İlter Türkmen

Başbakan’ın ABD Başkanı ile buluşması

30 Eylül 2006
BAŞBAKAN Erdoğan’ın 2 Ekim’de Washington’da Başkan Bush ile buluşması, gerek Türkiye’de gerek ABD’de yaklaşan seçimler yüzünden siyasi ortamın ağırlaştığı ve Türk-Amerikan ilişkilerindeki pürüzlerin bertaraf edilmesi konusunda son zamanlarda atılan adımların henüz elle tutulur sonuçlar vermediği bir zamana rastgeliyor. Yine de iki tarafın 1 Mart 2003’ten beri aralarında mevcut bürudet ve güven eksikliğini aşmak için sarf ettikleri gayret küçümsenmemelidir. "Ortak vizyon ve yapılandırmış diyalog" belgesi, Ortadoğu sorunlarına yaklaşım farklarının bir ölçüde giderilmesi, PKK terörüne karşı işbirliğine ivme verecek özel temsilciler tayini, bu gayretin bir sonucudur. Ne var ki ABD’nin Irak bataklığından nasıl sıyrılacağı, Irak’ın akıbetinin ne olacağı bu aşamada kestirilemediği gibi Ortadoğu’daki kronik istikrasızlığın gittikçe daha derinleşmesi olasılığı çok kuvvetli.

Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin son çıkışları da Washington’daki görüşmeleri etkilemekten geri kalamaz. Öcalan’ın "ateşkes" çağrısı prensipte "tek taraflı koşulsuz silah bırakma" ile bağdaşmazsa da fiilen terör saldırılarının sürekli durması anlamına gelip gelmediği henüz belli değil.

* * *

Türk-Amerikan ilişkilerinin temel unsurlarını gözden kaçırmamak gerekir. ABD bugün de Türkiye’nin stratejik öneminin bilincindedir. New York’taki Dış İlişkiler Konseyi’nin iki ülke ilişkileri konusunda son yayınladığı rapor, bu noktayı şu şekilde vurguluyor: "Batı ile İslam dünyası arasındaki bölünme bugün ABD’nin dış ve savunma politikasında karşılaştığı en çetin sorundur. Bunun sonucu olarak Türk-ABD ilişkileri her zamandan daha önemlidir. Washington’un İslam dünyası ile ilişkilerinde yeni ve etkili bir politikaya yönelmesinde Türkiye, ABD için en değerli bir partner olabilir."

Türkiye’de aynı bilinç yok değil. Bugün Kara Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral İlker Başbuğ, Genelkurmay İkinci Başkanı iken, Haziran 2005’te, Washington’da ilişkilerin stratejik ortaklığa dayandığını belirterek şunu söylüyordu: "İlişkilerimiz tek bir konuyla sınırlandırılamayacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Dostluğumuzun günlük ya da konjonktürel gelişmelerden -yaşanan bazı tatsız olaylara rağmen- etkilenmeyecek kadar sağlam temellere dayandığını düşünüyorum."

Bu görüşün bugün de geçerli olduğunu sanıyorum. Türkiye jeopolitik konumu nedeniyle AB ile bütünleşse bile Ortadoğu’da, Karadeniz’de, Kafkaslar’da, Orta Asya’da ABD ile yakın bir işbirliği içinde bulunma ihtiyacını hissedecektir. AB’ye üye oluncaya kadar NATO’nun zayıflaması, Türkiye’nin işine gelmez. AB üyeliği gerçekleşmezse veya süresiz ertelenirse, kendisini çevreleyen bölgelerde politik ve güvenliğe ilişkin dengeler açısından, Türkiye’nin ABD desteğine ihtiyacı daha fazla olur.

* * *

Türkiye-ABD ilişkilerinin 2003 yılında raydan çıkmasında iki tarafın da hatalarının büyük payı vardı. Eski Washington Büyükelçisi Faruk Loğoğlu, Milliyet Gazetesi’nde geçenlerde yayımlanan söyleşisinde Türk tarafının hatalarına parmak bastı.

Siyasi irade eksikliğinin 1 Mart öncesi pazarlıkları çok uzattığını ve hükümetin Türk kamuoyuna ABD’nin önemini anlatamadığını vurguladı. Loğoğlu çok haklı. Bu yaklaşım hatalarına artık meydan vermemeliyiz. Her türlü demagojik bombardımana hedef olan Türk kamuoyunu, Washington’dan bu defa gelecek mesajların olumlu yönde etkileyeceği umulur.

Washington buluşmasının başarılı olmasının kuşkusuz önemli bir şartı var: Türkiye’de aynı tarihlerdeki iç gündemin ve bu çerçevede yapılacak beyanatların Erdoğan-Bush görüşmesinin içini boşaltmaması gerektiğini herkes idrak etmelidir.
Yazının Devamını Oku

Bir bardak suda fırtına

26 Eylül 2006
KKTC’deki mini politik krize günlerden beri gerçek boyutunun çok ötesinde önem veriliyor. Aslında olay basit; Türkiye politika sahnesinde çok alışık olduğumuz bir siyasi güç mücadelesinden, çoğunluğa sahip bir siyasi partinin anlaşamadığı koalisyon ortağından kurtulmak için başka partilerden dört milletvekilini kendi safına katmasından ibaret.

Gelin görün ki yapılan bu operasyonu, perde arkasından AKP’nin yönettiği ve bununla birkaç amaca birden ulaşmak istediği iddiası var. Buna göre AKP hükümeti, AB müzakere sürecinde daha esnek ve daha tavizkár bir Kıbrıs politikası gütme imkánını elde etmek, dinci bir partiyi koalisyona sokmak, husumet beslediği Denktaş ailesini siyaset sahnesinden uzaklaştırmak hedefini gütmüş ve manipülasyonlarını kendisine çok yakın olan KKTC Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Yönlüer vasıtasıyla yürütmüş.

* * *

AKP’nin Kıbrıs’ta AB’ye daha fazla ödün vermek için krizi tahrik ettiği iddiasının tutar tarafı yoktur. Aksine AKP hükümeti, AB ile müzakere süreci bakımından, sonucu ne olursa olsun, Gümrük Birliği Protokolü konusundaki tutumundan bir adım bile geri atmaya niyetli olmadığını en kesin şekilde belli etmiştir. Ödünlerin veya bazı ayarlamaların söz konusu olabileceği çözüm müzakerelerinin görünebilir bir istikbalde başlayabileceğini gösteren en ufak bir emare de mevcut değil.

Dolayısıyla Kıbrıs politikası konusunda istifa eden hükümetin Dışişleri Bakanı Serdar Denktaş ile Ankara arasında görüş ayrılığı yoktu, olamazdı. Koalisyonun parçalanmasının nedeni, başından beri Denktaş’ın ikircikli bir yaklaşım içinde olmasıydı. Başbakan Ferdi Sabit Soyer’in ilk fırsatta daha uyumlu bir ekip kurmak istemesi de şaşırtıcı sayılmamalıdır.

DP’den ve UBP’den kopmalarla yeni kurulan Özgür Parti’nin dinci olduğu doğrulanmış değil. Bu partinin üyelerinden birinin eşinin türbanlı olması, herhalde yeterli bir delil sayılamaz. Hakkında çok konuşulan Diyanet İşleri Başkanı Yönlüer’e gelince, tartışmalı bir kişiliği olduğu anlaşılıyor. AKP ile ilişkileri ne kadar yakın, bilmiyoruz.

Kendisini bu mevkiye zaten Serdar Denktaş getirmiş. Ne var ki bu aşamada KKTC’de imam hatip liselerinin açılacağı rivayetleri asılsız. İmamlar, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından gönderiliyor.

* * *

KKTC’deki son gelişmelerin belki daha aydınlanması gereken yönleri olabilir. Fakat çok ciddi bir krizden bahsedilemez. Başbakan Erdoğan ile KKTC Cumhurbaşkanı Talat’ın geçen cumartesi günkü açıklamaları da yaratılan patırtının suni olduğunu teyit eder niteliktedir. Eski hükümetlere oranla çok daha büyük başarılara imza atan CTP ağırlıklı hükümeti hırpalamak ne Türkiye’ye, ne de KKTC’ye yarar getirir.

Güney Kıbrıs’ın tek başına AB’ye katılmasını engellemek fırsatını kaçırarak hem Türkiye’yi, hem de KKTC’yi açmaza sürükleyenlerin kimler olduğu gayet iyi bilinmektedir. Bu inanılmaz vizyon noksanlığının sorumlusu CTP değildi. Aksine CTP liderleri, 2004 referandumundan sonra çok zor koşullara rağmen KKTC’nin uluslararası alanda ve AB ortamında daha geçerli bir muhatap olmasını sağladılar.

Tazmin Komisyonu’nu kurarak Türkiye’yi ve KKTC’yi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde biriken davaların hukuki kıskacından kurtarabilecek bir yöntemi uygulamaya başladılar. KKTC halkının ekonomik gücünün ve refahının da 2004’ten beri önemli ölçüde arttığına şüphe yoktur. KKTC önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin de desteğiyle politik ve ekonomik atılımını sürdürmelidir; çünkü ancak bu suretle ileride temel hak ve menfaatlerini garanti eden bir çözümü sağlayabilir.

Devamlı cadı kazanı kaynatmak ve politik entrikalara başvurmak, bu hedefe varılmasını ancak engeller.
Yazının Devamını Oku

Tartışmayı sürdürmekte yarar var mı?

23 Eylül 2006
PAPA 16. Benedict’in, 12 Eylül’de Almanya’da Regensburg Üniversitesi’nde verdiği konferansta, İslam’ı kılıçla özdeşleştiren ve onu akıl yolunu reddetmekle suçlayan Bizans İmparatoru Manuel II Paleologus’un 14. asırdaki ifadelerine atıfta bulunmasının bütün Müslüman ülkelerde tepki uyandırmasından daha tabii bir şey olamazdı. İslam’ın hiç akla yer vermediği, buna karşılık Hristiyanlığın hep rasyonel hareket ettiği savı tartışmaya çok açık olduğu gibi, din ve mezhep farklılıkları yüzünden Hristiyanların asırlar boyunca şiddete başvurdukları tarihi bir gerçektir. Protestan katliamlarının, din ve mezhepler arasındaki savaşların, sadece Müslümanlara karşı değil, fakat Ortodoks Bizans’a ve Papalığın reddettiği inançlara sahip Hristiyanlara karşı girişilen Haçlı seferlerinin, Avrupa’nın her tarafında Yahudi pogromlarının herhalde barışçı felsefe ve akılcılıkla pek ilgisi yoktu. İrlanda’da ve Balkanlar’daki çatışmalarda milliyetçiliğin yanında din unsuru da rol oynamıştır. Vatikan Yahudiler ve Ortodokslarla ancak 20. asrın sonunda barışabilmiştir.

* * *

Ne var ki, Batı ile İslam ülkeleri arasında bugün mevcut başlıca farkı da gözden kaçırmamak gerekir. Genellikle Batı, özellikle AB ülkelerinde toplumlar artık laikliği çok geniş ölçüde benimsemiş bulunuyorlar. Müslüman ülkelerde ise dinin toplumsal ve hatta siyasi alanda rolü gittikçe artmaktadır. El-Kaide gibi örgütlerin teröre ve şiddete başvururken radikal İslamcı inançlara ve Selefi dogmalara sığınmaları yalnızca Batı ülkeleri için değil, fakat Müslüman ülkeler için de tehdit yaratmaktadır. Geçen Ağustos ayında "İslam ve akıl" başlıklı kitabı yayımlanan Malek Chabel’e göre, serbest düşünce taraftarı Mutazilit’ler 8. asırdan itibaren iman ile akıl arasındaki ilişkiyi kavramlaştırmaya çalışmışlar, fakat kısa sürede bertaraf edilmişlerdir. Yine de Fıkıh’ın modifiye edilmesi aklın kullanılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Müslüman bilginlerin 10. asırda matematik, doğa bilimleri, tıp, fizik ve kimya alanlarındaki başarıları da görmezlikten gelinemez. Fakat daha sonra İslam bu atılımını sürdürememiş, dogmalara saplanmış, aydınları ve filozofları dışlamıştır. Chabel, sonuç olarak İslam ile İslamcılığın birbirinden ayrı olarak mütalaa edilmesi gerektiğini, İslam’ın gerilediği zaman hem başkaları ve hem de kendisi için tehlike teşkil ettiğini, İslam’ın bir barış ve hoşgörü veya şiddet ve savaş dini olarak algılanmasının bir yorum meselesi olduğunu vurguluyor.

* * *

Bu tartışmalar daha çok devam eder. Papa’ya gelince, açıkça özür dilemediyse de dolaylı bir şekilde üzüntüsünü dile getirdi, İslam Konferansı Örgütü dönem başkanı Malezya Başbakanı da bunu kabul edilebilir buldu. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat bile Papa’nın ifadelerini tatmin edici bir şekilde düzelttiğini, Papa’ya ve bütün barış ve adalet için çalışanlara saygı duyduğunu söyledi. İşin ilginç tarafı Türkiye’de tepkinin neredeyse diğer ülkelerden daha kuvvetli olmasıydı. Her zamanki gibi Hükümet üyeleri aynı çizgi üzerinde buluşamadılar. Diyanet İşleri Başkanlığı Papa’nın açıkça özür dilemesinde ısrar etti ve Papa’nın Türkiye’ye yapacağı ziyarete karşı çıktı. Şimdi de Taha Akyol’un geçen çarşamba günkü yazısında bildirdiğine göre "İslam’da Tanrı ile akıl arasında bir bağ yoktur" iddiasına bilimsel bir cevap hazırlıyormuş. Bu çalışmanın, şayet gerçekleşecek olursa, Papa’nın Türkiye ziyareti sırasında yeni bir tartışma unsuru teşkil etmeyeceği umulur, çünkü din ile bilimsellik galiba biraz zor bağdaşıyor.

* * *

Papa’nın ziyaretinin ertelenmesini Türkiye’nin telkin etmesi kuşkusuz doğru olmaz. Bu ziyaretin, Türkiye’nin önemli rol oynamak istediği medeniyetler diyaloğu açısından önemi inkár edilemez. Diyaloğun amacı zaten görüş ve algılama farklarını aşmak değil midir? Ancak provokasyonlar ve tepkiler kontrol edilemezse Türkiye’nin imajı kritik bir zamanda ağır darbe alır. Sadece güvenlik önlemleri ile değil, fakat kamuoyunu aydınlatarak ve yönlendirerek ziyaret hazırlanmalıdır.
Yazının Devamını Oku

Tren kazası olur mu?

19 Eylül 2006
TESEV, "British Council" ve "Avrupa Reformu Merkezi"nin ortaklaşa geçen hafta İstanbul’da tertipledikleri "Boğaziçi Konferansı"nda, AB üyeliğiğimiz sürecinde önümüzdeki aylarda bir tren kazası olasılığı üzerinde uzun uzun duruldu. Birçok nedenle AB Komisyonu’nun ekim ayında konseye sunacağı raporun bundan önceki yıllara oranla daha eleştirel olması zaten bekleniyor.

Özellikle ifade özgürlüğü, Ceza Kanunu’nun 301. maddesinin uygulama biçimi, dini özgürlükler, kültürel haklar alanlarında yapılacak değerlendirmelerin bir hayli menfi olacağını biliyoruz. TBMM’nin 9. reform paketini zamanında kabul edip edemeyeceği ve komisyon raporunu ne kadar etkileyeceği de bu aşamada belli değil.

Ayrıca Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu’nun birçok olumsuz unsur içeren raporunun Genel Kurul’dan aynen veya ancak kozmetik değişikliklerle geçmesi ihtimali var. Avrupa Parlamentosu’nun kararları komisyon için bağlayıcı değilse de Türkiye’ye genel yaklaşımı hiç etkilemediği söylenemez.

* * *

Müzakerelerin askıya alınmasına yol açarak üyelik sürecini en fazla rayından çıkarabilecek sorun, Kıbrıs ile ilgili. Üyelik müzakerelerinin başlamasına karar verilen 2004 AB zirvesinde, Türkiye, Gümrük Birliği’ni Güney Kıbrıs dahil 10 yeni üyeye genişleten Ek Protokol’ü imzalamayı ve TBMM’nin onayına sunmayı kabul ettmişti.

Protokol imzalandı; fakat TBMM’nin onayına bugüne kadar sunulmadı. Problem, AB’nin Türk deniz ve hava limanlarının Güney Kıbrıslı Rum gemi ve uçaklarına açılmasını protokolün bir gereği gibi görmesinden kaynaklanıyor. Türkiye ise KKTC’nin ticareti ve ulaşımı üzerindeki kısıtlamalar kalkmadıkça limanlarını açmaya yanaşmıyor ve AB’nin, Nisan 2004 tarihinde aldığı karardaki yükümlülüğünü yerine getirmesini istiyor.

Kıbrıs’taki referandumlardan hemen sonra aldığı bu kararda konsey, "Kıbrıs Türk toplumunun izolasyonuna son vermeye kararlı" olduğunu belirtmişti. AB şimdi Türkiye’nin taahhüdünün hukuki, arkası gelmeyen AB’nin taahhüdünün ise siyasi olduğunu ileri sürüyor. Belki salt hukuk açısından bu görüşte bir hakikat payı olabilir. Fakat siyasi yükümlülüklerin bu kadar hafife alınmasının çok ciddi sakıncalarını AB de göz önünde bulundurmalıdır.

Meselenin hakkaniyet yönü de görmezlikten gelinemez. Nisan 2004 AB kararında vurgulandığı gibi "Kıbrıs Türk toplumu (referandumda) istikbalini AB’de görmek arzusunu açıkça ifade etmişti" ve konsey, Kıbrıs Türklerinin izolasyonuna son vermeyi bu nedenle üstlenmişti.

* * *

Türkiye’nin hiç hatası yok değil. 2004 zirvesinde Gümrük Birliği Protokolü’nün Güney Kıbrıs’ı tanımak anlamına gelmemesi konusuna haklı olarak öncelik vermişti. Bu yöndeki çabalar arasında protokolün uygulanması ile KKTC üzerindeki tüm ambargoların kaldırılması arasında açıkça bağlantı kurulmadı. Bağlantı gereği sonradan ortaya atıldı.

Boğaziçi Konferansı’nda, beklenen krizi önlemek üzere ileri sürülen bir fikir Magosa ve Maraş’a ilişkin. Buna göre Magosa ve Maraş bugünkü hukuki statüleri değişmeden AB veya BM yönetimi altına girecek, Magosa’dan Avrupa’ya doğrudan ihracat bu suretle mümkün olacak, Maraş’a da oradaki gayrimenkullerin sahipleri geri dönebilecek.

Magosa’dan mal ihracatını kolaylaştırabilmek için yönetim devrine lüzum yok, BM veya AB’nin KKTC belgelerini tasdik etmelerini sağlayacak daha basit bir formül düşünülebilir. Ancak Maraş’ın statüsünü fiilen şimdiden değiştirecek bir düzenleme gerçekçi olmaktan çok uzak. Maraş’ın Rumlara bırakılması, nihai çözüm çerçevesinde her zaman söz konusu olmuştur.

Tek taraflı bir çözümü zorlama kapsamında da akla gelebilir. Ama direkt ticarete karşılık bir ödün olamaz. Kaldı ki, ileri sürülen fikirde Ercan Havalimanı’nın uluslararası ulaşıma açılmasından bahis yok. Oysa turizmi teşvik edeceği için bu KKTC ekonomisi için çok daha önemli.

* * *

Gümrük Birliği Protokolü yüzünden ufukta beliren kriz, galiba Gümrük Birliği konusuyla bağlantılı bazı müzakere başlıklarının askıya alınmasıyla atlatılmaya çalışılacak.

Tabii askıya alınacak başlıkların sayısı önemli. 3-4 başlıktan söz ediliyordu. Konferansta bu sayının 12’ye kadar çıkabileceği söylendi. Böyle olursa müzakere sürecinin inandırıcılığı kalır mı?
Yazının Devamını Oku

11 Eylül ve global terör

16 Eylül 2006
EL Kaide’nin ABD’ye karşı giriştiği saldırının 5. yıldönümünde ABD’nin 2001’den beri güttüğü politika, dünya basınında yeniden geniş tartışmaların konusu oldu. Genellikle 11 Eylül’den sonra El Kaide’nin yuvalandığı Afganistan’a BM’nin onay ve desteği ile yapılan müdahalenin kaçınılmaz ve yerinde olduğu kabul ediliyor.

Her ne kadar Bin Ladin yakalanamadıysa da örgütünün 2003 yılına kadar büyük darbe yediği ve kendini toparlamakta güçlük çektiği geniş ölçüde kanıtlanmış durumda. Ne var ki 2003’te Irak’a karşı başlatılan savaş, El Kaide’nin eline beklemediği büyük bir fırsat vererek yepyeni bir çığır açtı.

Dünya bugün her zamankinden fazla terör tehdidi altında; çünkü El Kaide’nin akidesi yalnız Müslüman ülkelerde değil, Avrupa’da bile yayılıyor ve terör eylemlerini tetikliyor. 1998’de El Kaide "Yahudilere ve Haçlılara karşı" cihat ilan etmişti. Oysa bu cihat, bugün belki de daha büyük ölçüde Müslümanlara karşı.

***

New Yorker Dergisi’nin eylül sayısında yayımlanan Lawrence Wright’ın "Master Planı" başlıklı makalesi, Ürdünlü gazeteci Fuat Hüseyin’in El Kaide örgütü liderleriyle yaptığı görüşmelere dayanarak yazdığı kitabın can alıcı noktalarına yer veriyor. Yazara göre 2007 ile 2010 arası cihadın 3. aşamasını teşkil edecek ve bu sürede El Kaide eylemlerini Suriye, Türkiye ve İsrail üzerinde yoğunlaştıracak.

2010 ile 2013 yılları arasında ise Arap rejimleri çökertilecek ve arkasından halifelik ilan edilecek. Kuşkusuz Hüseyin’in kitabındaki iddiaların ne derecede ciddiye alınabileceğini bilmiyoruz. Bunu ancak istihbarat kurumları değerlendirebilir.

Ancak, El Kaide’nin gücünün temelinde yatan köktendinciliğin ve cihatçı doktrinin Müslüman ülkelerde süratle yayıldığı da görmezlikten gelinemez. Bugün hemen bütün Müslüman ülkelerde İslamcı rejimlerin er veya geç iktidara gelmesi tehlikesi mevcut.

***

Bundan bir süre önce bu bağlamda Avrupa basını Fas’taki endişe verici gelişmeler üzerinde uzun uzun durmuştu. Mısır’da ise durum daha az tehlikeli değil. Ortadoğu üzerindeki kapsamlı çalışmalarıyla tanınan İsrailli düşünce merkezi "Gloria Center"a göre Mısır’da Müslüman Kardeşler’in önayak oldukları İslami cereyanlar gittikçe kuvvetleniyor. Mısır milliyetçiliğinin yerini artık panislamizm almış.

Panislamistler, örneğin Malezyalıları kendilerine Mısırlı Kıptilerden daha yakın buluyorlar. Ülkenin devlet başkanlığına bir Malezyalının gelmesini yadırgamayacaklarını söylüyorlar. Osmanlı idaresi devrini işgal olarak tanımlamıyorlar; çünkü halifenin egemenliğini meşru görüyorlar. Tesettür giysileri ve kara çarşaf, özgürleşmenin sembolü sayılıyor. Kuran okullarındaki öğrenci sayısı 1.5 milyonu bulmuş.

El Ezher Üniversitesi’nde çoğu yüksek din eğitimi gören 400 bin öğrenci var. Yeni kurulacak siyasi partilerin programları ve siyasi hedeflerinin şeriatla uyumlu olması şart koşuluyor. Bugünkü yönetim, Müslüman Kardeşler’in temsil ettiği tehdidin farkında olmakla beraber onların toplumu etkilemek yolundaki faaliyetlerine anlaşılan müsamaha etmekten başka çare göremiyor. Pakistan’daki durum bundan farklı değil, hatta daha kritik.

***

Türkiye için de uzun vadede İslamcı terör ve onu doğrudan veya dolaylı besleyen köktendinci akımlar, PKK terörü kadar tehlikelidir. Bu iki tehlikeyi de bertaraf etmek, onların temelindeki müzmin sorunları çözmek; politik, sosyal, kültürel bölünme ve kutuplaşmalara son vermek kolay olmayacaktır.

Yine de en etkili yolun ABD ile karşılıklı güvene dayanan bir işbirliği ve AB üyelik sürecinin yaratabileceği zihinsel ve toplumsal dönüşüm olduğuna inanmaya devam ediyorum. Başka yolunu bilen varsa söylesin.
Yazının Devamını Oku

Domino teorisi

12 Eylül 2006
DOMİNO teorisi, Soğuk Savaş yıllarında ABD nazarında geçerli ve makbul bir teoriydi. Temelinde, bir ülke komünizme terk edilirse, arkasından sırayla birçok ülkenin kaçınılmaz olarak aynı akıbete uğrayacağı inancı yatıyordu. ABD başkanları, büyük tepkiye yol açan Vietnam savaşını meşru göstermek için bu teoriye sığınıyorlardı.

11 Eylül 2001’den ve özellikle Irak Savaşı’ndan sonra Başkan Bush aynı savı iki değişik şekilde ileri sürdü. Ona göre Irak’ta başarı kazanılamazsa global terör gittikçe yayılır ve hatta ABD’yi yine vurabilirdi. Buna karşılık, Irak demokrasiye kavuşabilirse, domino teorisi uyarınca bütün Müslüman ülkelerde demokratik devrim başlatılabilecekti. Bu ikinci iddianın ne kadar gerçeklere uymadığı her gün daha iyi anlaşılıyor.

Şimdiki halde demokrasinin vazgeçilmez şartı olan serbest seçim nerede yapıldıysa köktendinciler doğrudan veya dolaylı olarak galip çıktılar. Köktendiciliğin zincirleme Müslüman ülkelerin birçoğunda iktidarı ele geçirmeleri tehlikesi, Soğuk Savaş zamanındaki komünizmin yayılması tehlikesinden çok daha büyük. Ve tabii bu olasılık her şeyden önce Müslüman ülkeler için bir felaket senaryosu oluşturur.

***

Afganistan’daki son gelişmeler, köktendincilikle mücadelenin ne kadar zor olduğunu bir kere daha kanıtlıyor. 11 Eylül’den sonra başlatılan askeri operasyonlar sonunda Taliban yönetimi devrilince Afganistan’ın artık istikrarlı bir demokrasiye kavuşacağı umuluyordu. Parlamento ve Cumhurbaşkanı seçimleri yapıldı ve yeni bir Anayasa yürürlüğe girdi. Uluslararası toplumun yardımları da küçümsenecek ölçüde değildi.

Ne var ki, kuzeyde savaş derebeyleri nüfuzlarını korurken, Taliban militanları tekrar güneye sızdılar. Bir kısmı da Pakistan’ın fiilen aşiretlerce yönetilen bölgelerinde melce buldu. Irak Savaşı yüzünden ABD, Afganistan’a gereken miktarda kuvvet sevk edemedi. BM Güvenlik Konseyi’nin onayıyla gönderilen NATO kuvveti ise Temmuz 2006 sonuna kadar kuzeyde ve Kábil’de konuşlandırılmıştı.

Geçen 31 Temmuz’da NATO, güney eyaletlerinin güvenliğini koruma görevini Amerikalılardan devraldı; fakat süratle büyük güçlüklerle karşılaştı. Kanadalı ve İngiliz kontenjanları ağır zayiat verdiler. İntihar saldırıları güvenli sayılan Kábil’e de sıçradı ve 8 Eylül’deki saldırıda içlerinde Amerikan askerleri de bulunan 16 kişi öldü, 29 kişi yaralandı.

Afganistan’da tarihinin en önemli operasyonunu yürüten NATO, halen çok sıkışmış bir durumda. 18 bin 500 kişilik kuvveti Taliban’a karşı mücadeleye yetmiyor. Taliban başlıca güney bölgelerinde afyon üretiminin geçen yıla oranla yüzde 50 artmasından sağladığı gelirle kuzeydeki savaş derebeylerinden bile silah satın alabiliyor ve sınırın ötesinde Pakistan topraklarından lojistik destek elde edebiliyor.

NATO Genel Sekreteri ve askeri komutanları, hiç değilse 2000 veya 2500 kişilik bir ek kuvvet ve daha fazla hava desteği gönderilmesinde ısrar ediyorlar; fakat 26 üye ülkeden hiçbiri bugüne kadar olumlu cevap vermiş değil. Soğuk Savaş sonrasında silahlı kuvvetlerini azaltmış olanlardan bazılarının gerçekten ek asker göndermek imkánı yok. Diğerleri ise göz göre göre askerlerini bir yangının içine atmak istemiyorlar.

***

NATO’nun Afganistan’da başarısızlığa uğraması, köktendinciliğin yayılmasına ivme vereceği gibi zaten bugünkü koşullarda rolü tartışmalara açık ittifakı ciddi şekilde sarsabilir. Bu yönde bir gelişmenin Türkiye’nin yararına olmayacağı aşikárdır.

Türkiye için NATO yalnızca güvenliği açısından değil, Batı ile siyasi dayanışmasının ve kendisini çevreleyen bölgelerdeki hassas dengelerin korunması açısından da önemli bir unsurdur. Afganistan’da mevcut durum ışığında ek kuvvet gönderilmesi kuşkusuz çok riskli olabilir.

Ancak NATO’nun işlevini ve geçerliliğini kaybetmesiyle sonuçlanabilecek bir gelişmeyi mümkün olduğu kadar önlemek için siyasi yoldan çaba sarf edilmesinde isabet vardır.
Yazının Devamını Oku

Tezkereden sonrası

9 Eylül 2006
LÜBNAN’a asker gönderilmesine ilişkin hükümet tezkeresini AKP TBMM’de çok ufak bir fire vererek kuvvetle desteklerken, CHP ve muhalefetteki diğer partilerin itirazlarını dayandırdıkları savlar inandırıcı olmaktan çok uzaktı. Bol bol demagoji yapıldı, gerçekler çarpıtıldı, bayatlamış komplo teorilerinden ve duygusal Amerikan ve İsrail aleyhtarlığından medet umuldu. BM barış gücü UNIFIL’e Hizbullah’ı silahsızlandırmak görevinin verilmediği artık iyice belli iken hep bu tema işlendi. Oysa aynı gün Ankara’ya gelen BM Genel Sekreteri Kofi Annan da UNIFIL’e böyle bir görev verilmediğini teyit etti.

Ne var ki TBMM kararının bazı kısımlarının nasıl uygulanacağı bu aşamada pek anlaşılmıyor. Tezkere dört belli başlı madde içeriyor. Birincisi UNIFIL’e katılan ülkelerin havaalanı, liman, üs ve tesislerden yararlandırılmasına ilişkin. Aksi zaten düşünülemezdi.

Türkiye kuvvet göndermese bile bu lojistik desteği sağlamaktan kaçınamazdı. İkinci madde Doğu Akdeniz’de devriye görevi yapacak Deniz Görev Gücü için yeterli kuvvet tahsisini öngörüyor. Bu güç Lübnan kıyıları boyunca deniz yolundan Hizbullah’a silah gönderilmesini önlemek için keşif ve devriye görevleri ifa edecek.

Bu görevi İsrail ablukasının kalkmasını takiben iki hafta müddetle Fransız, İtalyan, Yunan ve İngiliz savaş gemileri yerine getirecek. İki hafta sonunda da görev Türk, Alman ve İskandinav gemilerine devredilecek.

Lübnan ordusunun eğitimine dair üçüncü maddenin uygulanması ikihükümet arasında bir anlaşmayı gerektirir. Asıl önemli olan dördüncü maddede ise Lübnan’a gönderilecek kara birliğinin görevi tarif ediliyor, fakat tarifin yazılış biçimi bir hayli karmaşık.

Türkiye’nin insani yardım faaliyetlerinin güvenliğini sağlamak üzere "hudut, şümul ve miktarı hükümetçe belirlenecek askeri unsurlar" gönderilecek. Bu kuvvet silahlı unsurların, yani Hizbullah’ın "silahtan arındırılması dahil olmak üzere taahhütlerinin dışında başka hiçbir görevde kullanılmayacak".

Genelkurmay Başkanı da "Orada kimseden emir almayız" dedi. İyi de, tezkerenin tanımladığı şekilde ve UNIFIL komutanından talimat almayacak bir kuvvet Güvenlik Konseyi kararına uygun olarak teşkil edilen 15,000 kişilik kuvvete entegre edilebilir mi? Herhalde halen Ankara’da yetkili kurumların sürdürdüğü çalışmalar konuya açıklık getirecektir.

4 Eylül tarihli tezkerenin 1 Mart 2003 tarihli tezkere ile kıyaslanması da doğru değildir. Başbakan 1 Mart tezkeresi için "Keşke Irak’a girseydik. Bugünkü tablo olmazdı" demiş.

Bildiğim kadarı ile o zaman Türk kuvvetlerinin Irak’a girmesi değil, sınır güvenliğini sağlamak üzere hududun öbür tarafında yalnızca dar bir şerit boyunca konuşlandırılması öngörülmüştü. Tezkere Meclis’ten geçseydi büyük olasılıkla Kuzey Irak’taki PKK militanları tasfiye edilebilirdi, fakat Kürtlerin sağladığı siyasi avantajların önlenmesi yine de o kadar kolay olmazdı.

Son tezkere, asıl, Irak’a uluslararası gücün bir parçası olarak kuvvet gönderilmesini amaçlayan Haziran 2003 tarihli tezkere ile mukayese edilmelidir. O tarihte TBMM’nin kabul ettiği karar Irak Kürtlerinin itirazına rağmen uygulansaydı, Lübnan’da bugün mevcut olan durumdan kat kat daha tehlikeli bir durumla karşılaşacaktık.

İlginç olan o karara, bugünkünün aksine, kamuoyunun fazla tepki göstermemiş olmasıdır. Demek ki aradan geçen zaman içinde köprünün altından çok sular akmış. Bugün endişe verici bambaşka bir toplumsal psikoloji mevcut.
Yazının Devamını Oku

BM Güvenlik Konseyi’nin kararları

5 Eylül 2006
BUGÜNLERDE BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarının üye ülkeler için ne derece bağlayıcı olduğu konusu enine boyuna tartışılıyor. Özellikle üzerinde durulan nokta, 1701 sayılı karara göre Lübnan’da yeniden şekillendirilen ve mevcudu artırılan UNIFIL’e Hizbullah’ı silahsızlandırma görevinin verilip verilmediğidir.

Bu konuda bir kanaate varmak için iki öğe göz önünde tutulmalıdır. Birincisi 1701 sayılı kararın BM şartının zorlayıcı önlemlere yer veren 7’nci bölümü kapsamına girip girmediğidir. 1701 sayılı karar, atıf yaptığı, Hizbullah gibi silahlı grupların silahsızlandırılmasını öngören daha önceki 1559 (2004) ve 1655 (2005) sayılı kararlardan bir bakıma farklıdır. Çünkü operatif maddelerinin başında, Konsey’in "Lübnan’daki durumun uluslararası barış ve güvenlik için bir tehdit" oluşturduğunu saptadığı belirtilmektedir.

Bazılarına göre bu yazılış biçimi, kararı 7’nci bolümün kapsamına sokar. Diğer bir görüşe göre ise 7’nci bölüme ve paragraflarına doğrudan bir atıf yapılmadıkça bir kararın bu kapsamda sayılması mümkün değildir. Tabii önemli olan, kararı alan Güvenlik Konseyi üyelerinin görüşüdür.

Ne var ki elimde bulunan ve Almanya, Avusturya ve İsviçre’nin tanınmış hukukçuları tarafından yazılmış "BM Şartının Yorumu"na göre bir kararın 7’nci bölüm kapsamında sayılması için doğrudan bu bölüme ve maddelerine referansta bulunulması şart değildir.

* * *

Bu tartışmada üzerinde durulması gereken bir nokta var. Doğrudan 7’nci bölüme atıf yapan kararlar da ne derecede bağlayıcı? İran’ın nükleer programlarına ilişkin 31 Temmuz tarihli ve 1696 sayılı karar bu açıdan bir hayli düşündürücü. Kararda, İran’ı uranyum zenginleştirme programlarına son vermeye zorlamak amacıyla Şart’ın 7’nci bölümünün 40’ıncı maddesine göre hareket edildiği özellikle vurgulanıyor.

31 Ağustos’a kadar İran karara uymadığı takdirde yaptırımlara başvurmak niyeti de açıkça ifade ediliyor. İran ise bu koşulu yerine getirmedi. Buna rağmen hakkında yaptırım kararı alınması konusunda Güvenlik Konseyi üyeleri arasında oydaşma mevcut değil. İran, Konsey’e kafa tutmaya devam ediyor. Demek ki kararların hukuki niteliğinden çok bu kararların arkasındaki siyasi irade önemli.

Türkiye’de geleneksel olarak milli hukuk kavramları, uluslararası hukuka da nakledildiği için yazılı metinlere her nedense kutsal bir değer atfediliyor. Oysa Lübnan konusunda Güvenlik Konseyi kararlarının yazılış biçimi ne olursa olsun, UNIFIL’in Hizbullah’ı silahsızlandırmak gibi bir görevi fiilen üstlenemeyeceği konusunda tereddüt yok.

Daha iki-üç gün önce UNIFIL’in Fransız Komutanı General Pellegrini, "yeni çatışma koşulları altında bile" UNIFIL’in misyonunun Hizbullah’ı silahsızlandırmak olamayacağını açıkladı. Generale göre, UNIFIL’in rolü Lübnan’ın tamamında Lübnan ordusunun otorite tesis etmesine yardım etmekten ibaret. Esasen Lübnan ordusu ile Hizbullah arasında bir kompromiye varılmış gözüküyor.

Hizbullah, ateşkesi ve Lübnan ordusunun şimdiye kadar kendi kontrolü altında bulunan Güney Lübnan’da konuşlandırılmasını kabul ediyor, bunun karşılığında da ordu Hizbullah silahlarının peşine düşmekten vazgeçiyor. Zaten ne Lübnan ordusunun, ne de UNIFIL’in Hizbullah’ı zorla silahsızlandıracak gücü var.

* * *

Türkiye’nin UNIFIL’e katkıda bulunmak üzere Lübnan’a kuvvet gönderilmesini öngören hükümet tezkeresi TBMM’de görüşülürken, Hizbullah’ın silahsızlandırılması gibi mevcut olmayan bir mesele üzerinde lüzumsuz ve yıpratıcı tartışmalara, karşılıklı ithamlara girilmeyeceği umulur.

Zaten anlaşılan, hükümetin öngördüğü katkı, ağırlıklı olarak deniz kuvvetlerinden oluşacak. O zaman mesele kalmadı demektir.
Yazının Devamını Oku