DOMİNO teorisi, Soğuk Savaş yıllarında ABD nazarında geçerli ve makbul bir teoriydi. Temelinde, bir ülke komünizme terk edilirse, arkasından sırayla birçok ülkenin kaçınılmaz olarak aynı akıbete uğrayacağı inancı yatıyordu.
ABD başkanları, büyük tepkiye yol açan Vietnam savaşını meşru göstermek için bu teoriye sığınıyorlardı.
11 Eylül 2001’den ve özellikle Irak Savaşı’ndan sonra Başkan Bush aynı savı iki değişik şekilde ileri sürdü. Ona göre Irak’ta başarı kazanılamazsa global terör gittikçe yayılır ve hatta ABD’yi yine vurabilirdi. Buna karşılık, Irak demokrasiye kavuşabilirse, domino teorisi uyarınca bütün Müslüman ülkelerde demokratik devrim başlatılabilecekti. Bu ikinci iddianın ne kadar gerçeklere uymadığı her gün daha iyi anlaşılıyor.
Şimdiki halde demokrasinin vazgeçilmez şartı olan serbest seçim nerede yapıldıysa köktendinciler doğrudan veya dolaylı olarak galip çıktılar. Köktendiciliğin zincirleme Müslüman ülkelerin birçoğunda iktidarı ele geçirmeleri tehlikesi, Soğuk Savaş zamanındaki komünizmin yayılması tehlikesinden çok daha büyük. Ve tabii bu olasılık her şeyden önce Müslüman ülkeler için bir felaket senaryosu oluşturur.
***
Afganistan’daki son gelişmeler, köktendincilikle mücadelenin ne kadar zor olduğunu bir kere daha kanıtlıyor. 11 Eylül’den sonra başlatılan askeri operasyonlar sonunda Taliban yönetimi devrilince Afganistan’ın artık istikrarlı bir demokrasiye kavuşacağı umuluyordu. Parlamento ve Cumhurbaşkanı seçimleri yapıldı ve yeni bir Anayasa yürürlüğe girdi. Uluslararası toplumun yardımları da küçümsenecek ölçüde değildi.
Ne var ki, kuzeyde savaş derebeyleri nüfuzlarını korurken, Taliban militanları tekrar güneye sızdılar. Bir kısmı da Pakistan’ın fiilen aşiretlerce yönetilen bölgelerinde melce buldu. Irak Savaşı yüzünden ABD, Afganistan’a gereken miktarda kuvvet sevk edemedi. BM Güvenlik Konseyi’nin onayıyla gönderilen NATO kuvveti ise Temmuz 2006 sonuna kadar kuzeyde ve Kábil’de konuşlandırılmıştı.
Geçen 31 Temmuz’da NATO, güney eyaletlerinin güvenliğini koruma görevini Amerikalılardan devraldı; fakat süratle büyük güçlüklerle karşılaştı. Kanadalı ve İngiliz kontenjanları ağır zayiat verdiler. İntihar saldırıları güvenli sayılan Kábil’e de sıçradı ve 8 Eylül’deki saldırıda içlerinde Amerikan askerleri de bulunan 16 kişi öldü, 29 kişi yaralandı.
Afganistan’da tarihinin en önemli operasyonunu yürüten NATO, halen çok sıkışmış bir durumda. 18 bin 500 kişilik kuvveti Taliban’a karşı mücadeleye yetmiyor. Taliban başlıca güney bölgelerinde afyon üretiminin geçen yıla oranla yüzde 50 artmasından sağladığı gelirle kuzeydeki savaş derebeylerinden bile silah satın alabiliyor ve sınırın ötesinde Pakistan topraklarından lojistik destek elde edebiliyor.
NATO Genel Sekreteri ve askeri komutanları, hiç değilse 2000 veya 2500 kişilik bir ek kuvvet ve daha fazla hava desteği gönderilmesinde ısrar ediyorlar; fakat 26 üye ülkeden hiçbiri bugüne kadar olumlu cevap vermiş değil. Soğuk Savaş sonrasında silahlı kuvvetlerini azaltmış olanlardan bazılarının gerçekten ek asker göndermek imkánı yok. Diğerleri ise göz göre göre askerlerini bir yangının içine atmak istemiyorlar.
***
NATO’nun Afganistan’da başarısızlığa uğraması, köktendinciliğin yayılmasına ivme vereceği gibi zaten bugünkü koşullarda rolü tartışmalara açık ittifakı ciddi şekilde sarsabilir. Bu yönde bir gelişmenin Türkiye’nin yararına olmayacağı aşikárdır.
Türkiye için NATO yalnızca güvenliği açısından değil, Batı ile siyasi dayanışmasının ve kendisini çevreleyen bölgelerdeki hassas dengelerin korunması açısından da önemli bir unsurdur. Afganistan’da mevcut durum ışığında ek kuvvet gönderilmesi kuşkusuz çok riskli olabilir.
Ancak NATO’nun işlevini ve geçerliliğini kaybetmesiyle sonuçlanabilecek bir gelişmeyi mümkün olduğu kadar önlemek için siyasi yoldan çaba sarf edilmesinde isabet vardır.