İsmet Berkan

Abdullah Gül’ün ne düşündüğünü merak eden yok mu?

9 Nisan 2014
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül geçen hafta Kuveyt’te kendisini izleyen gazetecilere ‘Artık cumhurbaşkanlığını konuşmanın vakti geldi, Başbakan’la karşılıklı oturur konuşuruz’ dedi.

Bu cümle sarf edildiğinden beri, zaten 30 Mart seçim sonucuyla başlayan cumhurbaşkanlığı konuşmaları hızlandı. AK Parti sözcüleri ve bakanlar her gün yeni yeni senaryolar anlatıyor, yeni yeni formüller ortaya atıyorlar.
Fakat dikkat edin, bu senaryoların da, gazetelerde köşe yazıları dahil söylenen ve yazılanların da tamamı bir varsayıma dayanıyor: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olacak, Abdullah Gül de başbakan.
Hatta bazılarımız şimdiden Erdoğan’ı cumhurbaşkanı seçti, Abdullah Gül’ün başbakan olması için de Bayburt’un yegâne milletvekilini istifa ettirtip bu şehirde seçim düzenleyip Gül’ü Meclis’e bile soktu. (Bu arada önceki akşam NTV’de yanlış bir bilgi verdim, onu düzeltip özür dileyeyim: Evet, genel seçime 1 yıl kala ara seçim yapılamıyor ama bunun tek istisnası bir şehrin milletvekilsiz kalması, bu durumda en kısa zamanda o şehirde milletvekili seçimi yapılıyor.)
Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını istemeyenler de şimdiden sanki o cumhurbaşkanı seçilmiş gibi eleştirilere başladılar; gelecekte anayasanın değiştirilip yarı başkanlık gibi bir sisteme gidilmesinden endişelerini dile getiriyorlar.
Bütün bu spekülasyonları, senaryoları boşa çıkarma ihtimali olan bir şey sanki göz ardı ediliyor. O da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün gelecekteki olası tutumu...
Birincisi şu: Gül, beş yıl daha cumhurbaşkanı kalmak isteyebilir ve bunu Başbakan Erdoğan’a söyleyebilir. Böyle bir durumda Erdoğan ona ne cevap verecektir?
İkincisi de şu: Cumhurbaşkanlığı yapmış olan Gül, yeniden gündelik siyasete dönmeyi, otobüs üzerinden nutuklar attığı mitingler yapmayı özlemiş olsa bile bunu 7 yıldır oturduğu makama yakıştıramıyor, ‘Cumhurbaşkanlığı yaptıktan sonra yeniden meydanlarda oy istemek doğru olmaz’ diye düşünüyor olabilir.

Yazının Devamını Oku

‘Kehanet Boşa Çıktığında...’

5 Nisan 2014
YIL 1956. Amerika’da bir tarikat, UFO’larıyla gelecek olan uzaylıların dünyayı işgal edeceğine ve kıyametin kopacağına inanmıştır.

Tarikat üyeleri, liderlerinin UFO’ların geleceğini ve işgalin başlayacağını söylediği zaman ve yerde buluşurlar, beklemeye başlarlar ama ne gelen vardır ne giden.
Bu durumda tarikat üyelerinin öfkelenmesini, enayi yerine kondukları için lidere kızmasını beklersiniz değil mi? Hayır, öyle olmaz.
Liderleri, onlara uzaylıların ikinci bir şans verdiğini ve kıyameti ertelediğini söyler; kazanılan bu zamanda tarikata daha fazla taraftar toplamalı, daha fazla insanı kurtarmak için çaba sarf etmelidir tarikat.
Kalabalık bu sözlere inanır, tarikat ileriki dönemde daha da kalabalıklaşır, daha fazla güç kazanır.
Neden böyle olur? Aptal mıdır bu insanlar?
Bu sorunun cevabını psikolog Leon Festinger, ‘When Prophecy Fails’ (Kehanet Boşa Çıktığında) adlı kitabında veriyor.
Temel inançlarımızla çelişen bir durum yaşadığımızda, aşırı bir rahatsızlık ve zihinsel stres yaşarız. Leon Festinger bu durumu ‘bilişsel çelişki’ (‘cognitive dissonance’) olarak adlandırıyor ve sözünü ettiğim kitabında bu kavramı anlatıyor.

Yazının Devamını Oku

Aynaya bakmadan olmaz

4 Nisan 2014
SEÇİM sonuçlarını rakamlarıyla adam gibi analiz etmek lazım ama henüz rakamlar netleşmedi.

Resmi açıklama olmadan konuşmak da anlamsız; çünkü gazetelerin veya haber ajanslarının rakamları birbirini tutmuyor, ayrıca yeterli ayrıntıdan da yoksun.
Ama o detaylara çok ihtiyaç olmadan yapılabilecek analizler de var. Çünkü her seçim, aslında ülkenin siyasi coğrafyası ve geleceği için çok şey söyler.
Partiler de, siyasetle yakından ilgili bireyler de, seçim sonuçlarına gerçekçi bir gözle bakmaktan çekinmemeli. Evet insan kendi kendini kandırmaya eğilimlidir; rakamları eğip bükerek yorumlamak da mümkündür ama duygusal bakıştan ne kadar uzaklaşılırsa bence doğru sonuca o kadar yaklaşılır.
Bu seçimin sonucuyla birlikte artık iyice belirginleşen ama esasen son dört-beş seçimdir gözlenen bir olgu var: Ülkemizde, yurt çapında siyasi rekabetin içinde olan, çoğu yerde birinci, bazı yerlerde ikinci ve az sayıda yerde de üçüncü parti konumunda olan bir tek parti var, Adalet ve Kalkınma Partisi.
Ve bu partinin çeşitli yerel rakipleri var. Bu yerel rekabetin en belirgini, Güneydoğu Anadolu ve kısmen Doğu Anadolu’da BDP ile AK Parti arasında olanı.
Ama Trakya’da, İstanbul’da, Ege’nin sahil şeridinde, Akdeniz sahil şeridinin bir bölümünde, Ankara ve Eskişehir başta olmak üzere bazı kentlerde rekabet AK Parti ile CHP arasında. Bu bölgelerde kısmen MHP etkinliği de var ama çok sınırlı.
Buna karşılık iç Ege, bazı iç Anadolu kentlerinde rekabet AK Parti ile MHP arasında.

Yazının Devamını Oku

‘Kutuplaştırmıyor, esnetiyoruz...’

2 Nisan 2014
DIŞİŞLERİ Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Ankara-Brüksel arasında bir uçak yolculuğunda sohbet imkânı bulduk.

NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı’na katılacak olan Davutoğlu, sohbet boyunca neredeyse hiç dış politikadan söz etmedi, sadece seçim ve seçim sonuçlarını değerlendirdi.
İşte Davutoğlu ile sohbetin satır başları:

‘HALK SAHİP ÇIKTI’“Halk, seçimin manipüle edilmek istendiğini anladı ve siyasete, sandığa sahip çıktı. Üstelik sadece Ak Parti’ye de değil, genel olarak siyasete sahip çıktı halk. Türkiye’de sandığa, yönetimleri değiştirme yetkisine kıskançça sahip çıkar hep halk. 2007 seçimi de böyledir.”

‘DAHA İLK RAUNT BİTTİ...’“Seçimi manipüle etmeye, seçimi çalmaya kalkışan güçler bunu üç rauntluk bir maç olarak görüyor. Daha ilk raunt bitti. Tayyip Erdoğan’ı ve AK Parti’yi siyaseten tasfiye edebilir miyiz, bunu yapamıyorsak onu dönüştürebilir miyiz? Dertleri bu. Bu amacı sadece paralel yapı da gütmüyor, başka pek çok uluslararası aktör de benzer hedef peşinde. Ve halk bunu da anlıyor, meselenin sadece bir yolsuzluk olmadığının farkındalar. Sadece yolsuzluksa eğer bu TIR’lar neden durduruldu, ilgisiz konuşmalar neden servis edildi, Dışişleri Bakanlığı neden dinlenip servis edildi, bunu soruyor insanlar.

Yazının Devamını Oku

Türkçü müsünüz İslamcı mı?

29 Mart 2014
YUSUF Akçora, uzun makalesine ‘Üç Tarz-ı Siyaset’ başlığını koyarken, bu makalenin yazıldıktan 110 yıl sonra bugün bile tartışılmasını bekliyor muydu acaba?

Akçora, 1904 yılında yazdığı makalesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘yeniden eski altın çağına dönmesi’ için önerilen üç temel siyaseti tartışıyordu.
Neydi peki ‘Üç Tarz-ı Siyaset’?1. ‘Hepimiz kardeşiz, Türk’ü, Arap’ı, Hıristiyan’ı, Yahudi’si hepimiz birlikte Osmanlılık kimliği altında mutlu mesut yaşayabiliriz’ diyen ‘Osmanlıcılık’.
2. ‘Başımıza ne geldiyse İslam’ın temel değerlerinden uzaklaşıldığı için geldi, yeniden İslam’a dönersek altın çağa da geri dönebiliriz, dünya Müslümanlarına liderlik edebiliriz, hilafet kurumu çok önemlidir’ diyen İslamcılık.
3. ‘Modern dünyada uluslar ırk esasına dayalıdır; biz de Türklüğümüzü unuttuğumuz için bu hallere düştük’ diyen Türkçülük.
Akçora Türkçüydü ve Türkçülüğü öneriyordu makalesinde.
Burada bir önemli ayrıntı var gözden kaçırılmaması gereken: Bu üç temel siyasi önerme birer parti programı değildi. Bunlar, devlete temel siyaset (resmi ideoloji) olarak öneriliyor, devletin bir bütün olarak o siyasi programı benimsemesi isteniyordu.
Nitekim, Sultan Abdülhamid dönemi bir ‘İslamcı’ dönem olarak hatırlanır; padişah ‘Pan-İslamizm’in bütün unsurlarını aktif olarak kullanmış, dış politikasında bunu önemli bir unsur haline getirmiştir. Ama yine de ülkenin bölünmesinin, toprak kaybetmesinin önüne geçememiştir.

Yazının Devamını Oku

Bir devletin sona erdiği an...

28 Mart 2014
BİR odada Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Hakan Fidan ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler toplantı halinde.

Toplantının konusu Suriye. Büyük ihtimalle çok yakın zamanda yapılmış bir toplantı bu; ve yine büyük ihtimalle ya Ahmet Davutoğlu’nun bakanlıktaki makamında veya onun Ankara’daki konutunda yapılıyor toplantı.
Konuşmaların içeriğinden Hürriyet’in yayın ilkeleri nedeniyle söz etmiyorum; o yüzden içerikle ilgili görüşlerimi de yazmayacağım. Sadece şunu söylememe izin verin:
Türkiye bir Suriye uçağını düşürdü diye veya Süleyman Şah Türbesi, hem Kaide, hem de Suriye’deki rejimle bağlantılı savaşan IŞHİD adlı örgütün tehdidi altında diye Türkiye, Suriye ile savaşa girecek kadar aklını kaçırmadı.
Esas çirkin iddia olan, ‘Seçimi kazanmak veya kaybedileceği anlaşılan seçimi ertelemek için ülkeyi savaşa götürüyorlar’ şeklindeki eveleme-gevelemenin hiçbir mantığı yok. Çünkü ülkede ana muhalefet bile şu aşamada seçimi kazandığı iddiasında değil; iktidar partisi ise seçimi kazanacağına zaten inanıyor, daha fazla oy alma peşinde.
İç politika ile ilgili bütün bu lafazanlıklar bize Suriye sınırında oluşan ve epeydir de varlığını sürdüren güvenlik riskini unutturmamalı. Bu güvenlik riski bugün oluşmuş değil; yarın sabah da bir askeri harekâtla veya başka bir şeyle bir anda ortadan kalkacak değil.
Türkiye’nin Suriye’ye tankıyla, topuyla, piyadesiyle askeri müdahalesi ise bu riski daha fazla büyütmekten başka bir işe yaramaz; çünkü meselenin kilidi Suriye’deki rejimin hayatta kalmaya devam ediyor olmasında. Suriye’de rejim değiştirici bir savaşı da Türkiye uluslararası topluma rağmen tek başına yapacak değil; yapamaz da zaten.
Ancak meselemiz bu değil. Meselemiz Suriye veya Suriye sınırından kaynaklanan güvenlik riskleri hiç değil. Meselemiz içeriden kaynaklanan ve dün gördüğümüz gibi büyük bir cürete de sahip olan cemaatin yarattığı devasa güvenlik riski.

Yazının Devamını Oku

Dünya bir yana ben bir yana diyemezsiniz...

26 Mart 2014
İLK internet yasası tartışmalarından beri aynı şeyi söylüyorum: İnternet üzerindeki bir içeriği yasaklamaya, görünmez kılmaya çalışmak beyhude bir çabadır.

Adınızın sansürcü ve yasakçıya çıktığıyla kalırsınız; çünkü sizin yasağa çalışan zekânızın karşısına o yasağı delmek için çare arayan milyonlarca insanın zekâsı çıkar ve kaybedersiniz.
İşin doğrusu, makulü normalde aramaktır. Yani, evrensel hukuka uygun yollardan gitmek, sabırla beklemek ve sonuç almaya, yani o sıkıntılı içeriği kaynağından ortadan kaldırmaya çalışmak.
Bakın, YouTube’a Fethullah Gülen’in bazı telefon konuşmalarının kayıtları kondu. Bugün açın bakın o sayfaları, ne yazıyor orada görün. Gülen cemaati, o içeriği çok kısa bir sürede YouTube’dan tamamen kaldırtmayı başardı. Çünkü uygun hukuki yolları kullandılar.
Buna karşılık Başbakan’ın oğluyla arasında geçtiği iddia edilen çeşitli telefon konuşmaları hâlâ YouTube’da duruyor. Çünkü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, makulü normalde aramak yerine normal dışına çıkmaya, yasaklamaya çalışmayı seçti. Ve başarılı olamadı. Çünkü, internet üzerindeki bir içeriğe erişimi yasaklama yoluyla engelleyemezsiniz.
Bunun engellenebilmesinin makul ve normal yollar dışında bir yolu olsa, Amerika o yolu kullanırdı sizden önce. Yasaklamanın imkânsızlığını gördükleri için hukuk yollarını izliyorlar orada.
Son ümitsiz ve başarısız çaba, biliyorsunuz Twitter’ı yasaklamak. Yasaklandı mı? Hayır. Bakın, sosyal medya reyting şirketi SOMERA’nın verilerine göre yasak kararının ardından ilk bir saatlik durgunluğu Türkiye kökenli tweet’lerde yüzde 33’lük bir artış izledi.
İlk yasak kararından iki gün sonra Türkiye bir başka ümitsiz girişimle IP bazlı engellemeye başladı; bir başka analize göre bunun etkisi ise sadece yüzde 10’luk azalma oldu. Bugün itibarıyla o azalma da sona erdi.

Yazının Devamını Oku

Dünyanın alay ettiği ülkeye dönüşmek...

22 Mart 2014
BİR yıl önce bu vakitleri hatırlıyor mudur Başbakan Recep Tayyip Erdoğan?

Diyarbakır’da Newroz için toplanmış milyonu aşkın insana Abdullah Öcalan’ın mesajı okunurken Türkiye’nin dört bir yanına ve dünyaya yayılan umudu hatırlıyor mudur?
PKK’nın silahlı eylemi bırakması, eğer iyi yönetilirse bu ülkeyi her bakımdan uçurabilirdi. Ama iyi yönetilmedi.
Önce Gezi Parkı için sokağa çıkanlara uygulanan görülmemiş polis şiddeti. Diyebilirim ki Başbakan Erdoğan’ın ‘normal’den uzaklaşması, ‘gerçek’le arasındaki bağın zayıflaması Gezi’de bizzat polise komuta etmesiyle başladı.
Şimdi geldiğimiz noktada iş Twitter’ı yasaklamaya kadar vardı. Bakmayın siz ‘Yargı yasakladı’ laflarına, Twitter’ın toptan kapanması bir idari kararla oldu; yani Başbakan’ın kararıyla.
Sadece 365 günde bütün dünyanın iyimserlik dolu bir dikkatle izlediği Türkiye’den bugün Twitter’ı yasaklayan, yolsuzluk soruşturmalarının üzerini örtmek için binlerce polisi sürgüne gönderen, tamamlandığı söylendiği halde 17 Aralık operasyonunun iddianamesinin mahkemeye gitmesini engelleyen bir hükümet tarafından yönetilen, bir spor kulübü başkanının kesinleşmiş hapis cezasının başlamasını bile seçim gününe, yani siyasete endeksleyen, Başbakan’ın ve bakanlarının yıllardır telefonlarının dinlenip kaydedildiği ve bugün fütursuzca her gün ortaya salındığı bir Türkiye’ye dönüşmek...
Dünyada artık eleştiri bile değil alay konusu olmuş bir ülkeye...
Nasıl çıkacağız buradan? Yeniden ‘normal’i arayan bir ülkeye dönüşebilmemiz için bile kapsamlı bir restorasyona, hatta devletin bazı kurumları için ‘reset’e ihtiyaç duyduğumuza kuşku yok.

Yazının Devamını Oku