2 Eylül 2006
HÜKÜMET sonunda Lübnan’daki BM Barış Gücü’ne (UNIFIL) katkıda bulunmaya karar verdi ve Başbakan, iki gün önceki konuşmasında, bu katkının BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararı çerçevesinde olacağını teyit etti. TBMM gelecek hafta bu konudaki tezkereyi müzakere edecek. Ben daha önceki yazılarımda kuvvet gönderilmesini birçok nedenlerle isabetli bulmadığımı belirtmiştim. BM Güvenlik Konseyi’nin kapsamlı 1701 sayılı kararının uygulanmasında Lübnan Hükümeti’ni desteklemek görevini yerine getirirken UNIFIL’in silah kullanmak mecburiyetinde kalmayacağını kimsenin garanti edemeyeceğini, Lübnan’daki çeşitli din ve mezhep mensuplarından bazılarının Türk kuvvetlerine sürekli sempatiyle bakacaklarından emin olamayacağımızı, İran ve Suriye’nin tahrik edebilecekleri saldırılardan kaygı duymak gerektiğini vurgulamıştım.
BM tarafından hazırlanan "çatışma kuralları"da, UNIFIL’in silah kullanabileceği çok sayıda durum öngörülüyor. İşin kuşkusuz bir başka boyutu daha var. Türkiye’de bir kesim, ABD, İsrail’in çıkarlarını gözeterek baskı yaptığı için, Lübnan’a kuvvet göndermeye hazırlandığımıza inanmış durumda. Bu iddianın hiçbir mesnedi yok ve olamaz; fakat ne yazık ki algılama çok kere gerçekten daha inandırıcı.
***
Daha önceki tecrübeler, uluslararası barış güçlerinin bir çözüm dayatmak için değil, siyasi yollardan esasen sağlanmış bir çözümü korumak veya geçici de olsa istikrarlı bir statükoyu sürdürmek için görevlendirildikleri takdirde başarılı olduklarını göstermektedir. Kıbrıs bu sonuncu şıkka bir örnektir. Ada’da statüko, Türkiye’nin caydırıcı gücü sayesinde korunuyor, BM Barış Gücü de izlemeyle ve arada sırada çıkan anlaşmazlıklarda arabuluculuk yapmakla yetiniyor.
Lübnan’da ve oradaki durumu etkileyen çevresinde ise sorunların çözümü veya şiddete başvuruyu önleyecek politik bir düzenleme yönünde hiçbir gelişme yok. Hizbullah hiç değilse bir süre yaralarını sarmak amacıyla tahriklerden kaçınmaya çalışsa bile silahlanmaya devam etmek isteyecek.
Güvenlik Konseyi kararının hükümet dışındaki kuruluşlara silah sevkıyatının engellenmesini öngören hükmünü, çok zayıf olan Lübnan ordusunun tek başına uygulaması mümkün değil. UNIFIL bu alanda görev üstlenirse riskler artmayacak mı? Güneyde ise İsrail, sınırlı da olsa bazı operasyonlara yine girişirse UNIFIL daha önce olduğu gibi ateş altında kalmayacak mı?
***
Ne var ki hükümet, bütün riskleri göze alarak kararını vermiştir ve TBMM büyük olasılıkla bu kararı onaylayacaktır. Artık bu aşamada, kamuoyunu bölecek hareketlerden ve söylemlerden kaçınılmalı ve askerlerimizin çok kuvvetli bir milli destekle görevleri başına gitmelerine herkes yardımcı olmalıdır.
Bundan sonra dikkatimizi, birliğimizin güvenliğini ve başarısını sağlayacak önlemler üzerinde yoğunlaştıralım. Lübnan’da UNIFIL’in komutasını ilk önce Fransa ve gelecek şubattan itibaren ise İtalya üstlenecek. Kuvvetin belkemiğini, AB ülkeleri birlikleri teşkil edecek. Bu nedenle bizim de AB çerçevesi içindeki koordinasyona şu veya bu şekilde dahil olmaya çalışmamız gerekir. Türkiye zaten AB komutası altındaki kuvvetlerle işbirliği alanında deneyime sahiptir.
AB ile Lübnan’da ortaklaşa hareket etmemiz, hem operasyonel planlamaya daha fazla katılmamızda hem de AB ile siyasi ilişkilerimizin pekiştirilmesinde etkili olur. İmaj bakımından yalnızca bir Müslüman ülke kimliğiyle değil, AB’nin bir partneri olarak Lübnan’da UNIFIL bünyesinde barışın tesisine çalıştığımız izleniminin verilmesinde, zannedersem her bakımdan yarar mevcuttur.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2006
LÜBNAN krizinin başından beri politikamıza bir karmaşa hákimdi. Şimdi 25 Ağustos’ta Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in açıkladığı gayet kesin tutumla işler büsbütün çıkmaza girdi. Cumhurbaşkanı net bir şekilde Lübnan’a asker gönderilmesine karşı olduğunu, başkalarının ulusal çıkarlarını korumak mecburiyetimiz bulunmadığını, PKK konusunda uluslararası bir yardım görmezken başkalarının çıkarları için hareket etmememiz gerektiğini ifade etti.
Gerçi Cumhurbaşkanı’nın TBMM’nin alacağı bir kararı bloke etmek yetkisi yok. Fakat Milli Güvenlik Kurulu’nda hükümetin istediği yönde bir karar alınmasını önleyebilir. TBMM’nin buna rağmen Lübnan’a asker göndermeye karar vermesi de o kadar kolay olmaz. Askerlere gelince, onlar her zamanki gibi aldıkları talimatı yerine getireceklerini söylüyorlar; ancak bu talimatın oluşmasına katkıda bulunmalarından daha tabii bir şey olamaz.
Nitekim Fransa’da, askerler görev talimatının yeterli olmamasına itiraz ettiler, "İsrail’in yapamadığını BM gücü nasıl yapar" diye sordular. Ve artık anlaşıldı ki 1701 sayılı kararın hükümlerine rağmen Hizbullah’ın silahsızlandırılması konusu rafa kaldırılmıştır. Buna karşılık BM gücünün, kendini savunmak, silah ambargosunu uygulamak ve hareket serbestisine yapılacak engelleri bertaraf etmek için silah kullanabileceği açıklığa kavuşturulmuştur.
* * *
Cumhurbaşkanı bir çelişkiye de haklı olarak dikkati çekti. Hükümet muharip kuvvet değil, tamamen insancıl misyon ifa edecek bir kuvvet göndermek istiyor. Oysa böyle bir kuvvet 1701 sayılı Güvenlik Konseyi’nde öngörülmüş değil. Öngörülen 15 bin kişilik güce hükümetin istediği nitelikte bir kuvvetle katılmak imkánı gözükmüyor. İnsancıl yardım Cumhurbaşkanı’nın belirttiği gibi ayrı bir çerçevede ele alınmalıdır.
Cumhurbaşkanı’nın, hükümetin daha Güvenlik Konseyi kararı çıkmadan asker göndermeye talip olmasına yönelttiği eleştiri de yerindedir. AKP Hükümeti, Ortadoğu’da daima pro-aktif bir rol oynamak istiyor, herkesten evvel inisiyatif almakta acele ediyor ve sonunda bu inisiyatifler ya ters tepiyor, ya da dağ fare doğuruyor. Cumhurbaşkanı’nın değinmediği bir nokta daha var: Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Şam ziyareti. Bu ziyarette, Gül’ün, Suriye’nin de artık bölgede barış ve istikrar için adım atmaya kararlı olduğu izlenimi aldığı yolunda haberler çıktı.
İyi de Suriye liderlerinin sözlerine inanarak yola çıkmak mümkün mü? Zaten Gül’ün ziyaretinden hemen sonra Şam Hükümeti, BM gücüne mensup birlikler Suriye sınırına yakın mevkilerde konuşlandırılırsa sınırı kapatacağını açıkladı. Suriye’nin Lübnan üzerindeki oyunlarından vazgeçmeye hazır olduğuna inanmak çok güç. İsrail-Suriye arasında bir barış antlaşması imzalanması için zamanın şimdi çok elverişli olduğunu düşünenler de aşırı bir iyimserlik sergiliyorlar.
* * *
Cumhurbaşkanı’nın çıkışı, başarı ve etkin bir dış politika için gerekli esnekliğin Türkiye’de mevcut olmadığını bir kere daha kanıtladı. Haftalarca sorumlu makamlar arasında bir türlü oydaşmaya varılamadı.
Diğer ülkelerde BM barış güçlerine katılma kararında parlamentolar rol oynamazken, bizde, Anayasa mutlaka gerekli görmese bile TBMM’nin onayı aranıyor. İş Meclis’e bir kere geldikten sonra ise demagoji ustalarının da etkisiyle duygusallığın ağır bastığına defalarca şahit olduk.
Hükümet bu durumu bildiğinden Meclis’e başvuruyu geciktiriyor, zaman kaybediyor ve tasarladığı atılım gerçekleşemiyor.
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2006
1968’de "Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması" (NSYÖA) imzaya açıldığı zaman, o tarihte nükleer silahlara sahip ve aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olan beş ülke dışında hiçbir ülkenin artık nükleer güç olmaya kalkışmayacağı umuluyordu. Nükleer olmayan ülkeleri tatmin için de en kısa zamanda nükleer silahsızlanmaya gidileceği vaat edilmişti. Tabii bu platonik bir vaatti. Nükleer silah tekelini ellerinde bulunduranların bu imtiyazdan vazgeçmeye hiç niyetleri yoktu. Daha o tarihte antlaşmaya Hindistan şiddetle itiraz etmiş, Çin gibi bir diktatörlük nükleer silahlara sahip olabilirken dünyanın en büyük demokrasisinin bu haktan mahrum bırakılmasını kabul edemeyeceğini belirtmişti. Hindistan antlaşmayı imzalamayınca Pakistan da onu takip etti. İsrail de aynı yolu seçti.
* * *
Hindistan ilk defa 1974’te bir yeraltı nükleer infilak gerçekleştirince Pakistan da ne pahasına olursa olsun nükleer silahlara sahip olmaya azmetti. Fakat her iki ülkenin de hiç değilse resmen nükleer güç olduklarını gösterecek hareketlerden, özellikle yeni nükleer infilaklardan kaçınacakları beklentisi vardı.Bu nedenlidir ki 11 Mayıs 1998’de Hindistan’ın bir nükleer denemede bulunması ABD için sürpriz teşkil etti. Başkan Clinton zamanında Dışişleri Bakanlığı’nın ikinci adamı olan Strobe Talbott o günün aslında komik bir tarafına da Hindistan hakkındaki kitabında yer veriyor. Talbott odasında sakin sakin otururken Hindistan’ın nükleer denemesi haberi gelmiş. Talbott haberin kaynağını sorunca da "CNN’den duyduk" cevabını almış. CIA Başkanı’na telefon etmiş, o da haber kaynağının da CNN olduğunu bildirmiş. Hatta "Haberi CNN’den duymak yine de ilkönce Dışişlerinden duymaktan iyidir!" demekten kendini alamamış. CIA’yı gözlerinde sürekli büyütenler, onda şeytani bir kudret vehmedenler galiba aldanıyorlar!
* * *
Hindistan’dan sonra Pakistan da nükleer denemede bulunmakta gecikmedi. Güvenlik Konseyi’nin nükleer programlara son verilmesi çağrısına iki ülke de uymadı. Ayrıca bu ülkelerin NSYÖA’ya göre barışçı amaçlarla nükleer enerjinin kullanılması alanında her türlü yardımdan yoksun bırakılmaları lazımdı. Ne var ki daha birkaç ay önce Başkan Bush bu hükümlere aykırı bir anlaşmayı Hindistan ile imzalamakta sakınca görmedi. Bush için daha önemli olan Çin’e ve Rusya’ya karşı Hindistan’ı ABD’nin yanına çekmekti. Kuşkusuz ABD’nin bu davranışı İran’a karşı güttüğü politikayla tam bir tezat teşkil ediyor ve onun inandırıcılığını zedeliyordu.
NSYÖA’ya taraf olan İran’a gelince, uranyum zenginleştirme faaliyetlerine son vermesi amacıyla özellikle ABD tarafından yapılan baskıya oldukça başarılı bir diplomasi ile mukavemet ediyor. Bir Avrupa gazetesinin belirttiği gibi "Washington poker oynarken İran satranç oynuyor". AB ülkelerinin, uranyum zenginleştirmesinden vazgeçmesi karşılığında barışçı amaçlarla nükleer enerji alanında işbirliği önerisine birkaç gün önce cevap verdi. Bunda, ciddi müzakerelere hazır olduğunu bildiriyor, fakat uranyum zenginleştirme faaliyetlerine son vermeyi taahhüt etmiyor. Oysa Güvenlik Konseyi uranyum zenginleştirme faaliyetlerine 31 Ağustos’a kadar son verilmesine, aksi takdirde yaptırım uygulama yoluna gidileceğine karar vermişti.
* * *
Ancak Lübnan’daki krizin derinden etkilediği bugünkü koşullar altında İran’a karşı en yumuşak yaptırımların uygulanması konusunda dahi Güvenlik Konseyi’nde bir oydaşmaya varılması olasılığı çok zayıf. Lübnan’da İsrail’in askeri ve ve siyasi başarısızlığı Irak savaşından çok kárlı çıkan İran’ın elini daha da kuvvetlendirdi. Artık nükleer güç haline gelmesi bir zaman meselesi. Siyasi baskı yolu ile bu gelişmeyi önlemek imkánı pek kalmadı. Askeri müdahale yolu ise bölgedeki bütün dengeleri sarsar, hatta onun ötesinde bütün dünyayı etkileyecek ekonomik sonuçlar doğurur. İran nükleer kulübün artık potansiyel bir üyesidir. Her ülkenin politikasını bu gerçeğe göre ayarlaması doğru olur.
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2006
LÜBNAN krizinin uzun süreli yansımaları hakkında yapılan irdelemeler genellikle oldukça karamsar. Her şeyden önce İsrail’in içinde sorgulamalar başladı. Operasyonların başlatılmasının ve vüsatinin sorumlusu olarak ordu eleştiriliyor.
İsrailli generallerin her zaman bağlı kaldıkları "kuvvetle çözümlenemeyen sorunların ilacı daha fazla kuvvettir" doktrininin bu defa fiyaskoyla sonuçlandığı ve hükümetin politik tercihleri askerlere bırakmakla vahim bir hata işlediği ileri sürülüyor. Gerçekten, Lübnan’da ölçüsüz ve geniş ölçüde de sivillere yönelik operasyonların politik kazanç sağladığına kimse inanmıyor.
İsrail ordusunun yenilmezlik efsanesine çok ağır bir darbe vuran Hizbullah, bu savaştan zayıflayarak çıkmadı, aksine politik gücünü hiç değilse şimdilik artırdı. ABD’nin Irak savaşıyla yarattığı istikrarsızlığın derinleşmesine Lübnan’daki savaşın katkısı çok önemli olacağa benzer.
***
Suriye de Lübnan savaşından zararlı çıkmadı. Suriye ile Lübnan arasında uzun zamandan beri zımni bir anlaşma var. İki ülke arasındaki sınır boyunca her iki taraf uzun yıllardan beri çok temkinli davranıyor. İsrail ile Suriye arasındaki mücadele Lübnan’da cereyan ediyor. İsrail’in 1982’de Lübnan’da kazandığı askeri zaferi siyasi bir zafere dönüştürmesine, İsrail ile anlaşma imzalayan Cumhurbaşkanı Beşir Cemayel’i katlettirerek Suriye engel olmuştu.
Şimdi de BM Barış Gücü’ne karşı saldırıları teşvik ve tahrik etmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. ABD’nin Suriye ile diyaloğa girmesini isteyenler var; fakat ABD’nin Hizbullah ve HAMAS’a aktif desteğini sürdüren bir Suriye ile masaya oturmaya razı olması çok güç.
İran’a gelince, Hizbullah’a desteğinden vazgeçmek niyetinde olmadığı muhakkak; çünkü bu destek aynı zamanda ona nükleer programlarından vazgeçmesi için yapılan baskılara karşı etkili bir silah. İran’dan, beş BM Güvenlik Konseyi üyesi ile Almanya’nın nükleer konuda yaptıkları öneriye bu ay sonuna kadar cevap bekleniyor. Cevap olumsuz ise İran’a karşı bazı yaptırımlar Güvenlik Konseyi’nde ele alınacak.
Lübnan konusunda aldığı kararı uygulamakta büyük zorluklarla karşılaşan Güvenlik Konseyi’nin İran’a karşı daha etkili olabileceği pek düşünülemez. Ne var ki güvenliği daha kırılgan hale gelen İsrail’in kendisi için daha da büyük bir tehdit teşkil edecek nükleer bir İran’a karşı tepkisiz kalması da pek olası gözükmüyor.
***
Lübnan buhranından HAMAS da dolaylı olarak kazançlı çıktı. Radikal İslam zaten bütün bölgede, hatta bütün Müslüman ülkelerde gittikçe kuvvetleniyor. Hizbullah gibi Irak’ta da kendi milisleri olan Şii bir parti mevcut. Irak’ta Şiiler ile Sünniler birbirlerini öldürürken Sünni HAMAS hem Hizbullah hem de İran ile dayanışma halinde.
Radikal İslam açısından ufuktaki büyük bir tehlike de Pakistan’daki durumdur. Pakistan hükümetleri geleneksel olarak iç politikada köktendincilerin etkin olmasını önlemeye çalışırken, Afganistan ve Hindistan’a yönelik siyasetlerinde radikal İslam’ı teşvik etmekten geri kalmamışlardır.
Bu politikayı General Müşerref, uluslararası teröre karşı ABD ve İngiltere ile yakın işbirliği yapmasına rağmen, bugün de devam ettirmektedir. Ancak birbirine zıt bu iki siyaset arasındaki hassas dengenin birdenbire bozulması ve Pakistan’da köktendincilerin iktidara gelmesi ihtimalinden endişe etmemek mümkün değil.
Bu karmaşık ve karanlık tabloda Türkiye’nin birbiri ardından yaptığı girişimlerin sonuç vermesi beklenemez. Fakat ondan çıkartılacak bir ders olduğunu zannederim. Türkiye’nin temel menfaati, AB ile bir an önce entegrasyonun gerçekleşmesidir. Başka istikametlere nafile bakmayalım.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2006
DIŞİŞLERİ Bakanı Abdullah Gül, BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı son kararı çerçevesinde genişletilmiş UNIFIL’e (BM’nin Lübnan’daki Geçici Kuvveti) Türkiye’nin katkıda bulunmasına anlaşılan çok önem atfediyor. Kuvvetin niteliği ve görevi konusunda duyulan endişeleri yatıştırmaya yönelik açıklamalarda bulunuyor. "Muharip güç olmayız" diyor ve UNIFIL’in bir Barış Gücü niteliğinde olacağını vurguluyor. Söyledikleri bir bakıma doğru; fakat konsey kararının çok değişik şekilde yorumlandığını unutmamak gerekir. Nitekim UNIFIL’in şimdiki komutanlığını üstlenmiş olan Fransa’nın Savunma Bakanı Michele Alliot-Marie’nin üç gün önceki açıklaması çok dikkat çekiciydi:
"Görevi iyi tanımlanmamış ve imkánları yeterli olmayan bir kuvvet gönderilirse, bu, gönderilen kuvveti de kapsayacak bir faciaya dönüşebilir." Hizbullah ile fırtınalı bir mazisi olan Fransa, özellikle İran ve Suriye’nin tahrik edebileceği misillemelerden kaygı duyuyor ve şimdilik sadece 200 kişilik ufak bir kontenjan taahhüdünde bulunuyor. Bizim için kısmen de olsa aynı kaygılar geçerli değil mi?
***
Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararı incelendiğinde bazı hükümlerinin kuvvet kullanılmasına kapıyı tamamen kapatmadığı görülür. Karar her şeyden önce Lübnan’daki durumu uluslararası barış ve güvenlik için bir tehdit olarak tarif ediyor. Dolayısıyla BM Şartı’nın 7’nci bölümü çerçevesinde gerekirse kuvvet kullanılmasına hukuki zemin hazırlanmış sayılır.
İsrail’in yalnızca taarruzi operasyonları yasaklanıyor, savunma amaçlı olanları değil. Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını öngören 1559 sayılı kararın uygulanması da isteniyor. Yine karara göre Lübnan’a devlet kurumları dışında hiçbir kuruluşa silah ve askeri malzeme satılamayacak. Uluslararası yardımların Lübnan halkına ulaştırılmasının engellenmemesi sağlanacak.
Bütün bu misyonların yerine getirilmesinde direkt veya dolaylı şekilde rol üstlenecek olan UNIFIL’in hiçbir zaman kuvvet kullanmak durumda kalmayacağı nasıl garanti edilebilir? Bu nedenledir ki BM Güvenlik Konseyi üyeleri yeni UNIFIL’in hangi koşullarda kuvvet kullanabileceğini saptamaya çalışıyorlar. Bu satırlar yazılırken daha bir sonuca varmamışlardı.
Güvenlik riskleri dışında işin bir siyasi boyutu var. Neden UNIFIL’e katılmakta bu kadar istekli olduğumuz izlenimini veriyoruz? Üzerimizde bir baskı mı var? Varsa da buna hayır demek o kadar zor mu? Baskı yok ise amacımız prestij kazanmak mı? Ortadoğu’da her krizde ön planda rol almak şart mı? Lübnan işinde Arapların üstlenmesi gereken rolü üstlenmemiz ne kadar doğru?
Türkiye için Lübnan’da görev almak ne kadar öncelikli? Lübnan’daki bütün çeşitli din ve mezhep mensuplarının Türk kuvvetlerine karşı sürekli sempatiyle bakacaklarından emin miyiz?
***
Bütün bu sorulara cevap ararken doğrusu zorlanıyorum. Bir nokta da dikkati çekiyor. Şimdiye kadar Bosna’da, Kosova’da ve Afganistan’daki barış gücü misyonlarını bir NATO devleti olarak üstlendik. İslam Konferansı Örgütü’nü ön plana çıkarmaya çalıştığımız için şimdi Lübnan işinde daha çok bir Müslüman ülke olarak algılanıyoruz.
Bu algılamanın rahatsız edici bir tarafı da galiba var. UNIFIL mevcudunun Güvenlik Konseyi kararında öngörüldüğü gibi 15 bine çıkarılması. Lübnan’daki bugünkü devlet otoritesi boşluğunun doldurulması, Hizbullah’ın etkisiz hale getirilmesi o kadar kolay olmayacak. Statükonun bazı temel unsurlarıyla beraber yaşamak gerekecek. Asker gönderme konusunda acele etmeye lüzum yok.
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2006
HER yaz olduğu gibi gürültü sorunu yine gündeme geldi. İstanbul’da Boğaz kıyılarında ve onlara yakın semtlerde oturanların şikáyetleri üzerine birkaç gece kulübü bir hafta süreyle kapatıldı. Ceza süresi bittikten sonra ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi, eğlence yerlerinde cumartesi günleri saat 01.00’den, diğer günlerde ise saat 24.00’ten sonra müzik yayını yapılmasını yasakladı.
Bu sefer de İstanbul Belediyesi’nin kararı eleştiriliyor ve ölçüsüz bulunuyor. Hatta bu kararın arkasında bazı dini mülahazalar olabileceği iddiaları veya imaları da eksik değil. Oysa belediyenin kararlaştırdığı sınırlamalar AB ülkelerindeki sınırlamalarla uyumlu. Aradaki fark, bu ülkelerde yasağın sadece açık alanlara tatbik edilmesi.
Şayet eğlence yerleri gece yarısından sonra müşterilerini, sesi dışarı yansıtmayacak donanıma sahip kapalı mekánlara naklediyorlarsa sabaha kadar müzik çalınması yasak değil. Kurallara riayet etmeyenler, ağır para cezaları ödüyor.
***
Türkiye’de yalnızca İstanbul’da değil, Ege ve Akdeniz sahillerinde birçok yerde aynı durum mevcut. Birkaç yüz veya bin kişinin eğlenmesi için on binlerce insan ıstırap çekiyor. Gürültülü eğlencenin turizme yaradığı iddiası ise geçerli değil. Şikáyetlere neden olan gece kulüplerinde yabancı turistlerin sayısı, toplam müşteri sayısının yüzde 5 veya yüzde 10’unu geçmez.
Kaldı ki turistler memnun olacak diye kendi vatandaşlarınızı perişan etmek hiçbir suretle mazeret sayılamaz. Gürültüye sürekli maruz kalmanın sağlık üzerindeki etkileri de göz ardı edilmemelidir. İç kulağa kadar nüfuz edecek şiddette gürültü 20 kat daha yoğunlukta hissedilmekte ve sağırlığa yol açmaktadır.
70 desibelin ötesinde gürültü ise kalp ve damar hastalıklarını tetikleyebiliyor. Tabii bu riskler en fazla tatil aylarında hemen her gece eğlence yerlerinde sabahlayanlar için söz konusu. Fakat onlar kendi rızalarıyla bu tehlikelere katlanıyorlar. Evinde uyumak isteyenlerin günahı ne?
***
Ben Gölköy’de oturuyorum. Yıllarca evimizden aşağı yukarı 2-3 kilometre uzaklıktaki ünlü "Havana"nın korkunç gürültüsüne katlandık. Bu sene ad değiştirmiş ve "Bianca" olmuş. Her gün saat 17.00’den saat 20.00’ye kadar çalan müziğin beyni zonklatan perküsyon seslerine tahammül ediyoruz. Sonra bir yemek molası veriliyor.
Gece yarısından sonra ise 04.00’e kadar aynı işkenceyi çekiyoruz. Fakat beterin beteri vardır. Bize daha yakın "Leblebi" isimli bir kebapçıda bazı akşamlar bir erkek korosu sabaha kadar resmen nara atıyor. Geçen yıllarda jandarmaya şikáyette bulunurduk ve gece görevlileri yardım etmeye çalışırlardı. Ama artık bir şey yapamıyorlar; çünkü geçen yıldan beri yetkileri ellerinden alınmış ve belediyelere devredilmiş.
Belediye de sabahın dördüne kadar 90 desibele kadar gürültüyü serbest bırakmış. Belediyeye başvuruyorsunuz, nazik davranıyorlar; fakat "Ne yapalım, kanun böyle" diyorlar. Şimdi, Muğla Valiliği’nin işe müdahale ettiği, eğlence yerlerini denetlemeye ve genelgelere uymayanlara ceza kesmeye başladığı bildiriliyor. Henüz bu müdahalenin etkisini görmedik. Zaten basın haberlerine göre cezalar da çok vazgeçirici değil, 1125 YTL düzeyinde. Bianca gibi kulüpler için bir masanın ödediği hesabın altında.
Ülkemizde gürültüyle mücadele kolay değil. Sakin eğlence ve dinlenme mevhumu pek yok. Gürültüden hoşlanıyoruz. Başkalarını rahatsız etmemek gibi bir kaygıya da çok sık rastlanmıyor. Denebilir ki, "Siz de Bodrum’da oturmayın, daha sakin bir yere gidin". İyi de, er veya geç gürültünün istilasına uğramayacak yer var mı?
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2006
SUUDİ Arabistan Kralı Abdullah’ın ziyareti birçok açıdan önem taşıyor. Her şeyden önce uzun müddetten, 1967’den beri bir Suudi Kralı resmi ziyarette bulunmamıştı. Dolayısıyla bu son ziyaretin sembolik önemi büyüktür. Suudi Arabistan hanedanı ve hükümet üyeleri arasında Türkiye’ye sempati besleyenler az değildir. Annesi Türk olan ve çok güzel Türkçe konuşan bugünkü Dışişleri Bakanı bunlardan biridir. 1980’li yıllarda birçok alanda Türkiye’ye destek sağladığını yakından biliyorum. O tarihlerde Enerji Bakanı Yamani de petrol sıkıntısı çektiğimiz bir devirde acil ihtiyaçlarımızı karşılamaktan geri kalmamıştı.
Aynı tarihlerde Türkiye’ye gelen Savunma Bakanı Prens Sultan’ın gezdiği tersanede bir denizaltı inşa edildiğini görünce çok heyecanlandığını anımsıyorum. Suudi Arabistan’ın Türkiye’nin dini öne çıkaran politikacıların hepsinden hoşlandığı da zannedilmemelidir. Örneğin, Erbakan’a fazla güven duymazlardı.
***
Bunları yazıyorum; çünkü Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkileri akılcı bir yaklaşımla değerlendirmek gerekir. Elbette bazı sorunlar ilişkilerde zaman zaman huzursuzluk yaratmıştır. Fakat Kral Abdullah’ın ziyareti sırasında yine medyada ifadesini bulan önyargıları ve küçük düşürücü yorumları haklı görmek mümkün değildir.
Ziyaretin siyasi ve ekonomik yönlerinden çok Kral ve heyeti hakkında dedikodulara ve magazin haberlerine geniş verildi. Daha da ileri gidilerek bu vesileyle Arapları aşağılayıcı yazılar çıktı. "Bizi sırtımızdan hançerlediler" nakaratı tekrarlandı. Evet, Araplar, İngilizlerin tahrikiyle ve onlarla birlikte bize karşı savaştılar. Enver Paşa’nın ve İttihatçı takımının basiretsizliği bizi Birinci Dünya Savaşı’na sürüklemeseydi tarihin akışı başka türlü olabilirdi.
Enver Paşa’nın çılgınca giriştiği Süveyş harekátının İngilizlerin Şam’a doğru taarruzunu tetiklediği de unutulmamalıdır. Kaldı ki Yunan, Bulgar, Arnavut ve Sırp milliyetçiliği gibi Arap milliyetçiliğinin, er veya geç bağımsızlıkla sonuçlanması kaçınılmazdı. Tarihe bu açıdan bakmak sağduyunun gereğidir.
Arapların, İsrail’in Lübnan’a saldırısı karşısındaki hareketsizliğini de dilimize doladık. Her ülke kendi menfaatini değişik şekilde algılar. Müslüman oldukları için mi onlara karışmak hakkını kendimizde görüyoruz? Ne gariptir ki Arapları aşağılayanlar aynı zamanda İsrail’in saldırısına karşı infiallerini antisemitizm sınırına kadar götürüyorlar.
Tabii ABD’den ve AB’den de nefret ediyorlar, o da ayrı mesele. Türkiye’yi inzivacı, içine kapanık bir ülke haline getirmek için her türlü gayret sarf ediliyor.
***
Kral Abdullah’ın Ortadoğu’da çok dengeli bir politika güttüğünü hatırlamakta yarar vardır. 2002 yılında, 1967 sınırlarına çekildiği takdirde İsrail ile barış anlaşması imzalanmasını öngören "Arap Barış İnisiyatifi"nin mimarı oydu. Suudi Arabistan, Türkiye gibi Irak’ın toprak bütünlüğünün mutlaka korunmasını ister.
Birinci Körfez Savaşı’nda, baba Bush’un ABD ordusunu Bağdat’a göndermemesinin bir nedeni, Suudi Arabistan’ın Irak’ı parçalayacağı kaygısı ile buna muhalefeti olmuştu. Suudi Arabistan’ın Ortadoğu denkleminde petrol zenginliğinden ve jeopolitik konumundan kaynaklanan önemini Türkiye’nin göz ardı etmesine imkán yoktu.
Riyad’a yakınlaşma politikası her bakımdan yerindedir. Ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi ve Türkiye’ye yüksek miktarda Suudi sermayesi akımını teşvik politikası da isabetlidir. Dünyada her ülke bu sermayeyi kendisine çekmek için uğraşırken Suudi Arabistan’ın Türkiye’yi yatırımları için daha güvenilir bulması, Türk ekonomisine yeni bir ivme verir.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2006
AKP Hükümeti, İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) daha önceki hükümetlerden çok daha fazla önem veriyor. Bu örgütün uluslararası alanda ciddi bir ağırlığı olduğuna, İslam ülkeleri arasında etkin bir dayanışma yaratabileceğine inanmak istiyor. Oysa, örgütün yürütme kurulunun geçen hafta Kuala Lumpur’da Lübnan’daki krizi ele almak üzere yaptığı zirve toplantısı, bir kere daha umut kırıcı oldu.
Toplantıya Lübnan buhranıyla doğrudan ilgili başlıca Arap ülkelerinin devlet veya hükümet başkanları katılmadılar. Buna çok şaşırmamak gerekir. Arap ülkeleri, kendilerini ön planda ilgilendiren konuları Arap Ligi içinde tartışmayı daima tercih etmişlerdir. Kaldı ki bu defa Arap hükümetleri iki ateş arasındalar.
Bir yandan HAMAS ve Hizbullah’ın tasfiye edilmesini temenni ediyorlar, diğer yandan kamuoylarının bu iki İslamcı örgüte gittikçe daha fazla sempati duymasına engel olamıyorlar. Kuala Lumpur toplantısının aceleye geldiğini ve iyi hazırlanmadığını da belirtmek gerekir. BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail ile Lübnan arasında bir ateşkes sağlanması çabalarının yoğunlaştığı bir anda İKÖ’nün sesine ne kadar kulak verilebilirdi?
Konferans sonunda yayınlanan bildiride medeniyetler çatışması uyarısının da fazla yankısı olmadı. Bir medeniyetler çatışması tehlikesinin herkes farkında. Fakat bunun İKÖ tarafından bir tehdit olarak algılanabilecek şekilde ifade edilmesinin isabeti sorgulanabilir. İKÖ şimdi Kuala Lumpur’da aldığı kararların uluslararası bir konferansta ele alınmasını talep ediyor. Bakalım bu girişim ne kadar başarılı olacak.
***
İKÖ yalnız bugün değil, eskiden beri gerçekçilikten uzak ve uygulanma şansı olmayan seri halinde kararlar almak alışkanlığındadır. Bu sefer de aynı şey oldu. Örneğin bildiride savaş suçları nedeniyle İsrail’in cezalandırılması, bu konuda Birleşmiş Milletler tarafından bir araştırma yapılması isteniyor.
Buna imkán var mı? Bir kere devletlerin yargılanması diye bir şey yok. Güvenlik Konseyi’nin daha önce kurduğu mahkemeler ve işlevine yeni başlayan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) ancak sorumlu kişileri yargılayabilir. İsrail ise Türkiye gibi bu mahkemeyi kuran anlaşmayı imzalamamıştır. Bu ona sınırlı da olsa bir masuniyet sağlamaktadır.
Türkiye, İKÖ’ye katılmakta bir hayli tereddüt etmişti. Katıldıktan sonra mesafeli davrandı. 1980’lere kadar zirve toplantılarında hep Dışişleri Bakanı seviyesinde temsil edildi. İKÖ’nün her toplantıda kabul ettiği inanılmaz uzunluktaki karar metinlerine, çoğu Türkiye’nin dış politikası ve laik devlet vasfı ile bağdaşmasa bile itiraz etmedi.
Fakat, her toplantıda, bu kararları ancak kendi politikaları ve Anayasal prensipleri ile uyumlu olduğu ölçüde bağlayıcı sayacağını belirten bir notu Teşkilatın Genel Sekreterliği’ne sunmak yolunu benimsedi. Umarım aynı yöntem devam ediyordur.
***
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dış politikaya yaklaşımlarında duygusal tepkilerinin ve manikeist dünya görüşünün izleri her zaman fark ediliyor. İKÖ zirvesinde de aynı şey oldu. Başbakan nüansa hiç yer bırakmıyor ve zaman zaman çelişkilere de düşmekten geri kalmıyor. Sudan’ın Darfur bölgesindeki katliamları görmezlikten geliyor; fakat Lübnan’daki insancıl dram karşısında İsrail’e ateş püskürüyor.
Hizbullah saldırılarına karşı İsrail’in müdahalesini gayrimeşru ilan ediyor. Gayrimeşru olan müdahale mi, yoksa bu müdahalenin ölçüsüzlüğü ve şiddeti mi? Arada fark var. Başbakan söylemlerinin Türk ve dünya kamuoyu üzerindeki etkisini de hesaplasa iyi eder. Türkiye’de patlak veren antisemitizm cereyanının ne kadar tehlikeli olabileceğini son bazı gelişmeler nedeniyle en iyi o biliyordur.
Yazının Devamını Oku