TÜRKİYE Dışişleri Bakanlığı, sağlam geleneği olan ve parti politikalarına en az bulaşmış birkaç kurumdan biridir.
Dışişleri Bakanlığı’nın profesyonel kadrosunun mensupları, kendi şahsi politik görüşleri ve eğilimleri ne olursa olsun, bunlardan hiç etkilenmeden, seçimle işbaşına gelmiş hükümetlere ve askeri müdahale devirlerindeki yönetimlere milli menfaatlere uygun en iyi hizmeti vermek çabası içinde olmuşlardır.
Rahmetli Ecevit’in Yugoslav sosyalizmine romantik hayranlığını, Erbakan’ın İslam ülkelerine tutkusunu bazen endişe, bazen de gülümseme ile karşılayarak Türk dış politikasının geleneksel istikametinden şaşmaması için canla başla çalışmışlardır.
Rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil’in, bakan olduktan birkaç ay sonra bir gün yakın mesai arkadaşlarına, latife şeklinde "Ben bakan olduğum zaman ne istersem yapabileceğimi sanmıştım. Oysa ola ola sizlerin sözcüsü oldum" dediğini hatırlıyorum. Çağlayangil’in başarısında zekásı ve karizması kadar diplomatik kadroya sürekli danışmasının, onlarla ahenkli çalışmasının kuşkusuz katkısı vardır.
Son zamanlara kadar bakanlıkta meslekten diplomatlar dışında müşavirlere de ihtiyaç duyulmamıştır; çünkü soyut teoriler ile gerçekçi politika zor bağdaşır. İşgüzarlık ise diplomasinin düşmanıdır.
* * *
Dışişleri Bakanlığı’nın bu ananesini devam ettirmesi, hükümetlerin ve Cumhurbaşkanı’nın bakanlık mensuplarının moralini sarsacak karar ve tasarruflardan kaçınmalarına geniş ölçüde bağlıdır. Cumhurbaşkanı’nın beş müsteşar yardımcısının tayin kararnamesini imzalamayı reddetmesi, bu açıdan talihsiz bir davranış olmuştur.
Cumhurbaşkanı, tutumunun nedenlerini gerçi açıklamadı. Müsteşar yardımcılığına atanmaları onayına sunulan beş diplomatın herhangi birini şu veya bu sebeple sakıncalı gördüğüne hükmetmek de mümkün değil.
Cumhurbaşkanı’nın daha çok, kararnamenin sevkinden önce kendisine atamalar hakkında bilgi verilmemesine sinirlendiği tahmin ediliyor. Ne var ki, kararnamenin imzalanmaması, ister istemez çok yıpratıcı spekülasyonlara yol açtı ve Cumhurbaşkanlığı bunları önleyecek bir açıklama yapmakta çok gecikti.
Özellikle adı geçenlerden birinin, birkaç yıl önce Türkiye’de AB Komisyonu Temsilciliği’ni yapan Karen Fogg ile e-posta teati etmesinin Cumhurbaşkanı’nın kararını etkilediği gibi hem gerçeğe aykırı hem de olabileceği kadar zırva bir iddia ortaya atıldı.
Dışişleri’nde AB işlerinden sorumlu bir genel müdürün, AB Temsilcisi ile sık sık temasta bulunması normal ve gerekli değil midir? Kaldı ki Karen Fogg, davranışları ve bazı gafları yüzünden tepki çekmişse de herhalde bir Mata Hari değildi! Paranoyaların bile bir sınırı olmalıdır.
* * *
Müsteşar yardımcılığına adaylardan üçünün, Ortadoğu ülkelerinde büyükelçilik yapmış olmalarının, dış politikanın daha çok İslam ülkelerine kayabileceği endişesini yarattığı haberi ise inandırıcı olabilir mi?
Vaktiyle aşırı solculuğuyla ün salmış bir emekli büyükelçi, Sovyetler Birliği nezdine atanacak büyükelçilerin mutlaka komünist olmaları gerektiğini ileri sürmüştü!Bunun gibi, Ortadoğu’da hizmet gören büyükelçilerin İslamcı politikaları öne çıkarabilecekleri vehmi de ancak gülünç olabilir.
Bir başka noktanın altı çizilmelidir. Bakanlığın tayinler konusunda peşinen Cumhurbaşkanı’na bilgi vermesi daha yerinde olabilirdi. Ancak söz konusu olan, bakanın direkt mesai arkadaşlarıdır. Bir bakanın bunları seçme hakkından daha tabii ne olabilir?
Yabancı ülkelere atanacak büyükelçiler için durum farklıdır. Onlar Cumhurbaşkanı’nın temsilcileridir. Onlar hakkında Cumhurbaşkanı’nın önceden onayının alınması elbette şarttır.