İlter Türkmen: İsveçli Bakan'ın ziyareti

İlter TÜRKMEN
Haberin Devamı

İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindh'in geçen hafta yaptığı ziyaret sırasında HADEP'li belediye başkanları ve insan hakları dernekleriyle yaptığı temaslar ve azınlık haklarını savunan demeçleri tepki ve infial uyandırdı. Sonunda da tarihimizde sık sık görülen zamanlama şaheserlerinden birine daha tanık olduk. Bakan gider gitmez üç HADEP'li belediye başkanı gözaltına alındı.

***

Anna Lindh'in ziyareti aslında önemliydi. İsveç, Helsinki zirvesinden önce Türkiye'nin katılma adayı olarak tanınmasına en fazla karşı çıkan ülkeydi. Üyelik sürecinin yürütülmesinde onun desteğini sağlamak gerekiyordu. Kaldı ki İsveç 2001 yılı Ocak'ında AB dönem başkanlığını üstlenecek. Büyük olasılıkla AB ile Türkiye arasında siyasal nitelikteki Kopenhag kriterleri üzerinde diyalog da o tarihlerde yoğunlaşacak. Dışişleri Bakanı Cem, herhalde bu nedenlerle Lindh'i Türkiye'ye davet etmişti. Yoksa İsveçli Bakan'ın mizacını, üslubunu, önceliklerini ve meraklarını kuşkusuz biliyordu.

Duyarlılıkları tahrik eden davranışları bir tarafa bırakılırsa, Anna Lindh'in genel olarak Türkiye'nin sorunlarına yaklaşımında yadırganacak fazla nokta yok. Hürriyet ekibi ile 18 Şubat'ta yaptığı görüşmeden aldığım izlenim de bu yönde. Bakana İsveç'in niye Helsinki'de tutum değiştirerek Türkiye'nin adaylığına itiraz etmediği sorulduğunda şu ilginç yanıtı verdi: ‘‘Biz tutum değiştirmedik. Sırf Türkiye'yi siyasal alanda tatmin için arkası gelmeyecek bu adaylığı desteklemek istemiyorduk. Hıristiyan Avrupa kavramı terk edilmeden Türkiye ile gerçek bir entegrasyon mümkün değildi. Helsinki'de ise Türkiye'yi gerçekten içimize almak iradesi belirdi. Ben, Müslüman bir Türkiye'nin AB'ye katılmasının geniş bir kültürel senteze yol açarak Avrupa'yı zenginleştireceğine inananlardanım.’’

***

Anna Lindh'in demokratikleşme çerçevesinde Kürt kökenlilere verilecek haklar konusunda söyledikleri de AB Komisyonu'nun çizdiği parametrelerin dışına çıkmıyor. AB Komisyonu için referans, Avrupa Konseyi'nin azınlıklar ve yerel dillerle ilgili sözleşmeleri. Fakat bu belgeleri imzalamamız bizden beklenemez. ‘‘Sami’’lere ve diğer azınlıklara kendi dillerini kullanmak hakkını ancak çok yakın bir tarihte tanıyan İsveç bile imzalamamış. Fransa ise Anayasası ile bağdaştıramadığı için bunlara taraf olamadı. Bizden beklenen ‘‘Kürt kökenli Türk vatandaşlarının kendi doğal dillerini kullanmak ve kültürel geleneklerini sürdürmek haklarını’’ tanımak. Bu fikre taraftar olan Türkiye'de az mı insan var? Bizzat İsmail Cem, Helsinki zirvesinden sonra televizyonda ve radyoda herkesin kendi dilinde konuşmak hakkına sahip olduğunu vurgulayarak Anna Lindh ve diğer AB'li bakanların takdirine mazhar olmamış mıydı? Başbakan Ecevit'in Şansölye Schröder'e 26 Mayıs 1999'da yazdığı ve Türkiye'nin politikası hakkında senet sayılan mektubun anlamı da değişik değildi. Ecevit şimdi Lindh'e, PKK'nın siyasi mücadeleye başlamasının yeni adımlar atılmasını engellediğini söylemiş. Peki, bu adımlar atılmazsa siyasallaşmanın ve radikalleşmenin çok daha geniş boyutta olacağından şüphesi var mı?

***

Problem, Öcalan'ın safdışı edilmesini izleyen gelişmelerin yarattığı kritik ortamda, tutarlı ve gerçekçi bir politikayı bir türlü üretemememizden kaynaklanıyor. Yalpa vurarak, zor kararları ertelemek için bahaneler arayarak bir yere varamayız. Bu şekilde devam edersek hem iç barış için muazzam bir fırsat kaçırırız ve hem de AB ile üyelik müzakerelerine bir türlü başlayamayız. Tabii Türkiye batmaz, politika oyunlarımıza devam ederiz, terör bir ölçüde sürer, DGM'ler dolup taşar, fakat güzel hayaller kurarız, birbirimize övgüler yağdırırız. Divan edebiyatına taş çıkartacak kadar renkli ve çarpıcı örneklerle canlanmakta olan kaside sanatını daha da geliştiririz.

Yazarın Tüm Yazıları