POLİTİKA ile ekonomi arasındaki etkileşim, sadece ülke bazında değil, bölgesel ve hatta küresel boyutta da gittikçe daha belirli hale geliyor.
ABD’nin Irak macerası, petrol fiyatlarını tırmandırarak Rusya’nın global aktörlük emeline hizmet etti, Ortadoğu’da da İran’ın nüfuz alanını genişletti.
İç politika açısından demokratik ülkelerde siyasi partilerin seçimlerdeki kaderini geniş ölçüde ekonomi alanındaki başarıları veya başarısızlıkları tayin ediyor. Türkiye’ye gelince, piyasaların politik gelişmelere karşı aşırı derecede hassas olduğu devirler yaşadık. Fakat her nedense son iki üç yıldan beri bu eğilimde ciddi bir azalma gözlemleniyor.
Piyasalar bütün siyasi olumsuzlukları sanki peşinen satın alıyorlar. Bu yıl ilk önce cumhurbaşkanlığı, arkasından da genel seçimlerin olası çalkantılarına karşı ekonomi aynı direnci gösterebilecek mi? Bu soruya cevap vermek o kadar kolay değil. Çünkü yıl içinde politik ve toplumsal gerginliklerle karşılaşmamız olasılığı bir hayli kuvvetli.
* * *
Cumhurbaşkanlığı seçimini, seçim yöntemini tartışmaya açarak rayından çıkarmak girişimleri var. Anayasa’nın öngördüğü üç tur sisteminde adaylardan birinin ilk turda seçilmesi, 3’te 2 çoğunluğun oyunu almasına bağlı. Fakat şimdiye kadar yerleşmiş uygulamanın aksine, oylamanın yapılacağı toplantıda üyelerin 3’te 2’sinin hazır bulunmasının da şart olduğu ileri sürülüyor.
Bu görüş kabul edildiği takdirde muhalefet seçimleri bloke edebilecek, TBMM’nin feshedilerek 3 ay içinde yeni seçimlere gitmesi kaçınılmaz olacak. Yöntem tartışması sona ermezse mesele herhalde Anayasa Mahkemesi’ne intikal eder. Orada ne olacağını öngörmek yine çok zor.
Anayasa Mahkemesi’nin daha önce bazı şaşırtıcı kararlar aldığını biliyoruz. Meclis’teki oylamalarda çekimser oyların olumsuz oylarla eşit tutulması bunlardan biridir. Hiçbir yerde uygulanmayan ve demokratik oylama felsefesine tamamen aykırı bu yöntemin 1 Mart 2003 tezkeresinin reddine sebep olduğunu hatırlayalım.
Tabii yöntem taktiklerinin arkasındaki amaç, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın seçilmesini ne pahasına olursa olsun önlemektir. Oysa, Başbakan hakkındaki değerlendirmeler ne olursa olsun onun adaylığına set çekmek, en basit demokrasi anlayışıyla bağdaşmadığı gibi sonuçları bugünden kestirilemeyecek gelişmelere yol açar.
Türkiye’de bugün mevcut politik kutuplaşmalar, bütün kesimlerin beklentilerine cevap verecek bir cumhurbaşkanının seçimine müsait değildir. Cumhurbaşkanı seçiminde herkes bu gerçeği göz önünde tutmalı ve inatlaşma güdüsünü kontrol etmelidir.
* * *
Cumhurbaşkanı seçimi Anayasa’ya uygun olarak cereyan etse bile, bu defa milletvekili seçiminin sonuçları siyasi istikrarı zedeleyen bir ortam yaratabilir.
2002’den beri, tek parti iktidarının, kendi bünyesindeki zaaflara, Türkiye’nin çok karmaşık siyasi ve kurumsal dengelerine, kamuoyundaki derin bölünmelere, çözüme kavuşturulamayan kronik meselelere rağmen, ülkede istikrarı koruduğu, dış politikada önemli kazanımlar sağladığı, ekonomide mali disiplin içinde büyüme gerçekleştirdiği inkár edilemez.
Seçimlerde hiçbir parti tek başına hükümet kurmaya yetecek kadar milletvekili çıkaramazsa koalisyon hükümetleri devrine geri döneceğiz demektir. Türkiye’nin demokrasi tarihinde koalisyon hükümetlerinin nasıl açmazlara yol açtığını, özellikle 1999 ile 2002 arasındaki koalisyon hükümetinin her bakımdan nasıl bir acz içinde bulunduğunu ve bu yüzden uğradığımız ekonomik kayıpları, dış politikada kaçırdığımız fırsatları unutmak mümkün mü?
Bu yılki seçimlerden ise daha da kötü bir tablo çıkması ihtimali kuvvetlidir. İşte o zaman ekonomi yine bugünkü direncini gösterebilir mi, yoksa hem politik hem de ekonomik bir krize mi sürükleniriz? Tabii muhalefet partileri "bugünkü durumdan daha kötüsü olamaz" diyecekler. Fakat bu iddialarını kanıtlamak o kadar kolay olmayacak.