’nın iki yolu var: 1. İddiaların ciddi olduğunu düşünmek ve yolsuzluğa/rüşvete karıştığı öne sürülen bakanlarla hükümetin arasına mesafe koymak, varsa suçun bireyselliğinden hareketle meselenin Ak Parti’yi ve hükümeti töhmet altında bırakmasına engel olmaya çalışmak; 2. İddiaların gayrı ciddi ve içi boş olduğuna karar vermek ve bakanlarına sahip çıkıp iddiaların içinin ne kadar boş olduğunu kamuoyunun da görmesi için çalışmalarda bulunmak.
Bu, elbette siyasi bir imtihandı. Ve aslında acil bir imtihandı; çünkü sadece üç ay sonra Türkiye sandık başına gidecek, yerel seçimde oy kullanacak. Bu seçimden 3-4 ay sonra bir kez daha sandık başına gidilecek; bu kez Cumhurbaşkanı seçimi için oy kullanılacak ve bu seçimde belki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da aday olarak yarışacak.
Şunu unutmayalım: Ne olursa olsun, Ak Parti ve Başbakan Erdoğan, 17 Aralık sabahı başlayan adli süreç için kamuoyunda bozulan imajlarını düzeltmek, yani bu imtihanı vermek zorunda. Bundan kaçış yok. Başbakan Erdoğan, az önce söylediğim iki seçenekten hiçbirini seçmedi; onun yerine yepyeni bir imtihana daha girmeye gönüllü olarak kendisinin ve partisinin savunma çizgisini çizdi: ‘Devlette Fethullah Gülen cemaati mensuplarının oluşturduğu bir ‘paralel örgütlenme’ var, siyaseti bu sefer bu yolsuzluk operasyonuyla dizayn etmeye çalışan bu örgütü çökerteceğim, onların inlerine gireceğim...’
Şunu hatırlatmama izin verin: Başbakan 17 Aralık operasyonuyla dile getirilen iddiaların bir kısmı için küçümseyici ifadeler kullandı ama hiçbir zaman ‘Yolsuzluk yok, bu iddiaların içi boş’ demedi.
Başbakan ve partisi hala birinci sınava da girmek zorunda; öte yandan dediğim gibi kendilerine bir sınav konusu daha açtılar.
Bu iki sınav hem birbiriyle bağlantılı hem değil. Yolsuzluk iddialarının içi boş çıksa ve buna kamuoyu ikna edilse, kuşkusuz ikinci sınavın başarılması daha kolaylaşacak. Ama bunun tersi geçerli değil. Yani devlet içindeki ‘paralel yapı’ kanıtlarıyla ortaya serilse bile yolsuzluk konusu hükümetin hala aklanmasını gerektirecek.
Ve üstelik artık, iki sınavdan da başarıyla çıkılması, sınavların başarılı geçtiğinin açık kanıtlarıyla kamuoyuna anlatılması gerekiyor.