Paylaş
2018’de yayınlanan ilginç bir haberle açıyorsunuz kitabı. Anlatır mısınız?
Bilimadamları, Amazon Ormanları’nda drone’ları kullanarak yaptığı araştırmada bir kabileye rastlıyor. ‘Medeniyetten uzak, teknolojiyi kullanmayan, ilkel ama ok ve yay kullanma becerisine sahip, dış dünyadan korkan bir kabile’ deniyor. Haberin son cümlesi daha da çarpıcı: ‘Geçen yıl altın madencileri bu kabilenin 10 kadar üyesini öldürmüştü…’ Bu son cümleyi okuyunca, ‘Burada ilkel ve medeniyetten uzak, barbar olan kim, medeni olan kim?’ diye sormak gerekiyor. Bu ormanlarda yaşayan insanlar tabiatla ve kendileriyle barışıklar, dışarıdan birileri geliyor, altın hırsıyla onları öldürüyor. Yine de barbar olan bu kabilenin insanları. Sizce de büyük bir tezat yok mu ortada? Biz bugün barbarlığı da, modernliği de eşzamanlı olarak yaşıyoruz. İlerleme çağında yaşadığımızı söylüyoruz ama 20.Yüzyıl’ın tarihine bakın. 1. ve 2. Dünya Savaşı, Holokost, Bosna Soykırımı, Ruanda’da yaşananlar, kitle imha silahları, küresel ısınma… Vahşi kapitalizmin sınır tanımayan yayılmacılığı, Filistin meselesi, işgaller, savaşlar, bunları alt alt koyduğunuzda barbarlığın pekçok modern örneğini görürsünüz.
İbrahim Kalın - İpek Özbey
‘Barbar, modern ve medeni’ kavramlarını yanlış mı kullanıyoruz?
Bu, 18 ve 19’uncu yüzyıl’da Aydınlanma sonrası düşüncenin Avrupa merkezci bakış açısıyla inşa ettiği kavram setinin bize dayattığı bir durum. Burada barbar; batılılaşmamış, batılı anlamda modernleşmemiş toplumları ifade ediyor. Avrupalılar gittikleri yerlere medeniyet götürdüğünü ileri sürüyordu. Bunun için de ‘medenileştirme misyonu’ diye bir tabir icat etmişlerdi. Fransızlar Afrika’yı, İngilizler Hindistan’ı, Hollandalılar Endonezya ve Malezya’yı işgal ederken ‘Biz kötü bir şey yapmıyoruz, onlara medeniyet götürüyoruz’ diyorlardı. Bir kere baştaki varsayımın kökten sorgulanması gerekiyor. Bir Çinli’nin, Afrikalı’nın, Endonezyalı’nın, Hindistanlı’nın medeniyetten yoksun olduğu sonucuna nasıl vardınız? Kendi toplumsal, siyasi, iktisadi standartlarınızı mutlak medeniyet diye başkalarına nasıl empoze ettiniz?
Hâlâ Avrupa merkezci bakış açısıyla mı hareket ediliyor?
Tam olarak kurtulmuş değiliz. Hâlâ bu tarihi-zihni arka planla hareket ediyoruz. Medeniyet, 150 yıldır gündemden hiç düşmeyen ama bir o kadar da örselenen, hırpalanan, suistimal edilen bir kavram. Tarihi arka planı unutmadan, kavramı bu sömürgeci anlamlarından kurtarıp, yeni bir çerçevede tanımlamamız gerekiyor. Medeniyet; insancıllık, medenilik, rasyonellik, ahlaklı, erdemli olma anlamında bir değerdir. Toplumların kendi tarih ve geleneklerine uygun bir şekilde yaşamaları, barış içinde bir dünya düzeni kurmaları için önemli bir zemin teşkil edebilir. Nitekim bu çerçevede 2005 yılında Sayın Cumhurbaşkanımızın Başbakanken İspanya ile beraber başlattığı ‘Medeniyetler İttifakı’ girişiminin temelinde de bu yatıyor. Huntington’ın başlattığı ‘Medeniyetler Çatışması’ furyasına bir cevap mahiyetinde… Farklı medeniyetler vardır ama bunlar savaşmak, çatışmak zorunda değildir, bir arada yaşayabilir, ‘ortak iyi’ için gayret sarf edebilirler fikriyle bu girişim kuruldu.
Şunu söylüyorsunuz aslında: ‘Batı medeniyet dediğimiz kavramı bir silah olarak kullandı!’ Doğru mu?
Tabii. Özellikle 19’uncu Yüzyıl’da Batı, medeniyet kavramını bir sömürgeleşme aracı olarak kullandı. Yaptıklarının sömürgecilik ve emperyalizm değil, medenileştirme misyonu olduğuna kendilerini inandırmaya çalıştılar. Sömürgeciliğe karşı mücadele eden milletleri de barbar ve medeniyet karşıtı olmakla suçladılar. Batı içinde bu kullanımı sorgulayan Nietzsche, Spengler, Heidegger, gibi düşünürler çıktı. Yerine bir şey koydular mı, orada soru işaretleri var. Bizim oturup, medeniyet nedir, bu kötü anlamlarından nasıl ayıklayabiliriz sorusunu kendimize sormamız gerekiyor. Bunu yapmadan önce de medeniyetle sömürgecilik arasındaki ilişkinin tarihi muhasebesini yapmamız lazım.
Bu noktada ‘İnsanat Bahçeleri’ dediğiniz, kitabın can alıcı noktasını hatırlatmamız gerekiyor. Özellikle 1958 gibi yakın bir tarihte Brüksel’de insan sergilendiğini görmek bildiğim bir şey değildi…
İnsanat bahçeleri 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında başlamış ve 1958’e kadar devam etmiş, utanç verici bir uygulama. Modernlik adı altında güya ilkel kabileleri hayvanları sergiler gibi sergilediler buralarda. Sergilerin birinde ‘Kongolulara yiyecek-içecek vermeyin; yemekleri verildi’ tabelası asılıydı. Bu insanlara hayvan muamelesi yapıldı. Son serginin 1958 gibi geç bir tarihte ve Avrupa’nın göbeğinde, Brüksel’de yapılmış olması, modernlik, ırkçılık, sömürgecilik, kültürel üstünlük inancı konusunda yeteri kadar fikir veriyor olsa gerektir.
‘Medeni Batı’dan itiraz yükselmiyor mu?
Bir takım sesler yükseltilmiş ama bunun toplumsal bir bilinç haline geldiğini söylemek zor. Milyonlarca insan gidip, bu insanat bahçelerini ziyaret etmişler. Bunun arkasında tabii sosyal Darwinizm de var. Bunlar evrimin alt basamaklarında kalmış insanımsı varlıklar, modern medeniler onlara iyilik yapıyorlar… Halbuki onları köklerinden koparıyor, başka bir ülkeye, başka bir iklime, başka bir coğrafyaya getiriyorsunuz. Bir çoğu da yolda hastalıktan ölüyor. O kadar büyük bir barbarlık var ki bunun arkasında.
Halk arasında ‘Biraz medeni ol’ der dururuz, aslında ne demek isteriz?
Halk irfanının en güzel ifadelerinden biridir bu. Geleneğin en önemli kazanımlarından biri, nesiller boyunca test edilmiş fikirlerin bugüne taşınmasıdır. Onlar test edilip, sınanıp, bugüne aktarıldığına göre bir evrensellik iddiasına da sahiptirler. ‘Biraz medeni ol’ sözü özünde akıllı ve ahlaklı ol demektir. Medeniliğin özü de bu zaten. Bunu spor yaparken de, siyaset yaparken de, ticaret yaparken de, tarlanızı ekip biçerken de uygulayabilirsiniz. Rasyonellik adına ahlaktan vazgeçtiğinizde ortaya akılcı bir barbarlık çıkıyor. Diyelim ki kazanma hırsıyla daha fazla çevreyi kirletiyorsun, emeği sömürüyorsun. Ama bu ahlaklı değil. Neticede yapılan şey rasyonel de olmuyor. Zira rasyonel olanı ahlaki olandan ayrı düşünemezsiniz. Neticede yaptığınız şey ne akıllıca ne de ahlaklı bir eylem olur. Sistem o kadar büyük arızalar üretiyor ki, insanlar kendilerine yabancılaşıyorlar. Mutsuz oluyor insanlar…
Medeniyet gibi ahlak kavramının da mı içi boşaltıldı?
Ahlakçılık yapıp, ahlaki değerleri örseleyen bir dünya sistemi var. Uluslararası düzenin, hukuka, insani değerlere, insan hayatının kutsallığına dayandığı söyleniyor. Pratiğe baktığınız zaman ise bunların içini boşaltan bir yapıyla karşı karşıyayız. Gereğinden fazla tüketiyoruz, gereğinden fazla kâr hırsıyla hareket ediyoruz. Dengeyi alt üst ediyoruz.
‘Medeni olmayan Doğu, medeni olan Batı’ algısı nasıl yaratıldı?
19’uncu Yüzyıl’a kadar bugün Ortadoğu ya da Doğulu dediğimiz hiçbir millet kendini tırnak içinde Doğulu olarak görmemişti. Batı kendine ne zaman ‘Batılı’ dedi, onlar da Doğulu oldu. Batılılar üretti bunu ve Doğu’yu ötekileştirdi. İbni Sina’yı düşünün. Mezopotamya coğrafyasında yaşadı ama kendini hiçbir zaman Doğulu bir filozof olarak görmedi. İbn Rüşd, Kurtubalıdır, kendini hiçbir zaman Batılı bir filozof olarak görmedi. Fatih Sultan Mehmet, kendini Doğulu bir sultan, padişah, komutan olarak görmedi. ‘Modern dönemde Batı iyidir, rasyoneldir, kalkınmıştır, ileridir, demokratiktir, çoğulcudur’… denildi. İdealize edilen bu kavramlar özellikle 19’uncu Yüzyıl’da Avrupa siyasetinin, düşüncesinin, sanatının, eğitiminin ürettiği bir muazzam kavramlar seti içinde ortaya çıktı. Bunun siyasi arkaplanında sömürgecilik vardır.
Batı dışı toplumlar bu meydan okumayı zamanında göremedi mi?
Geç kaldılar. O tarihi sürece nerede, ne zaman müdahale edeceklerini tespitte zorlandılar. Karşılarında hiç tanımadıkları yeni bir güç vardı. İlk defa savaşan ordularının yanında bilimadamlarıyla, sanatçılarıyla, tarihçileriyle, eğitimcileriyle, hukukçularıyla gelip toplumu kategorize eden ‘Biz moderniz, biz ileriyiz, biz medeniyiz, siz henüz o noktada değilsiniz’ diyen yepyeni bir dünya ile karşılaştılar. Bunun çarpıcı örneklerinden biri Napolyon’un Mısır seferidir. Napolyon oraya giderken yanında yüzlerce bilim adamı götürüyor. Amacı Mısır’ı alıp, İngilizleri orada sınırlamak değil, aynı zamanda Fransız kültürünü, tarihini Mısır üzerinden yeniden üretip dünyaya sunmak. Napolyon’a atfedilen bir söz var, ‘Doğu’yu fethetmeden Batı büyüklük fikrine ulaşamaz’ diye. Bu süreçte Türkler, İranlılar, Araplar, Çinliler bu meydan okumayı tam manasıyla kavrayamadılar. Çünkü pratik sorunlarla uğraşmak zorundaydılar. Kapılarına dayanmış ordular var, iktisatları zayıflamış, kendi içlerinde birliği sağlayamamışlar, bunun üzerine bir de bu dalga gelince bir kısmı tamamen içe kapanmayı tercih etti. Bir kısmı direniş hareketi başlattı. Bir kısmı ‘Bizim şu modernleşmeyi okumamız lazım, ne oluyor Batı’da, demek bizim de teknolojiyi bilimi almamız lazım’ diye farklı yolları seçtiler. Avrupa büyük bir hamle yaparak, bu egemenliği ele geçirdi. Avrupalı olmayan toplumların bu tarihi süreci okumada büyük bir gecikme içinde olduklarını teslim etmek gerekir.
Bugün durum ne?
Bugün Batı’nın medeniyet adına söyleyecek sözü tükendi, İslâm dünyası ise söyleyecek sözünü arıyor. Batı’da özeleştiri geleneği güçlü bir şekilde devam ediyor. Kendi tarihini, medeniyetini, felsefesini, sanatını eleştiriyor. Bu, yaratıcı bir süreç ve Batı düşüncesini ayakta tutuyor. Fakat medeniyet diye ortaya koyduğumuz değerler manzumesine bir bütün olarak baktığımızda giderek daha mikro alanlara yöneldiğini, ufkunu daralttığını görüyoruz. Buna mukabil İslam dünyası da çok güçlü bir medeniyet geleneğine sahip olduğunun, neredeyse 1000 yıla yakın dünyada kültür, sanat, medeniyet, bilim, şehircilik adına en büyük eserlerin bu coğrafyada verildiğinin farkında. Ama şu anda kendi gerçekliği bundan çok uzak. ‘Bu geleneği doğru okuyup, oradan alacağımız donelerle bugün kendi medeniyetimizi nasıl inşa edebiliriz’ diye bakmamız gerekiyor. Bunu yaparken kendimizi dünyaya kapatmadan ve bir üçüncü dünyacılık psikozuna kapılmadan bugünü, yarını nasıl okuyup, inşa edebiliriz diyerek yeni bir tefekkür ameliyesine girişmek zorundayız.
Siz umutlu musunuz?
Bugün İslam Dünyası’nda savaşlar, terör, mezhep gerilimleri, iç sorunlar, cehalet, fakirlik…; kanayan çok yara var. Fakat İslam Dünyası kendi geleneğini yeniden keşfetme gayreti içinde. Çok başarılı olduğunu söyleyemem zira henüz bir geleneğe dayanmanın önemini kavramış değiliz. Oysa tarihte iz bırakmış bütün büyük milletler, bir çınara, bir sabiteye, bir limana bağlı oldukları ölçüde başarılı olmuşlardır. İslam dünyası bir taraftan da bugünün dünyasını anlamaya çalışıyor. Bu, İslam dünyasındaki düşünce hayatını canlı tutabilecek bir yöntem. Ama geleneğin zengin pınarını keşfettiğimizde kendimizi tarih içinde daha iyi konumlandırabileceğiz. Bu bize, daha sağlam temellere dayalı bir gelecek inşa etme imkanı sunacaktır.
Gelelim dinle ilişkisine… ‘Modernite eşittir Tanrı’nın ölümü’ olarak nasıl algılandı ?
Nietzche’nin ünlü tespitidir o... Tanrı mutlak bir otorite, doğrunun, iyinin, güzelin kaynağı olarak bir kenara konduğu andan itibaren Nietzche’ye göre artık ölmüştür. Bunun yerine modernite akıl yoluyla, seküler bir perspektiften yeni bir dünya inşa etmeye çalışmaktadır. İlginç olan şu: Tanrının yerine mutlak manada aklı, bireyi, özgürlüğü, iradeyi koyan aydınlanma bir zaman sonra kendi mutlakiyetini de sorgulamaya başladı. Hannah Arendt’in dediği gibi ‘Bugün en büyük problemlerden biri, bizi anlamlı bir hayata götürecek olan kriterler manzumesini neye göre oluşturacağız?’ Bizi bir arada tutan bu tutkal dağıldı.
O tutkal, ‘anlam arayışı’ mıydı?
Evet, o kadar atomize edildi, bölük pörçük oldu ki, herkes bir şey arıyor ama bunların bütününden anlamlı bir şey çıkmıyor. Biz bunu dinden mi, tarihten mi, Kudüs’ten mi, kadim Yunan’dan mı alacağız, bunun cevabı aranıyor bugün.
Namık Kemal’e göre, Müslümanlar, İslam’ın hükümlerini terk ettikleri için geri kalmıştır. Katılır mısınız?
Tespitlerden biridir, fotoğrafın tamamını yansıtmaz. İslam’ın hangi ilkelerini terk ettiler de bu sonuç ortaya çıktı, bunu bilmek lazım. Kuran’ın sıkça üzerinde durduğu tefekkür, düşünme, araştırma, inceleme, sorgulama, dünyayı anlamaya çalışma, farklılıkları koruyarak birlikte yaşama tecrübesi; bilgi, hikmet, estetik… Bütün bunlarla birlikte düşündüğümüzde belki İslam’ın hangi ilkelerini ne şekilde kaybettiğimizi hatırlayabiliriz.
Bilim devrimi ya da sanayi devrimi neden İslam Dünyası’nda değil de Batı’da oluyor?
Müslüman toplumlar bilim devrimini gerçekleştirebilirlerdi ama bir noktadan sonra sahip oldukları şeyin kendilerine yeterli olduğunu düşünmeye başladılar. Yeni arayışları lüzumsuz gördüler. Bir ufuk daralması yaşandı. Medreseler, çağın ihtiyaçlarını karşılayacak standartları yakalayamadılar. Kanaat önderleri dönüşümün hızını tam manasıyla kavrayamadılar. Kavradıklarında da iş işten geçmişti.
Teknoloji dünyasında anlam aramak mümkün mü?
İnsanın hayatını ne şekilde anlamlandıracağıyla ilgili. Bazı insanlar hayatın anlamını teknolojide bulabilir. Ama teknoloji dediğimiz şey, çabuk üretilen, çabuk tüketilen bir şey. İki yıl sonra başka bir teknoloji olacak. Her teknolojiyle hayatımızın anlamı mı değişecek? Halbuki hayatın anlamının daha sabit, daha derinlikli ilkelere dayanması gerekir ki hayatımızda bir karşılığı olsun. Huzur, mutluluk, iç barış… Teknoloji bir araçtır ama her hırslı araç gibi o da kendini bir amaç olarak konumlandırmak istiyor. Akıl ve erdem sahibi varlıklar olarak buna direnmemiz lazım. Kendi elimizle ürettiğimiz bir şeyin bizi esir almasına nasıl izin verebiliriz?Bugün yaşadığımız modern, teknolojik dünyada öncelik, anlamlı bir hayat değil. Öncelik, başarılı olmak, kazançlı olmak, kariyer yapmak, zengin olmak, meşhur olmak, vs. Bütün bunların toplamından mutlu bir hayat çıkıyor mu, bunu sorgulamak lazım. Aracın araç olduğunu unutursan amacı da unutursun.
‘Böyle sanal ve sığ bir dünyada neyin gerçek, neyin kültür, neyin sanat yahut estetik olduğuna dair bir şeyler söylemek giderek zorlaşıyor’ diyorsunuz.
Doğru, çünkü her şeyi artık bir ekran ontolojisi içinde yaşıyoruz. Ekranlara bakmadığımızda dünyayı anlayamayacağımızı, arkadaşımızın derdine derman olamayacağımızı, günümüzü programlayamayacağımızı düşünüyoruz. Bir ekran üzerinden hakikati, gerçekliği, insanı, insanın özgürlük arayışını, manayı bulup çıkarmaya çalışıyoruz. ‘An’ı kaçırıyoruz. ‘An’ı artık yaşayamaz hale geliyoruz.
Artık insanlar bazı şeyleri sadece Instagram’a bir kare fotoğraf koymak için yapıyorlar gibi. Müzenin kapısına gidip, fotoğraf çekip içeri girmeden dönenleri biliyoruz.
Bu tam ne biliyor musunuz? Gerçekliği gerçeklik olarak değil bir araç olarak kullanıp, paylaşma hazzı. Paylaşmak kötü bir şey değil ama insanın o anı yaşaması esastır. Tac Mahal’e, Süleymaniye’ye, Topkapı Müzesi’ne gidiyorsanız, Ege’nin kıyısında oturuyor, Ilgaz’a çıkıyorsanız öncelikli amaç o anı yaşamak olmalı. Tabiatla, çevreyle, yaşayan varlıkla ilişkimizi teknolojik araçlar olmadan kuramaz hale geldik. Kuşların sesini artık işitmiyoruz, güneşin doğuşunu görmüyoruz, dalgaların sesini duymuyoruz. Varlığın bize konuştuğunu unutuyoruz. Araya o kadar çok perde, o kadar çok aracı koyduk ki… Artık onlar her şeyi perdeler hale geldi. Böyle olmasa varlığın birçok boyutu bize kendini açacak. Kendimizle, tabiatla barışık hale geleceğiz. Bugün çocuklarımız gerçek hayatta kediyi, köpeği görmeden önce ekrandaki temsilini görüyor. Dönüştürülmüş, konuşan hayvanlar. Gerçeklikten uzak imajlar üzerinden varlığı tanıyor, her şeyin ekranda göründüğü gibi zehabına kapılıyorlar. Gerçek, otantik, aracısız olan şeylerden kopuyoruz. Bu manada köyde, kırsalda yaşayan bir insan tabiatı çok daha otantik bir şekilde tecrübe etme imkanına sahip.
Köy ve kent demişken şunu sormak istiyorum: Köyde yaşayanın kentte yaşayandan daha medeni olma şansına sahip midir?
Olabilir tabii ki. Medeni olmakla teknolojik imkan, maddi zenginlik arasında doğrudan bir ilişki yok. Çünkü medenilik insanın aklî ve ahlakî tutumuyla ilgili. Manhattan’daki modern görünümlü birisi özünde çok barbar biri olabilir. Aldığı bir kararla Afrika’daki yüz binlerce insanın rızkıyla oynuyor olabilir. Küresel ekonomide estireceği bir dalgayla bir sürü fakirin fukaranın hakkını yiyor olabilir. Anadolu’nun bir kasabasında bu imkanların hiç birine sahip olmayan, çok mütevazı yaşayan ama son derece medeni, son derece rasyonel ve ahlakî tutum içinde olan insanlar olabilir. Tabiat romantizmi yapıyoruz gibi anlaşılmasın, tam tersi bu ilkeleri şehirde de yaşatmak çok önemli. Bunu yaptığımız zaman bu insani ilişkilere, yazdığınız şiire, okuduğunuz türküye yansıyacak.
ÜZERİNDE YATTIĞIMIZ HAZİNENİN FARKINDA DEĞİLİZ
Tanpınar diyor ki ‘Ne Batılı olabilen ne de kendisi kalabilen bir milletin yaralı ve ikircikli ruh hali, kendini siyasetten sanata her alanda yakıcı şekilde hissettirir! Bizim yaşadığımız bu mu?
Uzun bir süredir bu travmayı yaşıyoruz. Bir tarafta kendimiz olmak için gayret sarf ediyoruz. Kendi düşüncemizi, duygu dünyamızı, türkümüzü, şarkımızı, şiirimizi, dilimizi kuşanarak bu dünyada var olmak istiyoruz. Eşit bir şekilde var olmak istiyoruz. Herhangi bir tahakküm ve hiyerarşi ilişkisine tabi olmak istemiyoruz. Öbür taraftan hayatın gerçeklerini yönetmemiz gerektiğini biliyoruz. Bu ikilemi nasıl aşacağımız konusunda uzun süren bir muhasebe, bir arayış var. Türk modernleşmesi bu arayışın önemli aşamalarından biri. Medenileşme, modernleşme ve batılılaşmayla özdeşleştirildiğinden beri kültürümüze, tarihimize yabancılaştık. Bach’ı, Beethoven’ı modern kabul edip, Neşet Ertaş’ı küçümsedik. Halbuki bugün Bach’ı, Beethoven’ı, Mozart’ı çalan orkestralar Aşık Veysel’in, Karacaoğlan’ın türkülerini merak ediyor. Bazıları çalıyor. Henüz üzerinde yattığımız hazinenin farkında değiliz. Bunun için çok uğraşıyoruz. Cumhurbaşkanımız her seferinde ‘Yerli ve Milli’ derken bunu da kast ediyor. Kendi değerlerimiz üzerinde yükselen ama dünyaya da kendini kapatmayan bir bakış açısına ihtiyacımız var. Bazen yerlilik, millilik adına adeta kendini dünyaya kapatmak isteyenler çıkabiliyor. Önemli olan bu ikisi arasındaki dengeyi kurabilmek.
İNSAN HAKLARI MESELESİNİ KULLANIYORLAR
Türkiye’nin uzun soluklu bir AB yolculuğu var. Kitapla bağlantılı sormak istiyorum. Bizi yeterinci ‘medeni’ olmadığımız için mi almıyorlar AB’ye?
Ben insanımızın özünde medeni olduğuna inanıyorum. Bazen tırnak içinde eğitim almamış Anadolu insanımızın, büyükşehirde yaşayan, Batı görmüş, yine tırnak içinde ‘modern’ kişilerden daha akıllı, basiretli, hatta bilgece tepkiler verdiğini görebiliyorum. Cumhurbaşkanımız her seferinde ‘Dünya beşten büyüktür’, ‘Küresel dünya sistemi adalet üretmiyor. Yeni bir düzene ihtiyacımız var’ dediğinde aslında bir talepte bulunuyor: ‘Biz imtiyaz değil eşit muamele istiyoruz.’ AB’ye de bunu söylüyor, ABD’ye de, Çin’e de, Afrika ve Ortadoğu ülkelerine de…Çünkü uluslararası mevcut sistemin sahipleri var, ekonomik ve siyasi olarak yöneten aktörleri var. Bir de onlara maruz kalan diğer aktörler... Türkiye, Cumhurbaşkanımızın liderliğinde şimdi buna itiraz ediyor. ‘Eşitlik olmadan adalet olmaz, adalet olmadan da barış olmaz. İster BM’de, ister AB’de, ister başka yerde sen ne kadar önemliysen ben de o kadar önemliyim’ diyor. Bu eşitliği sadece siyasi anlamda düşünmeyin. Dünyadaki ekonomik varlığın paylaşımı, medyanın dili, kültürün ve sanatın anlaşılması ve okutulması, eğitim sistemi, teknolojiye erişim; bunlarla beraber düşünün. ‘Tanrı’nın önünde hepimiz eşitiz’ ilkesiyle hareket eden bir dünyada zengin ile fakirin arasında bu kadar büyük bir uçurum olmaz. Biz üzerimize düşen görevi yerine getirme gayreti içindeyiz. AB müzakere süreci başlayalı13 yıl oldu. 13 yılda sadece bir fasıl açıp kapatabildik. Başka hiçbir AB üyesi ülkenin yaşadığı bir süreç değildi bu.
Bizim hatamız yok muydu?
Konjonktürel olarak 2005’te yakaladığımız o ivme AB’deki genişleme yorgunluğuyla örtüştü. AB içinde büyük tartışmalar başladı. Bir zaman sonra Avrupalılar ‘Türkiye gibi büyük bir ülkeyi içimize alırsak bu bizim başka dengelerimizi bozar’ diye bir kanaate kapıldı. Bu iklim kötüye gidiyor maalesef. Batı’da bugün görülen İslam karşıtlığı, aşırı sağcı hareketler, antisemitizm, neonazilik… bütün bunlar tabii ki Türkiye gibi bir ülkenin AB’ye tam eşit üye olarak alınmasını imkansız hale getiriyor. Bugün Avrupa’daki İslam ya da Türk/Türkiye tartışmasına bakıyorsunuz o kadar yanlışlarla dolu, derinlikten yoksun, o kadar eksik ki… Bu, birçok konunun anlaşılmasını imkansız hale getiriyor. Elbette Türkiye demokratik standartları yüksek, çoğulcu bir ülke olarak kalkınıyor, büyüyor, gelişiyor. Bunu dünyayla barış içinde yapmak istiyoruz. Bunun yolu AB ise öyle devam ettiririz, gerçekleşmezse Türkiye kendi yoluna devam eder. Dünya siyasetinde alternatifler üreterek kendi ulusal çıkarlarımızı korumak zorundayız. Dış politika sıfır toplamlı bir oyun değil. Bizim NATO üyesi olmamız, AB üyelik sürecinde bulunmamız Çin ile Rusya ile iyi ilişkiler kurmamıza engel değil. Bu küresel çağda ‘Tek bir ittifakı esas alıp, bunun dışında başka hiçbir siyasi, diplomatik anganjmana giremezsiniz’ demek çağın gerçekleriyle uyuşmaz. Batılı müttefiklerimiz artık kabul etmeli ki Türkiye egemen bir ülke olarak kendi dış politika önceliklerini kendi çıkarları doğrultusunda belirleyen bir ülkedir.
Kabul edecek mi?
Bu uzun bir mücadele. S400 meselesinde bunu çok açık gördük. Türkiye patriot’ları almak için 5-6 yıl müzakere yürüttü. Ulusal çıkarlarımıza uygun bir teklif önümüze gelmediği için Cumhurbaşkanımız ‘O zaman alternatif bakalım. Ruslarla, Çinle konuşalım, Fransızlarla, İtalyanlarla konuşalım’ dedi. Ruslar en iyi teklifi verdiği için onlarla anlaşıldı. Ama eşzamanlı olarak biz Eurosam ile de konuştuk. O süreç de devam ediyor. Yarın patriotlarla ilgili yine ulusal çıkarlarımız doğrultusunda iyi bir teklif gelirse bunu da ciddiyetle ve memnuniyetle değerlendiririz.
Geçen hafta tam AB ile görüşülecekken akademisyenlere gözaltılar tuhaf karşılandı. Ne dersiniz?
Yargı bu konularda kendisi bağımsız bir süreç yürütüyor. Bazı kararları takdir alırken, bazıları tenkit ediliyor. Bunu normal görmek lazım. Dünyanın her yerinde bu tür vakalara rastlamak mümkün. Ama şunu söyleyeyim: AB sürecinde önümüze çıkan engeller bununla sınırlı değil. 13 yıldır müzakere yürütüyoruz, teknik bir sürü konu var. Buralarda AB tarafında siyasi irade olmadığı için mesafe alamadık. Halbuki AB gerçekten küresel aktör olacaksa güvenliği açısından Türkiye ile yoluna devam etmesi AB’yi de güçlü kılar, Türkiye’yi de… Kazan kazan felsefesinden baktık hep. Ama AB tarafında bir güçlü bir irade göremedik. Cumhurbaşkanımız diyor ki, ‘Ben oraya yük olmaya değil, yük almaya geliyorum. Ben de sorumluluk üstleneceğim’. Göç meselesinden güvenliğe kadar birçok alanda önemli katkı veriyoruz şu anda. Bunun taktir edilmesini istiyoruz. Yer yer insan hakları meselesini de kullanıyorlar. İşlerine geldiğinde bu değerleri öne çıkartıp, bir ülke üzerinde baskı kuruyorlar, işlerine gelmediğinde başka ülkelerde yaşanan insan hakları ihlallerini çok yumuşak şekilde geçiştiriyorlar. Suriye halkının ihlal edilen haklarını gerçek manada kim savunuyor? Filistin’e insan hakları zaviyesinden neden bakmıyorlar? Arakan Müslümanlarının durumu? Birkaç etkisiz açıklamayı kim yeterli bulabilir ?
TÜRKİYE’NİN DURUŞU OLMASAYDI ÖRTBAS EDİLEBİLİRDİ
Kaşıkçı cinayeti, haklı olarak bütün dünyayı ayağa kaldırdı. Böyle bir cinayetin işlenmesi ihtimali bile insanın tüylerini ürpertiyor. Olayın mahiyetinin anlaşılmaya başlandığı andan itibaren Cumhurbaşkanımız ilkesel bir tavır sergiledi ve olayın bütün yönleriyle aydınlatılması için talimat verdi. Türkiye’nin hukuki ve insani duruşu olmasaydı olay belki de şimdiye kadar çoktan örtbas edilirdi. Bu menfur cinayette hala aydınlatılması gereken hususlar var. bu cinayetin talimatını kim yahut kimler verdi? Cesed nerede? Bu soruları bütün dünya soruyor. Cevabını almak da herkesin hakkıdır. Soruşturma devam ediyor. Başsavcımız bazı açıklamalar yaptı. Tabi asıl sorumluluk Suud tarafında. Suudi Arabistan kardeş ve dost bir ülkedir. Bu olay üzerinden kimseyle bir husumet yaşamak istemiyoruz. Kimseyi hedef göstermiyoruz. Ama bu menfur olayın bütün yönleriyle aydınlatılması gerekiyor. Türkiye bu konuda üzerine düşeni yapmaya devam edecektir.
SON 24 SAATTE YAŞANANLAR
Paylaş