CUMHURBAŞKANLIĞI seçiminin tetiklediği kriz hukuk-siyaset ilişkisini yeniden gündeme getirdi. Tartışmaların ortaya çıkardığı bir gerçek üzerinde bence mutlaka durulmalıdır. Diğer yasalarımız gibi Anayasa hükümlerinin yazılış biçimi çelişkili ve hatta birbirine tamamen zıt yorumlara elverişlidir.
Bırakın cumhurbaşkanı seçimi turlarında toplantı yeter sayısı üzerindeki görüş ayrılıklarını, Sezer’in görev süresi sona erince yeni cumhurbaşkanı seçilinceye kadar Çankaya’da kimin oturacağı konusunda oydaşmaya varılması bile bir hayli vakit aldı.
* * *
Toplantı yeter sayısı hakkında Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karara gelince, içinde bulunduğumuz krizin politik çözümüne özlü bir katkı yaptığı genel kabul görmekteyse de, hukuki tutarlığı hálá sorgulanmaktadır. Bunun da ötesinde, kararın gelecek cumhurbaşkanı seçimlerini nasıl etkileyeceğini merak etmemek mümkün değil. 96. ve 102. maddelerin amacı 1980’den önceki seçimlerdeki kilitlenmeleri önlemekti.
Anayasa Mahkemesi’nin içtihadı ise bundan sonraki seçimlerde yine aynı kilitlenmelere yol açacak niteliktedir. Şimdi bütün bu sakıncaları önlemek amacı ile Anayasa’da oldukça kapsamlı değişiklikler içeren bir öneri paketi hazırlanmış bulunuyor, fakat paketin içinde de tutarsızlıklar eksik değil.
* * *
Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesi önerisi de paketin bir parçası. Peki bu yöntem bundan sonra cumhurbaşkanı seçimlerinin sorunsuz geçmesini sağlar mı?
Bu soruya da cevap vermek kolay değil. Halkın oyuna başvuru, TBMM’deki aritmetik veya Anayasa Mahkemesi’nin içtihadı yüzünden seçilme şansı zayıf bir adayın daha kolay seçilmesini sağlayabilir, fakat aday tartışmalı ise kutuplaşmalar ve siyasi gerginlik azalmaz. Belki de daha fazla artar.
Diğer taraftan, Anayasa’da cumhurbaşkanına tanınan yetkiler yeniden tarif edilmeden halkoyu ile seçime gitmenin ne kadar isabetli olduğu şüphelidir. Genellikle ancak başkanlık veya yarı başkanlık sistemlerinde direkt seçim uygulanır. Direkt seçime bu sistemlerden birini kabul etmeden geçmek, cumhurbaşkanına daha fazla yetki verilmesi baskısını ister istemez yaratacaktır.
Türkiye’nin siyasi gerçekleri ve kültürü, politik liderlerimizde hiç eksik olamayan otokratik eğilimler ışığında başkanlık veya yarı başkanlık sisteminin riskleri çok iyi hesap edilmelidir.
* * *
Her neyse, cumhurbaşkanının halk tarafından secilmesine imkán verecek anayasa değişikliğinin 22 Temmuz’a kadar yetişmesi ihtimalinin zayıf olduğu anlaşılıyor. Yarın Meclis’te mucizevi bir şekilde 367 oy bulunamazsa, cumhurbaşkanını yeni Meclis seçecek. Doğrusu da budur. İyi de, aynı kilitlenmenin tekrarı nasıl önlenecek, o belli değil.
Türkiye’deki gelişmelere dış tepkileri göz önünde bulundurmakta yarar var. Geçen çarşamba akşamı, Fransa’da iki cumhurbaşkanı adayı televizyonda tartıştılar. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı bilinen menfi tutumunu tekrarlayan Sarkozy’ye cevabında, Royal, Türkiye’nin demokratik ve laik bir devlet olduğunu belirtirken "Türkiye’deki mitingleri görmediniz mi?" diye sordu.
Gerçekten de, Ankara ve İstanbul mitingleri ve bazı konuşmacıların laikliği savunurken aynı zamanda askeri bir müdahalenin çare olmadığını vurgulamaları, Türkiye’de demokrasinin gücünü kanıtlamıştır. Sivil toplumun sergilediği olgunluk politikacılara ve kurumlara da örnek olmalıdır.
Meclis’te çoğunluğu elde etmenin açık çek anlamına gelmediği, oydaşma arayışının gerekli olduğu, her şeye hayır diyen yıkıcı ve gürültücü bir muhalefetin demokrasiye hizmet etmediği, herkesin demokratik sürece güvenmesi gerektiği bilincine artık varılmalıdır.