Gıpta duygusu

BULGARİSTAN ve Romanya’nın 1 Ocak 2007’de Avrupa Birliği’ne üye olmaları Türkiye’de önceki katılımlara oranla daha fazla etki yaptı.

O gün Viyana’daki ünlü Musikverein Salonu’nda geleneksel yılbaşı konserini televizyonda izlerken orkestrayı yöneten Zubin Mehta Almanca, Bulgarca ve Rumence her iki ülkeye "Avrupa’ya hoş geldiniz" deyince benim de içim burkulmadı değil.

Fakat tepkim "Bir gün bizi de böyle kutlasalar ne güzel olur" şeklindeydi. Yoksa biz her ikisinden politik ve ekonomik kıstaslara daha fazla uyum sağlamış durumdayız, bize haksızlık ediliyor gibi bir hisse o anda kapılmadım. Gerçekleri görmek lazım. AB’nin Soğuk Savaş sonrasında başlıca politik amacı, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini entegre etmekti.

* * *

Bunların içinde kıstaslara uymakta en geri kalan Bulgaristan ve Romanya idi. Ekonomik açıdan birçok alanda Türkiye’den bir hayli geride oldukları da muhakkak. Ancak değerlendirmelerimizde biraz da öznel davranıyoruz. Bu ülkelerin şehirlerinde İstanbul’un ihtişamını, zenginliğini, alışveriş merkezlerinin göz kamaştırıcı görkemini bulamayınca bizden daha geride olduklarına hükmediyoruz.

Ne var ki, görünüşteki nisbi fakirliklerine rağmen fert başına GSMH düzeyi, satın alma standardına göre 9 bin dolar civarında. Bizden çok faklı değil, galiba biraz daha yüksek. BM Kalkınma Programı’nın 2005 yılı "İnsani Gelişme" raporunda ise bizden daha öndeler. Bulgaristan 54., Romanya 60. sırada. Türkiye 92. sırada. Özellikle eğitim endeksinde daha ileriler.

Diğer taraftan unutmamak gerekir ki, AB’ye katılım sürecinde arkanızda büyük bir sponsor olması çok faydalı. Yunanistan, AB Komisyonu’nun menfi raporuna rağmen o zamanki Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’in diretmesi sayesinde üye olmuştu. Bir Latin ülkesi olarak gördüğü Romanya’yı yine Fransa kuvvetle destekledi. Bulgaristan’a farklı muamele yapılamazdı.

Romanya ve Bulgaristan’ın katılımıyla Varşova Paktı ve COMECON’un bütün üyeleri artık NATO ve AB içinde yer alıyorlar. Bundan birkaç yıl önce Portekiz’deki bir konferansta latife şeklinde "Türkiye, NATO yerine Varşova Paktı üyesi olsaydı herhalde AB’ye daha kolay girerdi" demiştim. Sonra düşündüm. İsmet İnönü’nün basireti olmasaydı, Türkiye, Almanya ile savaşa girseydi, Alman orduları tarafından işgal edilseydi ve arkasından Sovyet orduları tarafından "kurtarılsaydı", devletin bütün kurumları yerli komünistlerin yönetimine geçseydi, biz Soğuk Savaş’ın sonunda demokrasiye geçişi başarır mıydık, yoksa komünistler şapka değiştirerek otoriter yönetimi devam mı ettirirlerdi?

Cevap o kadar kolay değil. Bir Yugoslav komünistin bana, "Sizin komünistler kadar fanatiğine hiç rastlamadım" dediğini hatırlarım. Neyse, biz İsmet Paşa’ya şükran borcumuzu hiç unutmayalım.

* * *

Evet, AB bize çifte standart uyguluyor demekte geniş ölçüde haklıyız. Fakat acaba bizim de tutarlı ve kararlı bir AB politikamız var mı? Bu konuda gittikçe şüphe duymamak mümkün değil. Başbakan daha birkaç gün önce "Türkiye için Irak, şu anda AB sürecinden daha önemli hale geldi" demedi mi?

İki konu nasıl kıyaslanır, anlamak çok güç. AB bir vizyon, bir politik ve stratejik amaç. Irak ise çok çetin ve çetrefil bir sorun. AB süreci için kendi yapabileceğimiz çok şey var. Irak’ın toprak bütünlüğünü ve istikrarını sağlamak ise bizi çok aşıyor.

Tek başımıza hareket ederek ABD gibi bataklığa saplanmak niyetimiz herhalde yok. Irak’taki gelişmelerin Türkiye’ye yansımalarını uzun vadede önlemenin en iyi yolu da AB sürecini devam ettirmek değil mi?
Yazarın Tüm Yazıları