İç savaş tüm hızıyla devam ediyor, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, tüm dünyanın "meşruiyetini kaybetti" yorumlarına ve yapılan tüm tahminlere rağmen iktidarını korumayı sürdürüyor.
Koruyor, korumasına da, bu iç savaşta, ölü sayısı 100 bini geçti, milyonlarca insan evinden oldu, akla hayale gelmeyecek bir vahşet yaşandı.
İki yılın ardından bu korkunç yaşananlarda pek bir değişiklik yok ancak sahada işler değişiyor gibi...
Tersten deja vu diyorum, zira Suriye'den gelen haberler insana iki yıl öncesini anımsatıyor.
ABD'de üst üste gazetecileri rahatsız eden gelişmeler yaşanıyor. Geçen hafta içerisinde, neredeyse hemen tüm basın kuruluşlarını ayağa kaldıran yeni bir olay yaşandı.
ABD'de Federal Temyiz Mahkemesi 4. Dairesi, New York Times muhabiri ve yazar James Risen'ın gizli bilgileri sızdırmakla suçlanan eski bir CIA görevlisiyle ilgili davada tanık olarak dinlenmesine hükmetti.
Dava esasen eski bir dava…
Risen, Bush yönetiminin CIA'yi yasadışı nasıl kullandığını anlatan "State of War" adlı kitabını 2006 yılında yayımladı. Kitap, çıktığında deyim yerindeyse kıyamet kopardı.
Kuyuya bu taş hafta başında atıldı. CNN International'dan üst düzey bir heyetin, Ankara'ya gelip hükümetten Gezi Parkı eylemleri sırasındaki yayınlarından dolayı özür dilediği iddia edildi.
Aradan çok geçmedi, bu haber yalanlandı. Üstelik CNN International'ın Atlanta'daki merkezinden de değil. Yalanlama, kurumun birlikte çalıştığı Londra merkezli halka ilişkiler şirketinin Twitter hesabından yapıldı.
Yetmedi, üstüne CNN'in Türkiye muhabiri Ivan Watson da kendi hesabından müdahil oldu: "Gazetecilik 101. Bir haber yapılırken, haberin tüm taraflarıyla görüşülür."
İddia yayınlandı, yalanlama geldi. Tartışmalar başladı.
CNN DAHA BÜYÜK SIKINTIYI ÖNLEDİ
Mısır'a Kasım ve Aralık aylarında çok kısa aralıklarla gittim. İlkinde İsrail bombardımanı altındaki Gazze'ye geçmek niyetiyle…
İkincisi ise, muhaliflere göre, Mursi'nin "ilk diktatörleşme" sinyalleri gönderdiği anayasa reformuna karşı düzenlenen protestoları izlemek amacıylaydı.
TAHRİR'DE BİR CUMA SABAHI
Her ikisinde de yanımda Hürriyet'ten meslektaşım, arkadaşım foto muhabiri Levent Kulu vardı. İlkinde geçiş yolumuzdu, fazla kalmayacaktık zaten.
O yüzden çok önemsemedim tacizkar bakışları, imalı sırıtışları ve bazı yeltenmeleri…
Oysa ikincisinde görevimiz birebir Kahire'nin, Tahrir'in kalbinden bildirmekti. Aralık ayındaki protestolar sırasında güneşli bir cuma sabahının erken saatlerinde attık Tahrir'e ilk adımımızı.
Etraf sesssizdi. Meydanda farklı sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler çadır kurmuş, içinde insanlar bekleşiyordu.
Her gazeteci gibi tabii ki niyetim ve amacım, oradakilerin orada bulunma nedenlerini anlamak ve bunu aktarmaktı.
Şubat 2011’de devrik lider Hüsnü Mübarek görevden ayrıldığında birçokları “devrim” çığlıkları atmış olsa da, esasen yine ordu yönetime müdahale etmişti. Üstelik ülke yönetimini de cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerine kadar bir yıl boyunca elinde tutmuştu.
Seçim yapıldı, önceki gece devrilen Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi seçildi. Mursi de iktidarda ancak bir yıl kalabildi. Seçilmesinin yıldönümünde başlayan olaylar, darbeyle sonuçlandı.
Mursi’ye yönelik tepkinin ve ülkenin farklı yerlerinde milyonlarca insanın toplanmasının muhtelif nedenleri var. Ancak, ordunun devreye girmesinin nedenleri ve sonuçları çok daha derinlerde...
ABD'nin en büyük ikinci eyaleti olan Teksas'ta yakın siyasi tarihe damgasını vuracak çok enteresan bir olay oldu.
Eyalet Senatosu bu hafta içerisinde, kürtajı tamamen yasaklamayan ama kürtaj koşullarını aşırı derecede sertleştiren bir yasayı ele aldı.
Yasa çerçevesinde, her ne olursa olsun 20 haftalık gebelikten sonra her türlü gebeliği sonlandırıcı işlem yasaklanıyor ve kürtajla ilgili ilaçlar sınırlanıyordu. Hatta getirilen düzenlemeler nedeniyle Teksas eyaletinde bulunan 42 kürtaj kliniğinin 37'sinin de kapatılması da gündeme gelecekti.
Başta Demokratlar olmak üzere, bu yasaya itirazlar yükseldi. Sonunda, yasa tasarısı Eyalet Senatosu'nun gündemine getirildi.
Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler zaten fiilen donmuş durumdaydı. Statükodan kastettiğim de bu.Türkiye, AB'nin başta vizeleri kaldırmak üzere birçok konuda uyguladığı çifte standarttan rahatsız…AB de Yunanistan ve Rum Kesimi vetolarının yanında Türkiye'nin reformlara ara vermesinden…
Özetle, ilişkiler teknik ve resmi olarak durdurulmasa da üç yıldır ilişkilerin en önemli noktası müzakerelerin donmuş olmasından iki taraf da pek şikayetçi değildi.
HÜKÜMETLERE BASKI VAR
Ancak Gezi Parkı eylemleriyle başlayan ve polisin aşırı güç kullanımıyla devam eden olaylar bu durumu da değiştirecek nitelikte. Zira, Avrupa'da hükümetler, kendi ülkelerinde oluşan kamuoyu baskısına yanıt vermek zorunda.İngiltere, ortadan gidiyor. Fransa sessiz. İpler şu aşamada AB'nin diğer önemli ülkesi Almanya'nın elinde görülüyor.Zaten Almanya'nın Hıristiyan Demokrat Başbakanı Merkel de "aman birşey olsa da, Türkiye ile araya mesafe koysak" diye bahane ararken, aradığı şeyi de bulmuş oldu.Almanya'nın yanında bir de Hollanda var. Onlar da aktif. Özellikle Avrupa Parlamentosu'nun en etkili ülkelerinden biri olduğunu ve çok sayıda Türk'ün yaşadığını düşünürsek bu tutumları oldukça doğal.
SOPA MI, HAVUÇ MU
Akşam saat 8'i biraz geçe daha meydana adımımızı atar atmaz, kendimizi toz bulutunun içinde bulduk... Gecenin geri kalanını da İstiklal Caddesi, Tarlabaşı, Talimhane, Gezi Parkı ve Divan Otel civarında dolaşarak geçirdim.
İletişim genel olarak sorunsuz olsa da özellikle Gezi Park ve Harbiye civarında sık sık kesintiye uğradı. 3G bağlantının gittiği, Twitter'ın koptuğu bu anlarda, o sırada meydanda olmayan arkadaşların SMS'leri kurtarıcı oldu.
Bir yandan DHA'nın internet sitesini, diğer yandan da CNN International'ın yayınını izleyenler, Taksim civarında olanlara nerede müdahale olduğunu, nerede gaz atıldığını, polisin nereden nereye hareket ettiğini, güvenli yerleri SMS'le bildirdi.
Eve gelince de CNN International'ın o çok tartışılan, altında buzağı aranan ve saatler süren yayını izledim...