SEÇİMLER yaklaştıkça temmuz sonunda nasıl bir politik tablo ile karşılaşacağımız sorusu ister istemez ciddi kaygı yaratıyor.
Mesele sadece TBMM’nin yenilenmesinden ibaret değil. Cumhurbaşkanının nasıl bir yöntemle seçileceği belli olmadığı gibi, ister Meclis, ister halk seçsin, yine bir açmaz ile ve toplumsal kutuplaşma ile karşılaşmamız mukadder gözüküyor.
Şayet Cumhurbaşkanı Sezer, halk oyu ile seçimi öngören Anayasa değişikliğini veto eder ve bu vetosuna rağmen Meclis’in tutumunda ısrar etmesi nedeniyle değişiklik kanununu referanduma sunarsa ne olacak? Beklenebileceği gibi referandumda Anayasa değişikliği kabul edilir ve AKP adayı aynı kalırsa toplumsal ve kurumsal gerginlik daha da artmaz mı?
* * *
Anayasa değişikliği şu veya bu şekilde 22 Temmuz’a kadar yetişemezse, Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile 367 rakamı aynı zamanda toplantı yeter sayısı haline geldiğine göre, yeni Meclis’te cumhurbaşkanını seçme süreci nasıl sonuçlanır?
Henüz Meclis’e girmiş milletvekillerinin, cumhurbaşkanlığı konusunun bir çıkmaza girmesine izin vermeyecekleri, çünkü yeni bir genel seçimi göze alamayacakları ileri sürülüyor. Gerçekçi bir görüş. Fakat o zaman varılacak komprominin bedeli yetenekleri kısıtlı ve pasif bir cumhurbaşkanı olamaz mı?
Oysa yeni Meclis’in kompozisyonu koalisyonu gerekli kılarsa aktif, uzlaştırıcı ve siyasi ağırlığı olan bir cumhurbaşkanına her zamandan daha çok ihtiyaç duyarız.
* * *
Cumhurbaşkanı seçimi sürecindeki gelişmelerin tetiklediği mitingler, kuşkusuz, toplumun, laikliğe ve Cumhuriyetin dayandığı temel değerlere ne kadar bağlı olduğunu gösterdi.
AKP’nin, laiklik konusundaki ikircikli tutumunun rahatsızlık ve tepki doğurduğunu bir türlü anlamak istemediği de inkár edilemez. Başbakan Erdoğan Uluslararası Basın Enstitüsü Dünya Kongresi’nde kendi laiklik kavramını yeniden vurgularken "Kişi laik olmaz, devlet laik olur" demiş. Bunu bir kere de Fransa’da verdiği bir konferansta söylemiş ve tepki davet etmişti.
Devletin laik olmasının yeterli olmayacağı, laikliğin aynı zamanda bireyler tarafından benimsenmesi gerektiği konferansa katılanlar tarafından öne sürülmüştü.
Türkiye’de problemin temelinde bugün laikliğe meydan okuma olarak algılanan bireysel semboller ve davranışlar yatmıyor mu? Politikacıların bireysel eğilimleri devletin siyasetini ve kurumlarının bünyesini hiç etkilemiyor mu?
Madalyonun öbür tarafına bakarsak, Cumhuriyet mitinglerinde atılan bazı sloganların şaşırtıcı olduğunu görmemek mümkün değil. "Ne ABD, ne AB, bağımsız Türkiye" söyleminin mantığını gelin de anlayın.
ABD’nin Irak politikasını bugün tasvip eden hemen hiçbir ülke yok, fakat ona sırt çeviren de yok. Yalnızca AB üyeleri değil, fakat Asya ve Ortadoğu ülkeleri de ABD ile çeşitli alanlarda yakın işbirliği içindeler. Fransa bile şimdi Sarkozy ile tutumunu değiştiriyor.
Avrupa Birliği’ne gelince, bizi ilkönce ortak, sonra da üye adayı olmaya, üyelik müzakerelerine başlamaya kimse zorlamadı. Biz istedik. Bütün AB üyelerini aynı sepetin içine koymak da doğru değil. İçlerinde İngiltere gibi Blair liderliğinde bizi kuvvetle destekleyenler de mevcut.
* * *
Fakat sloganların ve söylemlerin asıl çelişkisi bağımsızlığın ABD ile işbirliğinin ve AB’nin alternatifi olarak gösterilmesidir. Gerek ABD gerek AB ile ilişkiler ve bağlar bağımsız bir ülkenin egemence tercihinin sonucudur. Bağımsızlığı tam bir inziva ve bütün dünyaya kafa tutmak şeklinde anlıyorsak, o başka.
Türkiye’deki politik keşmekeşin bir nedeni hiç şüphesiz çok yaygın olan ürpertici zihin karışıklığıdır.