Peki bu, bir devlet memuruna neredeyse resen site kapatma yetkisi veren yasaya rağmen mümkün mü?
Hayır, değil.
Anlatmaya çalışayım:
Sadece YouTube’da trilyonlarca video olduğu sanılıyor. ‘Sanılıyor’ diyorum, çünkü tam hesabı bilen yok; zaten hesap da her saniye değişiyor.
Ayda 6 milyar saat, yani 250 milyon gün, yani 685 bin yıl video seyrediliyor YouTube’da. Her ay oluyor bu.
Diyelim ki elinizde hükümetin yayınlanmasından hiç hoşlanmayacağı bir ses kaydı veya video var; bunu YouTube’a isterseniz binlerce farklı başlık altında yükleyebilirsiniz.
Sonra başlarsınız teker teker duyurmaya. Duyurduğunuz film TİB tarafından durdurulunca bir başkasını duyurursunuz, o durdurulunca bir başkasını, bir başkasını... Bu sonsuza kadar sürer. Sonunda TİB bütün YouTube’u kapatana kadar.
Sayman’a göre, 1982 Anayasası’nın kurduğu düzen öyle bir ‘despotik düzen’ ki, bu düzen içinde yapılacak iyileştirmeler, sayısı ne kadar çok olursa olsun, aslında sistem içinde basıncı azaltacak birer ‘supap’ açmaktan başka işe yaramıyor.
Bizim art arda gelen yargı ve demokratikleşme paketlerine de böyle bakabiliriz aslında. Mevcut despotik düzenin köküne eğilmek yerine bu düzenin yarattığı sıkışmadan kurtulmak için sağa sola supap açmak yani.
Hükümetin önceki gün Meclis’e sevk ettiği 22 maddelik ‘demokratikleşme paketi’ne bakın bir.
Bir yandan, evet nihayet ülkemizde özel yargılama devri, özel usullerle soruşturma derdi bitiyor, ister terörle suçlansın ister adi cinayetle her yurttaş bundan böyle aynı usulde yargılanacak.
Gözaltı süresi nihayet 24 saate iniyor, savunma hakkına yönelik kısıtlamalar azalıyor...
Bunlar, kuşkusuz ‘normalleşme’ yolunda önemli bir adımlar.
Bunun üstüne bir de tutuklamayı, telefon dinlemeyi, ev-işyeri aramayı, mala mülke el koymayı veya tedbir kararı almayı zorlaştıran hükümleri ekleyin.
O zaman bunu ‘tefessüh’ diye tanımlamıştım, sözlük anlamıyla, ‘çürüme, bozulma, kokuşma; (kişi, toplum vb. için) özelliğini, niteliklerini yitirerek bozulma’ yani.
Ama bir de dönün bugüne bakın. Gün geçmiyor ki Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın sesini bir telefon kaydında duymayalım. Yine gün geçmiyor ki, Amerika’da oturduğu yerden Türkiye’yi yönetmeye kalkmakla suçlanan Fethullah Gülen’in telefon kayıtlarını bir yerlerde okumayalım.
90’lı yılların sonunda tanık olduğumuz ‘tefessüh’ meğerse bu alanda bir perde açılışıymış sadece. Bugün tanık olduklarımıza ben bula bula bilgisayar dilinden hareketle ‘tefessüh 2.0’ adını buldum.
Karşılıklı olarak ses kaydı biriktiren ve canı çektiğinde istediği konuşmayı ortaya salanlar kimlerdir diye sormaya bile gerek yok.
Bir tarafta kaynak savcılıklar ve polis. Başbakan’ın ses kayıtları oradan geliyor. Bunlar sözde ‘yasal dinleme’ler. Her ne kadar içeriğinden Başbakan’ın medyayı nasıl anbean kontrol altında tuttuğunu öğreniyor olsak da, herkesçe malum olduğunu düşündüğüm son kaydın hangi suç iddiasına istinaden yapıldığını anlamaya imkân yok. Adı ‘yasal’ da olsa, esasen yasadışı bir dinleme bu, çünkü suçla bağı yok!
Öteki taraftan yağan ses kayıtlarının kaynağı da devlet kurumları (hatta belki polis) olsa gerek. Yalnız bu kayıtlar için bir mahkeme kararı olduğunu falan sanmıyorum; bunlar düpedüz yasadışı kayıtlar; çünkü ortada bildiğimiz bir suç soruşturması yok bu kayıtlar yapıldığında Fethullah Gülen’le veya cemaatin iş dünyası örgütü TUSKON’la ilgili.
İşin daha da tuhafı, iki tarafın da yasadışı telefon dinlemelerden şikâyetçi olması, özel hayatın teşhir edilmesini kuvvetli ifadelerle kınaması.
Bizim hukukumuzda tutuklamanın üç ayrı uygulaması var.
Birincisi ağır cezalık olmayan suçlarda yasa tutuklama süresini 1 yıl olarak belirliyor ama ‘Zorunluluk varsa altı ay daha uzatılır’ diyerek toplam süreyi 1.5 yıla çıkarmanın önünü açıyor.
İkincisi ağır cezalık suçlarda, yasa ‘Tutuklama 2 yıldır’ diyor ama orada da zorunluluk halinde 3 yıl daha uzatılabileceği, yani tutuklamanın 5 yıl uygulanabileceği söyleniyor.
Bir de son olarak terör ve ‘devlete karşı suçlar’la ilgili tutuklama rejimi var; burada da ağır cezadaki maksimum sürenin iki kata kadar uygulanacağı, yani 10 yıl olacağı söyleniyor..du!
‘Du’ dedim, çünkü bu hüküm yedi ay önce, 4 Temmuz 2013’te Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. (2012/100 esas sayılı karar.) Mahkeme, 10 yılın çok uzun olduğuna hükmetti ama iptal kararının yürürlüğe girmesi için de parlamentoya 1 yıl süre verdi. Yani, hükümet eğer 4 Temmuz 2014’e kadar terör ve devlete karşı suçlarda 10 yıldan az 5 yıldan çok (7.5 lafları var) bir süreyi ‘maksimum süre’ olarak belirleyen bir yasa düzenlemesi yapmazsa, en uzun tutukluluk bütün ağır cezalık durumlar için 5 yıl olarak uygulanacak.
Başbakan’ın söylediği tutuklama süreleri konusu hükümetin aklına gelmiş bir düzenleme değil anlayacağınız; bir yerde Anayasa Mahkemesi’nin zorlaması. Ve tutuklulukta maksimum sürenin 5 yıla düşmesi için hükümetin hiçbir şey yapmaması yeterli.
Yolsuzluk suçlamaları buhar olacağa benzemiyor
HERHALDE adına ‘Hayalet operasyon’ demek gerekecek; İstanbul’da savcıların 25 Aralık günü başlatmak istedikleri ama önce İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı ile İstanbul Emniyeti tarafından, sonra da hükümet tarafından engellenen operasyondan söz ediyorum.
17 Aralık operasyonu sonrası hükümet yargıya ve yürümekte olan soruşturmalara müdahaleye başlayınca gündeme halen Meclis Genel Kurulu’nda uyutulmakta olan Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu yasa teklifi geldi.
Bu teklif, herhangi bir demokraside kabul edilebilir olmayan şeyler içeriyor; ayrıca Anayasa’yı da fazlasıyla zorluyor. Tam da bu sebeple Batı’dan tepkiler yağacağını çok iyi bilen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül devreye girdi.
Gül’ün önerisi, Anayasa’nın HSYK ile ilgili maddesinin değiştirilmesiydi. Cumhurbaşkanı, Anayasa’ya hayır oyu vermiş olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve şu an HSYK üyelerini toptan değiştirmek isteyen hükümetin bu değişikliğe yanaşacağını varsayıyordu.
Sahiden de iki taraf da başta öneriye karşı çıkmadılar. Ama aradan geçen onca zamanda Anayasa da değişmedi.
Bu arada hükümet HSYK içi kısmi bir değişiklikle aslında istediği atama yapma serbestisini elde etti; yani HSYK yasasına olan ihtiyacı bir ölçüde ortadan kalktı. CHP bu durumu da gördüğü halde Anayasa değişikliğinden uzak durmaya, bu konuda hükümet üzerinde zorlayıcı olmak üzere çalışmamaya devam ediyor.
Neden acaba?
Somut duruma baktığımızda, aslında hükümet halen istediğini almış, Türkiye’nin dört bir yanında savcıları darmadağın etmiş durumda. Anayasa değişikliğinden esas onların kaçması gerekiyor, çünkü yeni gelecek bir HSYK heyetiyle neler olacağını kestirmek zor.
Dünkü Yeni Şafak’ta Ali Bayramoğlu’nun da yazdığı gibi, hükümetin Gezi sırasındaki davranışı, bir yerde onun demokratikleştirici, reformcu imajını da yerle bir etti.
Hükümet bu durumun farkına vardı; eylül ayında bir ‘demokratikleşme paketi’ açıkladı. Paket, hükümete bir ölçüde nefes aldırdı.
Ama hemen ardından bu kez 17 Aralık operasyonu ve sonrasında hükümetin polise ve yargıya sert müdahalesi geldi. Biraz toparlanır gibi olan ‘demokrat’ imajı yeniden yerle bir oldu. Avrupa’dan Amerika’ya çok sert eleştiriler gelmeye başladı.
Hükümet bir kez daha çareyi demokratikleşme paketinde arıyor. Şimdi, zaten taa 2005’te yeni Türk Ceza Kanunu çıktığında yürürlükten kaldırılması gereken Terörle Mücadele Kanunu’nu kaldırmaya, bu arada özel yetkili mahkemeleri de tamamen yok etmeye karar verdi hükümet.
Her ikisi de doğru ama gecikmiş hamleler.
Ancak, yargıya ve yürümekte olan soruşturmalara müdahaleler devam ettikçe bu hamlelerin AK Parti’ye kaybettiği imajını geri kazandırması çok zor.
Çünkü mesele birdenbire, kısmi hamlelerle demokrasiyi geliştirmek olmaktan çıktı. AK Parti’nin otoriter bir düzen değil gerçek bir demokrasi peşinde olduğuna herkesi inandırması için gereken eşik de çok yükseldi.
Siz bu yazıyla birlikte PPK’nın ne karar aldığını da okuyacaksınız veya zaten o kararı biliyor olacaksınız.
PPK’nın faizleri yükseltmesi bekleniyordu bu yazıyı yazarken. Bu, biraz da aklın, mantığın gerektirdiği bir beklenti; hatta, ‘Keşke Merkez Bankası faizleri aylar önceden arttırmış olsaydı da, kur artışları bu kadar sert yaşanmasaydı, ülkemizin serveti yabancı para cinsinden yüzde 30’u aşan oranda erimeseydi’ diyenler de var.
Ama durun bir dakika: ‘Faizler artmalı’ diyenlere hemen ‘faiz lobisi’ adı veriliyor, onlar bir nevi kan içici yamyamlar olarak resmedilmiyor mu?
Diyelim ki sahiden bir ‘faiz lobisi’ var; ‘Faiz yükselsin ve oturduğumuz yerden Türkiye’nin parasını yiyelim’ diye düşünenler var.
Peki ne oldu, Türkiye’nin parasını koruyabildik mi? Kimseye yedirmemeyi başardık mı?
Yoksa, bir tane de ‘döviz kuru lobisi’ mi var; çaktırmadan bu arada iş yapan ve milli gelirimizin yüzde 30’unun buhar olmasına yol açan?
Bu işleri, üstelik tamamen şeffaf biçimde herkesin gözü önünde olup biten işleri böyle metafizik varlıklarla, lobilerle falan izah etmeye kalkınca, işte böyle saçma yerlere varır insan.
Bu bireyler için böyledir. Peki ya bütün toplumu, ülke nüfusunun tamamını düşündüğümüzde?
Örneğin şu an Avrupa’nın çoğu ülkesi yaşlı nüfuslara sahip ama daha önce yarattıkları yüksek katma değer ve göreli zenginlik sayesinde, mesela çok daha genç olan Hindistan’a veya bize göre daha iyi yaşıyorlar.
Peki Türkiye yaşlandığında nasıl yaşayacağız? Bugün, ‘Onlar yaşlı ve ekonomik sorunları var’ diye hafiften burun kıvırdığımız Avrupa ülkeleri gibi mi geçirmek isteriz yaşlılığımızı, yoksa bugün sahip olduğumuzdan bile daha azıyla mı yetinmek zorunda kalırız?
Türkiye’nin önündeki soru bu. Bakmayın siyaset alanında yaşanan kavgaya gürültüye, bütün o kavganın gürültünün üstünü örttüğü, adam gibi konuşulmasını engellediği soru bu.
Çünkü bundan 26 yıl sonradan itibaren, yani 2040 yılından itibaren Türkiye nüfusunun ortalama yaşı, Avrupa’nın çoğu ülkesinden daha yaşlı olacak. Evet, yanlış okumadınız, Fransa, İngiltere, Hollanda, Almanya gibi ülkelerin ortalama yaşı bizden daha genç olacak.
Ağustosböceği ile karınca misaline benziyor hikâyemiz. Eğer bugünden karınca gibi olmazsak, yani çalışıp zor zamanlar için biriktirmezsek, fakirlik üzerimize yapışıp kalacak. Hatta bugünkünden daha azıyla yetinmek zorunda bile kalabileceğiz.
Gündelik siyasi kavgaların önemsiz olduğunu söylemiyorum ama arka planda duran bu büyük resmi hiçbir kavga bize unutturmamalı.