7 Kasım akşamı NTV’de, altı eski dışişleri bakanını bir araya getiren Can Dündar’ın programında, şartlar gerektirirse AB müzakere sürecinin bir süre askıya alınmasını Türkiye’nin talep edebileceği olasılığı üzerinde durulması, tepki çekmeye devam ediyor.
11 Kasım tarihli yazımda bu fikrin nedenini izah etmeye çalışmıştım. Aralık ayında toptan veya perakende bir şekilde bütün müzakere başlıklarının askıya alınması tehlikesinin elan mevcut olduğunu hatırlattıktan sonra şöyle diyordum:
"Türkiye’nin, bu koşulların oluşacağı iyice belirgin hale geldiği takdirde, AB dönem başkanlığı ile danışarak ’time out’ talep etmesi fikri bu çerçevede değerlendirilmelidir. Yaptırım diye algılanacak önlemlere maruz kalmaktansa kendiliğimizden ’karşılıklı bir düşünme mühleti’ istememiz yaklaşımı bilmem çok yadırganabilir mi?"
* * *
Eleştirilerin bu açıklamalara rağmen de devam etmesi doğaldır. Ne var ki bazı eleştirilerin üslubunun beni şaşırttığını itiraf etmeliyim. Çok takdir ettiğim, makalelerini daima zevk ve istifadeyle okuduğum bir köşe yazarı bakın ne diyor:
"Bir akıl tutulmasıdır gidiyor. Koca koca dışişleri bakanları televizyona çıkıyor ve Türkiye’nin Avrupa Birliği ile müzakereleri kendisinin durdurması veya askıya alması gerektiğini söylüyor, tek bir kişi de onlara ’Siz aklınızı peynir ekmekle mi yediniz’ diye sormuyor."
Ve makalesinin sonunda ekliyor: "O yüzden konuşurken ağzımızdan çıkana dikkat etsek iyi olur."
Doğrusunu isterseniz alınmaktan ziyade üzüldüm. Düşünce ve ifade özgürlüğünün, serbest tartışmanın, her fikrin saygı ve hoşgörüyle karşılanması gerektiğinin şampiyonluğunu yapanlar bile kendileri gibi düşünmeyenlere karşı bu tarzda tepki gösteriyorlarsa, ulusal çıkarların ancak kendi dogmalarıyla korunabileceğine inananların, "fikir diktası" peşinde koşanların ne günahı var? Serbest tartışmanın üslup itinası gerektirdiğini unutmayalım.
Meselenin özüne gelince: Aralık ayında Brüksel’de nasıl bir durumla karşılaşacağımızı bugünden kestirmek imkánsız. Olli Rehn birkaç gün önce Maraş’ın statüsünün BM aracılığıyla varılacak sürekli bir çözümün parçası olduğunu söyledi. Bizim görüşümüz de zaten bu. Fakat Rehn aynı zamanda Fin önerilerinin sunduğu fırsatın kaçırılmaması uyarısında bulunuyor.
İyi de Finlandiya Dışişleri Bakanı’nın önerisinde Maraş’ın iki yıl BM yönetimine devri öngörülüyor. Bu iki yaklaşım nasıl bağdaştırılabilir, belli değil. Bir görüşe göre, Finlandiya’nın önerisinde Maraş’ın Rumların iskánına açılması söz konusu değilmiş.
Rumlar sadece gelip otel ve meskenlerin durumunu tespit edeceklermiş! İskán çözümden sonra olacakmış, dolayısıyla iki yaklaşım çelişkili değilmiş.Pek inandırıcı değil. Her ne ise, şurası kesin ki Türkiye, Maraş hakkında bu aşamada hiçbir şey kabul edemez, limanlarını da açamaz.
* * *
Temas ettiğim bazı üye ülkeler temsilcileri, devlet başkanları düzeyindeki toplantıya kadar sorun çözümlenemezse zirveden hiç beklenmedik sonuçlar çıkmasının ihtimal dışı olmadığını, Türkiye’de halen esen nispeten iyimser havayı haklı gösterecek bir durumdan bahsedilemeyeceğini vurguluyorlar.
Zirvede, oylama yapılmadan, resme bir karar alınmadan bile müzakere başlıklarının açılmasını fiilen engelleyen bir ortamın doğabileceğini düşünmeye devam ediyorlar. Kaldı ki Ceza Yasası’nın 301. maddesinde değişiklik yapılmaması, ek bir güçlük yaratır. Papa’nın Türkiye’ye yapacağı ziyaretin tatsız ve gergin bir ortam içinde geçmesinin hiç yankısız kalacağını zannetmek de aşırı iyimserlik olur.
Tam bu sırada, BM Genel Sekreteri, Kıbrıs’ta iki tarafı kapsamlı çözüm müzakerelerine gelecek yıl başında başlamaya davet etti. Bu girişimin başarısı, AB zirvesinde bir çıkış yolu bulunmasını belki kolaylaştırabilir.