İsmet Berkan

Cemaat gidiyor yerine kim geliyor?

24 Ocak 2014
BİZDE siyaset devleti ele geçirmek için yapılır en önce.

Devleti ele geçirmek denen şey de, devlet memurlarının sizin istediğiniz gibi hareket etmesidir esas olarak.
2002 sonunda Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiğinde kendine hiç de dost olmayan bir devlet buldu. Ordu her fırsatta sorun yaratıyordu; polis bin bir komplo hazırlığındaydı; başta yüksek yargı belki askerden bile büyük dertti; Hazine, Maliye, Dışişleri hep AK Parti hükümetine şüpheyle yaklaşıyordu.
AK Parti’nin ilk ayları, hatta yılları, icraat yapmaktan çok devlet içinde ittifaklar kurmak ve kritik mevkilere kendilerince ‘güvenilir’ isimleri getirmeye çalışmakla geçti.
On yıl önceyi hatırlayın, ortalık ‘Kadrolaşıyorlar’ eleştirilerinden geçilmez, sürekli listeler yayınlanırdı, AK Parti’nin üçlü kararnameyle veya Cumhurbaşkanı’nı aşamıyorlarsa ‘geçici görevlendirme’yle yaptığı atamalar çarşaf çarşaf çıkardı.
Bugünlerde çıkan savaş sayesinde öğreniyoruz; ‘dost’ bilinip yüksek seviyelere getirilenlerin hiç değilse bir bölümü de, Fethullah Gülen cemaatinin zaman içinde devlet memuru yaptığı isimlerden oluşuyormuş.
Etrafının ‘eski Türkiye’nin ‘düşman’ güçleriyle çevrili olduğunu düşünen hükümet, kendine ‘dost’ bir çember yaratmak istiyormuş.
Tabii müdahale edilebilen bürokrasi var, edilemeyen var. Mesela orduya o kadar da müdahale edilemiyordu; bu yol Balyoz ve Amirallere Suikat gibi davalar yoluyla bir hayli genişletildi.

Yazının Devamını Oku

‘Lekelenmeme hakkı’nı talep etmek çok mu lüks?

22 Ocak 2014
SON olarak 13 yaşındaki bir çocuğu duvara yazı yazdı diye ‘terörist’ olarak lekeleyen, PKK’ya kitap sattı diye iki yıl hapse mahkûm edilen insanların ülkesindeyiz.

Adaletin hiçbir zaman sağlanamadığı, her zaman kanayan bir yara olduğu, bu yüzden de adında ‘Adalet’ kelimesi olan partilerin ha bire iktidara geldiği bir ülkedeyiz.
Böyle bir ülkede ‘lekelenmeme hakkı’ndan söz etmek lüks mü kaçar acaba?
Hayır, temel bir insan hakkının talep edilmesi hiç de lüks değil.
Bakın, rakamlarla konuşmaya devam ediyorum: 2012 yılında Türkiye’de her 100 bin kişiden 11 bin 278’i ‘şüpheli’ sıfatıyla soruşturuldu bu ülkede. Sokakta gördüğünüz her 100 kişiden 11.3’ü yani.
Yine rakamlarla söylüyorum: 2012 yılında her 100 bin kişiden 9 bin 782’si, ‘mağdur’ veya ‘müşteki’ sıfatıyla adliye koridorlarındaydı.
Aynı yıl, o şüphelilerin üçte ikisi hakkında ya bir dava bile açılmadı ya da açılan davalar beraatla sonuçlandı. Üçte iki ya lekelendiğiyle kaldı ya da gerçekte bir suç işlemişti ama savcı o suçu kanıtlayamadı.
Güncel siyasi tartışmanın, cemaat-hükümet kavgasının, yolsuzluk iddialarının vs ötesine geçip konuşmamız gereken şey bu: Vatandaşlarımızın lekelenmeme hakkını nasıl sağlayacağız?

Yazının Devamını Oku

AK Parti döneminde suç patlaması mı yaşandı?

18 Ocak 2014
ÜLKEMİZİN nüfusu 2003 yılından 2012 yılı sonuna kadar kabaca yüzde 10 kadar artmış, 75 milyona gelmiş.

Buna karşılık, Cumhuriyet başsavcılıklarımızın açtığı suç soruşturmaları aynı dönemde neredeyse iki kat, yüzde 91.5 oranında artmış.
Sadece genel suçlara bakan Cumhuriyet başsavcılıkları değil bir de organize suçlar, terör suçları, devlete karşı işlenen suçlar gibi özel nitelikli suçları soruşturmakla görevli ‘özel nitelikli’ savcılıklarımızda da 2003’ten 2012’ye varana kadar dehşet bir yeni iş yükü oluşmuş, açılan soruşturma dosyası sayısı yüzde 41 oranında artmış.
Bu istatistiğe bakınca, 2003 yılından 2012’ye varana kadar ülkede dehşetengiz bir suç patlaması olduğunu düşünebilirsiniz. Tamamında AK Parti’nin iktidarda olduğu bu yıllarda savcılıklardaki iş yükünün artmasına başka ne isim verilebilir, bilmiyorum.
Ve yine, eğer aklı başında ve makul bir insansanız, savcılıklara soruşturma dosyası artışı olarak yansıyan bu suç patlamasının, mahkemelerimizin iş yükünü de benzer oranlarda arttırdığını varsayabilirsiniz.
Ama hayır. 2003 yılında özel yetkili veya değil her çeşit ceza mahkemesinde görülmekte olan dava sayısı 2012 yılında sadece yüzde 12.8 oranında artmışsa, bu işte bir yanlışlık var demektir.

*

Yazının Devamını Oku

Sistemin kilidi de anahtarı da savcılarda

17 Ocak 2014
UZUN yıllardan beri söyleyegeldiğim bir şeyi bugün bir kez daha söyleyeceğim:

Türkiye’de yargıdan kaynaklanan sorunlar arasında savcılık müessesesinin yarattığı sorunları en tepeye yazmak gerekir.
Gelin biraz rakamlarla konuşalım.
- 2003 yılında ‘özel yetkili savcılar’ 26 bin 994 dosyayı soruştururken 2012’de dosya sayısı 38 bin 295’e çıkmış. Bu yüzde 41’lik artışı izah eden başka hiçbir sosyolojik gelişme olmadığı halde, ansızın Türk milleti daha fazla özel suç şüphesiyle soruşturulur olmuş. Neden acaba?
- Sadece özel yetkili savcılıklarda da değil, Cumhuriyet Başsavcılıklarında da bir soruşturma patlaması olmuş. 2003’te 3 milyon 282 bin 595 dosya açıkken 2012’de 6 milyon 285 bin 102 dosya açılmış. 9 yılda artış oranı yüzde 91.5. Ne olmuş da bu dokuz yılda suç patlaması olmuş acaba?
- Aaa o da ne, belki de patlayan suç değil savcılarımızın soruşturma iştahıymış. Çünkü bütün çeşit ceza mahkemelerinde 2003’te 2 milyon 819 bin 886 dava görülürken bu rakam 2012’de (soruşturma sayılarındaki dehşetengiz artışa rağmen) 3 milyon 180 bin 194 davaya çıkmış. Artış sadece yüzde 12.8.
- Adli Sicil İstatistikleri’nde nedense daha yeni tarihli rakamlar yok. 2008 yılında özel yetkili savcılıklar 12 bin 566 soruşturma dosyası ile uğraşmış ama bunlardan sadece 4 bin 754’üne, yani yüzde 37.8’ine dava açmışlar.
- Bu bol keseden soruşturup sonra dava açmama alışkanlığı normal Cumhuriyet Başsavcılıklarında da var, 2008’de 2 milyon 839 bin 943 dosya soruşturulmuş, bunların yüzde 37.5’ine tekabül eden 1 milyon 67 bin 45’ine dava açılmış.

Yazının Devamını Oku

Kontrol etmesi kolay mı olsun zor mu?

15 Ocak 2014
YARGIYI kim nasıl kontrol etsin? Etsin mi, edemesin mi?

Bugün tartıştığımız konu bu. 12 Eylül darbecileri yargıyı kontrol etmek istiyorlardı, 5 kişilik bir Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu kurdular. O beş kişiden ikisi de Adalet Bakanı ile müsteşarıydı zaten. Hükümetler kuruldan bir yargıcı daha ayarladıklarında yargıyı kontrolleri altına alıyorlardı.
AK Parti, eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer sayesinde (veya yüzünden) bir türlü o üçüncü yargıcı ayarlayamayınca HSYK’nın yapısını değiştiren bir anayasa değişikliği yaptı. Artık kurul büyük ölçüde yargının kendi içinden seçeceği isimlerden oluşacak ve üstelik toplamda 22 kişi olacaktı. Yani kontrol edilemeyecekti.
Şimdi pişman AK Parti. Eskiye dönmek istiyor; bunun için Anayasa’yı zorlayan bir yasa teklifi halen Meclis’te.
Kendi kontrol edemediği ama ‘Cemaat kontrol ediyor’ dediği HSYK için bir yandan da Anayasa değişikliğine kapı aralıyor. Muhalefet partileri de prensipte böyle bir değişikliğe kapalı değiller. Ama yine de partiler aralarında uzlaşabilir mi, şüpheli. Peki neyi seçeceğiz? Daha kolay kontrol edilen bir HSYK’yı mı, yoksa daha zor kontrol edilen, hatta belli bir grubun kontrolüne girmesi bile imkânsızlaştırılacak yeni bir HSYK’yı mı?
Yaşanmakta olan bu müsibetten ülkemiz, demokrasisini ve hukuk devletini güçlendirerek mi çıkacak, tam tersine demokrasi ve hukuk devletini daha da fazla yaralayan, otoriterliği kontrol etmemizi daha da zorlaştıran bir yöntemle mi?
Hükümetin temel içgüdüsünün demokrasi ve hukuk devletini güçlendirmek olmadığını sezmek, Meclis’te konuşulan yasa teklifine bakarak mümkün.
Peki muhalefet acaba buradan Avrupa Birliği ilkelerine uygun, demokrasi ve hukuk devletini güçlendirecek yeni bir düzenleme çıkmasına yardımcı olur mu?

Yazının Devamını Oku

Türkiye: Bir karadeliğin oluşum süreci

11 Ocak 2014
EVRENDE bazı dev yıldızlar var. Bunlar yakıtlarını tükettikçe kendi içlerine doğru çöküyorlar.

Bir noktada öyle büyük bir kütle çekim kuvveti oluşuyor ki, yıldızın bir zamanlar parıldayan ışığı bile o çekim gücünden kurtulamaz hale geliyor. İşte bu çeşit şeylere ‘karadelik’ adı veriliyor. Yakınına gelen her şeyi yutacak ve sonsuza kadar yok edecek denli güçlü çekim kuvvetine sahip karanlık devasa kütleler.
Türkiye’de son dönemde yaşananlar bana hep bu içe doğru çökmeyi hatırlatıyor.
Sürdürülemez bir sistemimiz olduğunu en azından 60 yıldır biliyoruz; ne demokrasimiz demokrasi, ne yargımız adalet dağıtıyor, ne vatandaşların en temel hakları güvence altında.
Bu sistem, belki de kurulduğu ilk günden itibaren kendi içine doğru çökmeye mahkûmdu; kendi halkının en temel haklarını inkâr etmek ve halkı sürekli baskı altında tutup bizi kuşaklar boyu koyun yerine keçiye makbul bir şey muamelesi yapmak zorunda bırakmak böyle bir şey.
Şimdi oturmuşuz hükümetin getirdiği HSYK değişikliklerinin bizi diktatörlüğe götürüp götürmeyeceğini konuşuyoruz. Sanki diktatörlük olmamızın önündeki yegâne engel HSYK’ydı, daha düne kadar adından bile söz etmediğimiz bir kurul yani.
Kusura bakmayın ama mevcut HSYK teklifine getirilen eleştiriler ne kadar haklı olursa olsun, bu tartışma bir anlamda meleklerin cinsiyeti tartışması.
Çünkü demokrasi adını verdiğimiz sistem bir bütün. Bu bütünün tamamlayıcı parçalarının neredeyse tamamı arızalı, yanlış kurulmuş, halkın genel çıkarı yerine belli bir amaca hizmet etmek için özel olarak oluşturulmuş.

Yazının Devamını Oku

Duydunuz mu, 13 HSYK üyesi cemaatçiymiş!

10 Ocak 2014
İKTİDARDAKİ Adalet ve Kalkınma Partisi’ne mensup bir grup milletvekilinin imzasıyla Meclis Başkanlığı’na sunulan ve jet hızıyla görüşülmesine karar verilen yeni Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yasa teklifini duydunuz herhalde.

Dün Hürriyet başta bütün gazetelerde yasa teklifi uzun uzun anlatılıyordu.
Birdenbire HSYK’nın bütün iç işleyişini sil baştan yenileyen ve Hürriyet’in mükemmel manşet başlığındaki gibi adalet bakanlarını ‘özel yetkili bakan’ haline getiren bu teklife neden ihtiyaç duyulduğunu da biliyorsunuz: AK Parti’ye göre 22 üyeli HSYK’nın 13 üyesi ‘cemaatçi’.
Geçen gün şaka olsun diye ‘Almanya’dan hâkim getirtelim’ dedim ama artık ciddi ciddi önermeliyim: Almanya, Amerika, İngiltere gibi ülkelerden hiç değilse HSYK’ya üye getirelim. Hem onlar ‘cemaatçi’ de olmazlar!
Hükümetimiz, bıyıkları, giyimleri, gümüş nikâh yüzükleri, hatta ayakkabıları dahi birbirine benzeyen güvenlik ve adliye bürokrasisinden insanların hangisinin cemaatçi hangisinin ‘hükümetçi’ olduğunu nasıl anlıyor?
Bana soracak olursanız tek bir ölçüt var: Hoşa gitmeyen ve elbette ‘zamanlaması manidar’ soruşturmalara bulaşıyorsa cemaatçi, bulaşmıyorsa değil!
Bir polisin, bir savcının ‘paralel yapı’dan olup olmadığını anlamak da kolay değil ama onların yerini değiştirmek, görevden almak daha kolay. Oysa hâkimler için bu iş bu kadar kolay da değil.
Mesela, hükümetin Adli Kolluk Yönetmeliği değişikliği aleyhine bildiriye imza atan 13 HSYK üyesini görevden almak için anayasa değişikliği gerek. Yani HSYK seçimini tekrar etmek.

Yazının Devamını Oku

Almanya’dan hâkim mi getirsek?

8 Ocak 2014
BALYOZ ve Ergenekon gibi davaların yeniden görülmesi için yürütülen çabalar, Ergenekon’dan yargılanıp mahkûm olan ve halen davası Yargıtay aşamasında olan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un bir sorusuyla yeni bir boyuta geçti.

‘Bizi celladımıza mı emanet edeceksiniz’ diyen Başbuğ, bu ülkede yaygın duyguların belki de en yaygını olan adalete inançsızlığını iletmiş oldu.
Zaten hükümet de bugünlerde ‘yargıyı paralel yapı/cuntadan temizleme’ açıklamaları yaparak Başbuğ ile paralel düşündüğünü gösteriyor.
Yargı dediğimiz şey savcılar ve yargıçlardan müteşekkil bir kurum. Savcıları şimdilik bir kenara bırakacak olursak, bir yargıcın cemaatçi mi, devletçi mi, yoksa insan hakları ve hukuktan yana mı olduğunu nasıl saptayacağız?
Bize sürekli bu saptamanın savcılar için daha kolay olduğu ima ediliyor ama ben hiç o kanıda değilim. Bir cadı avı ve kişilerin özel hayatlarına dek uzanan bir inceleme yapılmadan kimin ne olduğunu belirlemek kolay değil.
Hadi diyelim belirlediniz, cemaatçi olanları Anayasa’yı falan hiçe sayarak meslekten uzaklaştırdınız; ya geri kalanlar neci olacak? Hangi ölçüte göre ‘makbul’ hâkimler ve savcılar seçeceğiz? Seçimi kim yapacak?

Yeniden yargılama mı dediniz?

NASIL olacak da sadece Balyoz ve Ergenekon yeniden yargılanacak? Neden KCK davaları yeniden başlamasın? Neden şike davası yeniden görülmesin? Neden onlarca terör, ifade özgürlüğü, cinayet, organize suç davası yeniden görülmesin?

Yazının Devamını Oku