BU hafta Washington’da, Türk-Amerikan ilişkileri temalı iki toplantı yapıldı. Bunlardan birincisi, Türk-Amerikan Konseyi’nin geleneksel toplantısı, ikincisi ise Türk-Amerikan İstişari Konseyi’nin toplantısıydı.
Ben sadece ikincisine katıldım; fakat birincisinin yankılarını da duydum. Toplantılar kaçınılmaz olarak Temsilciler Meclisi’nin gündeminde bulunan "Ermeni soykırımı" tasarısının gölgesinde cereyan etti.
Meclisin tasarıyı 24 Nisan’dan önce onaylamasının kesin olduğunu bu aşamada söylemek mümkün değil. Ancak tasarı Genel Kurul’a intikal ettirildiği takdirde çoğunluğun oyunu alacağı muhakkak gibi. Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı, oylamadan vazgeçilmesi amacıyla bir Meclis kararının, Irak’taki Amerikan kuvvetlerinin Türkiye üzerinden hayati lojistik desteği engelleyeceğini ısrarla vurguluyorlar.
Ne var ki iç politika gereklerinin ağır basmasını önlemek o kadar kolay olmayacak. Bu yıl yönetimin baskısıyla oylama ertelense bile, gelecek yıl tekrar aynı sorun karşımıza çıkacak. ABD Başkanı’nın, her yıl olduğu gibi 24 Nisan’da bir mesaj yayınlayacağı da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu mesajlarda gerçi "soykırım" sözü geçmiyor; fakat bizim reddettiğimiz tarihi iddialar en abartılı bir şekilde yer alıyor.
* * *
Bu arada Senato Dışişleri Komisyonu, Hrant Dink cinayetini kınayan, Ceza Yasası’nın 301. maddesinin iptalini ve Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleştirilmesini isteyen bir karar kabul etti. Bu kararın Senato Kurulu’na ne zaman getirileceği belli değil. Karar metninde "soykırım"kelimesi dolaylı şekilde kullanılmış.
Hrant Dink’in, Ermeni katliamını "soykırım" olarak nitelendirdiği belirtiliyor. Biz herhalde "katliam" iddiasını da kabul edemeyiz. Yalnızca "soykırım" sözcüğü üzerinde odaklanarak diğer suçlamaların kabul edildiği izlenimi vermek çelişki teşkil etmez mi? Zannediyorum, bütün bu unsurları değerlendirerek bir tepki ayarlamasına gidilmelidir.
Irak’a gelince; ABD’li gözlemciler, PKK’ya karşı, Türkiye’nin, egemen bir devlet olarak Kuzey Irak’a müdahale hakkını Washington’un reddedemeyeceğini, ancak bu yola girdiği takdirde Türkiye’nin, tıpkı ABD gibi bir bataklığa saplanacağını, askeri opsiyonun faydadan ziyade zarar getireceğini belirtiyorlar.
Bu düşüncenin gerçekçi olduğunda kuşku yok. Irak’a girmenin kolay; fakat çıkmanın çok güç olduğu ortada. Üstelik Türkiye’nin kırılganlıkları, ABD’den çok daha fazla.
PKK’ya karşı tedbirler konusunda, emekli Orgeneral Başer ile General Ralston’un çalışmalarının bir ölçüde sonuç verdiği anlaşılıyor. Ortaklaşa kararlaştırılan bazı önlemler açıklanmıyor. Bunlar galiba istihbarat bilgileri teatisine ve belki de bazı istihbarat faaliyetlerine ilişkin.
PKK’ya mali yardımların kesilmesi alanında bir ölçüde başarı kazanılmış. Kuzey Irak Kürt liderleri, PKK’ya karşı bir operasyona yanaşmıyorlarsa da, onun Türkiye’ye karşı faaliyetlerine müsaade etmeyeceklerini söylüyorlarmış. Ayrıca Mahmur Kampı, BM gözetiminde silahtan arındırılmış ve kampa giriş çıkış kontrol altına alınmış.
Kampta halen bulunan 12 bin kişiden 6 binini çocuklar oluşturuyor. Bunların Kuzey Irak’ta kaldıkları takdirde PKK teröristleri olmaları kaçınılmaz görülüyor. Özellikle çocukların Türkiye’ye geri dönmelerini sağlayacak çareler araştırılmalıdır.
* * *
Sonuç olarak, Türk-Amerikan ilişkilerinin inişli çıkışlı bir seyir izlemeye devam edeceği, buna karşılık iki tarafın da ortak çıkarlarının bilinci içinde oldukları söylenebilir. Geniş bölgemizde sorunlar Irak’tan, İran’dan, Lübnan’dan, İsrail-Filistin’den ibaret değil.
Afganistan ve Pakistan’da da dengeleri altüst edebilecek gelişmeler olabilir. Kıbrıs meselesinde de bugünkü koşullar altında bize en fazla yardım edebilecek ülke ABD’dir.
Bu nedenlerle aralarındaki görüş ayrılıkları ne olursa olsun Türkiye ile ABD, politikalarını kabil olduğu kadar uyumlu bir çizgide tutmalı, gerginlik ve kopukluk yaratacak tutumlardan kaçınmalıdırlar.