28 Ekim 2006
GEÇEN salı günü Milliyet Gazetesi, A&G araştırma şirketince yapılan anketin gerçekten endişe verici sonuçlarını yayımladı. Türkiye, AB’ye mutlaka girmelidir diye düşünenlerin oranı 2002’de yüzde 56.5’ten 2006’da yüzde 32.2’ye düşmüş. Türkiye kesinlikle AB’ye girmemelidir görüşünü savunanların oranı aynı süre içinde yüzde 17.9’dan yüzde 25.6’ya çıkmış.
Dikkati çeken nokta, AB’ye muhalefetin üyelik müzakereleri başladıktan sonra daha da hızlanmış olmasıdır. Demek oluyor ki üyelik müzakereleri başladıktan sonra AB kuruluşlarının tutumları ve üye ülkelerden bazılarının sergilediği Türkiye’nin AB üyeliğine muhalefet, ciddi bir tepkiye yol açmış bulunuyor.
Ancak bu tepkide Türkiye’de yükselen radikal ve inzivacı milliyetçiğin, medyanın bir kesiminin bu cereyana verdiği güçlü desteğin, hükümetin kamuoyunu aydınlatmak hususundaki çekingenliğinin, önceliklerini iyi anlatamamasının, kritik politik kararları sürekli erteleme yolu seçmesinin, bir kamu diplomasisi yürütememesinin hiç payı olmadığı söylenemez.
***
AB politikası uzun süreli bir politikaya dönüştürülemezse ve kamuoyunda bu bilinç yaratılmazsa, AB ile ilişkiler sürekli bir çekişme ortamında cereyan ederse sonuç almak imkánsız hale gelir. Daha önce üye olanlar da, özellikle İngiltere ve İspanya benzer güçlüklerle karşılaştılar, fakat sebatla hedeflerinden şaşmadılar.
A&G anketi, Türkiye’de halkın hangi ülkeleri daha dost gördüğünü de araştırmış. Bu anketin sonuçları, AB konusundaki sonuçlardan da daha şaşırtıcı. Örneğin, Fransa’yı dost sayanların oranı yüzde 2.8. İngiltere için de oran çok farklı değil, yüzde 3.2’den ibaret. Oysa iki devletin Türkiye’ye karşı tutumları arasında muazzam bir fark var.
Fransa, Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasına kesinlikle muhalefet ediyor. Türkiye’nin üyeliğinin referanduma sunulması için kanun çıkartıyor. Türkiye’nin Ermeni soykırımı iddialarını üyelikten önce kabul etmesini istiyor. Fransız Millet Meclisi, Ermeni iddialarını inkár edenleri cezalandırmayı öngören bir yasa tasarısını kabul ediyor.
İngiltere ise Türkiye’nin üyeliğine en kuvvetli desteği veren bir ülke. Ne zaman AB zirve toplantılarında bir kriz çıksa araya o giriyor ve krizin aşılmasını sağlıyor. İngiltere Parlamentosu, "Ermeni Soykırımı"nı tanıyan bir yasa kabul etmeyen nadir parlamentolardan biri. İngiltere’nin resmi temsilcileri "soykırım" sözcüğünü hiç kullanmadılar. İşin garibi, ankete göre Yunanistan bile yüzde 4.2 oranla İngiltere’den daha makbul. Neden?
Yıllarca Türkiye’nin AB üyelik sürecini engelleyen, sonra de Orta ve Merkezi Avrupa ülkelerinin üyeliklerini veto etmek tehdidiyle Güney Kıbrıs’ın tek başına üyeliğini garantileyen Yunanistan’dan başkası mıydı?Kıbrıs’ın bugün Türk-AB ilişkilerinde başlıca bir engel teşkil etmesinin başlıca sorumlusu Yunanistan değil midir?
***
Bir başka çelişki: ABD’yi dost sayanların oranı yüzde 3.6, Rusya için ise bu oran yüzde 8.7. İki mislinden fazla. Evet ABD, Irak’ta inanılmaz bir hata yaptı, aramızda çok tatsız olaylar geçti. Fakat insafla düşünelim. Tarihe bakacak olursak bu iki ülkeden hangisi Türkiye’ye daha fazla zarar verdi?Türkiye’nin toprak bütünlüğüne en büyük tehdit nereden geldi?
Bugün Rusya, Sovyetler Birliği kadar güçlü değil, fakat tarihi emperyal dürtüleri tamamen yok oldu mu? Ortadoğu’ya en büyük silah satıcısı kim? İran’a gelince, ankete göre onu dost sayanların oranı çok yüksek: Yüzde 29. Ne demeli, bilmiyorum. ABD büyük bir olasılıkla çok yakında Irak’tan çekilecek. Bölge hegemonyasına soyunmaya hazırlanan İran hakkındaki değerlendirme bakalım o zaman ne olacak?
Ülkeler arasında ebedi dostluk yoktur. Fakat dostlarını yanlış seçmek, kaçınılmaz olarak hüsrana götürür. Tarihimizde bunun örneği çok.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2006
BİR devlet başkanının daha görevde iken anılarını yazması pek görülmüş değildir. Pakistan Başkanı General Pervez Müşerref bunda sakınca görmedi. "Ateş Hattında" olarak adlandırdığı kitabı daha yayımlanmadan bazı alıntıların Washington’a resmi ziyareti sırasında medyaya sunulması bir hayli tartışma yaratmıştı. En göze çarpan alıntı ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Richard Armitage’ın 11 Eylül’den hemen sonra Pakistan İstihbarat Başkanı’na söyledikleri idi: "Ya bizimle olursunuz, ya da teröristlerle, onları seçerseniz taş devrine dönmeye hazır olun."
* * *
Müşerref kitabında o tarihte ABD’nin Pakistan’dan istediklerinin listesi hakkında da bilgi veriyor. Taleplerin bir kısmının kabul edilemeyecek nitelikte olduğunu ve reddedildiğini belirtiyor. ABD diplomasisinin 11 Eylül’ün yarattığı travma ile yaptığı hataların az olmadığını Türkiye’de biz de çok iyi biliyoruz.
Müşerrref bir solukta büyük zevk ve istifade ile okunan kitabında, Pakistan’ın kuruluşundan beri dramatik tarihini, köktendinci terörle mücadelenin aşamalarını, zorluklarını ve çelişkilerini ancak olayların içinde yaşamış ve en sorumlu mevkileri işgal etmiş bir insanın yapabileceği bir vukuf, berraklık ve bilgi zenginliği ile irdeliyor.
* * *
Kendi hayatı da maceralarla ve tehlikelerle dolu geçmiş. 1965 ve 1971 Pakistan-Hindistan savaşlarına katılmış. 1999’da Genelkurmay Başkanı iken Anayasa değişiklikleri ile bütün yetkileri elinde toplayan Başbakan Navaz Şerif’in kendisini bertaraf etmek için kurduğu komplodan çok zor kurtulmuş. Olay gerçekten tüyler ürpertici. Sri Lanka’ya yaptığı bir ziyaretten bir Pakistan yolcu uçağı ile Rawalpindi’ye dönerken ve uçak Pakistan hava sahasına artık girmişken kaptana Pakistan topraklarında hiçbir alana iniş yapamayacağı bildiriliyor. Uçakta Pakistan dışında bir alana kadar gitmek için gerekli yakıt yokmuş. Neyse ki ordu içinde kendisine sadık olan komutanlar başbakanı tutukluyorlar ve uçağa inme izni verdiriyorlar. Uçak indiği anda deposunda ancak 7 dakikalık yakıt kalmış. Bu olaydan sonra Müşerref devlet başkanı oluyor, fakat 11 Eylül’den sonra El Kaide tarafından tertiplenen iki suikasta maruz kalıyor.
* * *
Müşerref politikacılara ağır ithamlar yöneltiyor. Ona göre Zülfikar Ali Butto bir seri devletleştirme ile ekonomiyi mahveden ve kendi iktidarını perçinlemek için güttüğü politikalar sonunda Doğu Pakistan’ın ayrılmasına neden olan bir başbakandı. Onu deviren Ziya ül Hak köktendinciliğin bugünkü tehlikeli boyutlara ulaşmasının başlıca sorumlusuydu. Benazir Butto ve Navaz Şerif devletin yozlaşmasında büyük rol oynamışlardı. Bu eleştirilerde kuşkusuz büyük bir gerçek payı var. Müşerref ordunun sık sık müdahalelerine de politikacıların neden olduğunu, ne zaman kendi aralarında problem çıksa siyasi partilerin ordunun desteğini istediklerini vurguluyor.
* * *
Müşerref din ve terör arasındaki neden-sonuç ilişkisini de tahlile çalışmış. Bu konudaki düşüncesi çok dikkat çekici: "Biz İslam’ın ilerici, ılımlı ve hoşgörülü bir din olduğunu söyleyebiliriz -gerçekte de böyledir. Ne var ki başkalarının İslam’ın özgün kaynaklarını araştırmak için çaba harcamalarını beklememek gerekir. Onlar Müslümanların kendi hayatlarını da etkileyen söylem ve eylemleri ile İslam hakkında değer yargılarına varacaklar. Ilımlıların ve akademisyenlerin, ne kadar haklı olurlarsa olsunlar, İslam’ı savunmak için ileri sürdükleri savlarla değil."
Kissinger, "Ben anılar dışında politik konularda kitap okumam" der. Çok haklı. Müşerref’in kitabı bugün dünyanın karşılaştığı sorunları daha iyi anlamaya yardım edecek çok değerli bir eser.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2006
AB ile ilişkilerimize son zamanlarda oldukça karamsar bir hava hákimdi. Özellikle Gümrük Birliği Protokolü’nün Türk deniz ve hava limanlarının Kıbrıs Rum gemilerine ve uçaklarına açılmasını kapsayacak şekilde uygulanması konusundaki AB ısrarı, müzakere süreci açısından ciddi bir tren kazası olasılığını gündeme getirmişti. Son Ortaklık Konseyi toplantısında ise daha iyimser bir hava izlendi. Ancak bu izlenimin söylem ve tavırların ötesinde sorunun özünde bir gelişmeye işaret edip etmediği belli değil. AB’nin temel tutumunda bir değişiklik yok. Deniz ve hava limanlarımızın Kıbrıslı Rum gemi ve uçaklarına açılmasının müzakerelerin başlaması için 2004’te alınan kararın bir şartı olduğunu ve bunun Türkiye için hukuki bir vecibe teşkil ettiğini savunmaya devam ediyor. Bu şart yerine gelmezse AB Komisyonu 8 Kasım’dan önce Türkiye’ye karşı alınabilecek önlemler hakkında Konsey’e öneride bulunacak. Türkiye ise KKTC’nin izolasyonuna son vermek amacıyla yine 2004’te AB Konseyi tarafından alınan karar gereğince, limanlarının açılması karşılığında Kuzey Kıbrıs deniz ve hava limanlarının da uluslararası dolaşıma açılmasını ve KKTC üzerindeki ekonomik, kültürel, sosyal ve sportif kısıtlamalarım kaldırılmasında ısrarlı.
***
Bu engeli aşmak gayesi ile AB dönem Başkanı Finlandiya taraflarla henüz káğıda dökülmemiş bir formül üzerinde çalışıyor. Anlaşıldığı kadar bu formül Türkiye’nin limanlarını açması karşılığında Magusa limanının AB, kapalı Maraş bölgesinin de 2 yıl süre ile BM denetimine verilmesini öngörüyor. Bu suretle Magusa limanından KKTC AB’ye direkt ve gümrüksüz ihracat yapabilecek. Ne var ki bu formülde KKTC için tek avantaj direkt ticaretten ibaret. Pratikte bunun da çok büyük bir değeri yok. KKTC zaten AB’ye ihracat yapabiliyor, fakat %14 gümrük vergisi ödüyor. AB’ye ihracatı çok az olduğundan bu vergiden muaf tutulması olsa olsa ona birkaç milyon dolarlık kár sağlar. KKTC ekonomisinin asıl motoru turizm. Ercan Havalimanı’nın uluslararası ulaşıma açılması onun için çok daha önemli. Oysa Finlandiya önerileri havalimanlarını kapsamıyor. Kapsamasına da pek imkán yoktu, çünkü uluslararası hava ulaşımı konusunda yetkili merci Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü’dür(ICAO). ICAO da ancak bir devletin talebi ile harekete geçebiliyor. KKTC’nin devlet sıfatı ise BM kuruluşlarınca tanınmıyor.
***
Bütün bu unsurlar göz önünde tutulduğunda Maraş’ın iki yıl BM denetimine verilmesinin orantısız bir ödün oluşturacağı aşikárdır. Her şeyden önce iki yıl sınırlaması lafta kalacaktır. Maraş bir kere BM kontrolüne geçti mi bugünkü statüsüne geri dönmesi kolay kolay gerçekleşemez. Şimdiki halde Maraş’a oradaki taşınmazlar üzerinde hak iddia edenlerin geri dönmesinden bahsedilmiyor, fakat bir süre sonra bu da mutlaka gündeme gelecektir. Finlandiya önerilerinin kuşkusuz bir artısı olacak, fakat Türkiye için, KKTC için değil. Türkiye’nin AB süreci tren kazasına uğramayacak. İyi de, bu sonucu mutlaka elde etmek istiyorsak, Türkiye’nin tek taraflı olarak, hiç karşılıksız limanlarını açması ehveni şer değil midir? Hiç değilse o zaman KKTC ve Türkiye orantısız bir ödün vermemiş olurlar. KKTC’nin kaybı AB’ye gümrüksüz ihracat yapamamasından ve Türkiye ile ticaretin bir ölçüde Güney’e kaymasından ibaret kalır. Bu kayıp KKTC’ye daha fazla yardımla telafi edilebilir. Zannediyorum ki bu yaklaşım daha akılcı, çünkü avantaj aynı, zarar çok daha az. Ancak akılcı olan politik bakımdan her zaman mümkün değildir. Hele bugünkü koşullar altında bunun hepimiz farkındayız. Dolayısıyla tren kazası galiba kaçınılmaz. Tahribatın çok büyük olmamasını temenni edelim.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2006
12 Ekim günü Nobel Edebiyat Ödülü’nün Orhan Pamuk’a verildiğini ve Fransa Millet Meclisi’nin "Ermeni soykırımı"nın inkárını cezalandıran yasa tasarısının kabul ettiğini neredeyse aynı anda öğrendik. O günden beri de bu iki olay Türkiye’de sürekli tartışılıyor.
İkisi arasında bağlantı kurmak isteyenlerin sayısı az değil. Orhan Pamuk’a ödülün, eserlerinin edebi değerinden dolayı değil, Türkiye’de infial doğuran bazı siyasi görüşlerini mükáfatlandırmak için verildiğini düşünüyorlar. Bazıları da sırf mesleki kıskançlıkla ödülü eleştiriyorlar.
* * *
Bana göre Orhan Pamuk’a verilen ödülü, her türlü siyasi unsurdan tamamen soyutlamak doğru olur. İsveç Bilim Akademisi, ödülün neden verildiğini şu şekilde açıkladı: "(Pamuk) doğduğu şehrin melankolik ruhu peşinde koşarken kültürler arasındaki çatışma ve bağlar örgüsüne ilişkin yeni semboller keşfetmiştir." Pamuk’un eserlerinin kırk kadar yabancı dilde okunduğunu, ona Nobel Ödülü verilmesinin tartışmalı siyasi görüşlerini açıklamasından çok önce de söz konusu olduğunu unutmamalıyız.
Nihayet, eserlerinin değerini nasıl küçümseyebiliriz? Pamuk zaman ve mekánı aşan bir hayal gücüne sahip romancı olarak tanınıyor. Ünlü Fransız yazar Marcel Proust gibi dış dünyanın bütün aktör ve eylemlerine kendi iç yaşamı prizmasından bakıyor, algılama ve tepkileriyle bunları yeni bir boyuta taşıyor.
İsveç Akademisi’nin sözünü ettiği doğduğu şehrin, İstanbul’un ruhuna aynı prizmadan, aynı hassasiyetle yaklaşıyor, onun hüznünü ve gizemini okuyucularına aktarabiliyor.
* * *
Ödülü Pamuk ile birlikte aslında İstanbul kazandı, bütün Türkiye kazandı. Gerçek değerlerimizle gurur duymaktan kaçınmayalım. İlk defa bir Türk’ün Nobel Ödülü kazanmış olmasının sevincini gölgelemeyelim. Pamuk’u kutlamak, neden bazı siyasi beyan ve yaklaşımlarını tasvip etmek anlamına gelsin?
Fikirleriyle hiç mutabık olmadığınız bir insanın başarılarını takdir etmek, ona saygı duymak normal bir şey değil midir? Bir fizikçimiz Nobel Ödülü’nü kazansa, bazı siyasi görüşlerini yadırgadığımız için sevinmeyecek miyiz?Geçmiş yıllarda Názım Hikmet ve Yaşar Kemal’in Nobel Ödülü’nü almaları daha mı az tartışma yaratırdı?
Başbakan’ın ve Dışişleri Bakanı’nın meseleye bu şekilde yaklaşarak Pamuk’u tebrik etmeleri, ancak takdirle karşılanabilir. Bu olgunluğu gösteremeyenler ise dikensiz gül bahçesi saplantısı ve hayaliyle bakalım nereye varacaklar?
* * *
Fransa Millet Meclisi’nin kararına gelince; bu kararın beklenenden çok daha fazla tepki çektiği görülüyor. Fransız hükümeti ve Türkiye’nin "Ermeni soykırımı"nı tanımasına taraftar olduğunu Erivan’dayken söyleyen Cumhurbaşkanı Chirac, tasarıya muhalefetlerini dile getirdiler. Karar kabul edilirken mecliste milletvekillerinin ancak beşte biri hazır bulunuyordu.
Fransa ve Avrupa basınının hemen tamamı sert eleştirilerde bulundular. Tarihçiler, senato da kararı onaylarsa Cumhurbaşkanı’ndan Anayasa Mahkemesi’ne başvurmasını isteyeceklerini açıkladılar. Kanunlarla tarih yazmanın büyük bir hata olduğu fikri genel tasvip gördü.
Chirac, Başbakan’ı arayarak tasarının yasallaşmasını önlemek için elinden geleni yapacağını vaat etti. Bu tepkiler yalnızca Ermeni iddialarının tarihi gerçeği yansıttığı inancını da ister istemez sarsacak ve aksi görüşü de öğrenmek arzusunu doğuracaktır. Konunun tarihçiler tarafından ele alınması yolundaki önerilerimizin şimdi daha fazla destek bulması şaşırtıcı olmaz.
Fransa’nın hatasını akılcı bir politikayla avantajımıza çevirebiliriz. Kendimize zarar verecek önlemlere hükümetin ihtiyatla yaklaşması da çok yerindedir.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2006
TÜRKİYE’de son yıllardaki önemli gelişmelerden biri, kuşkusuz düşünce merkezleri sayısındaki büyük artıştır. Bu merkezler siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda sivil toplumun sesinin daha fazla duyulmasına imkán verdikleri gibi birçok halde hükümet politikalarını ve TBMM’nin yasama çalışmalarını etkileyebiliyorlar. AB üyelik süreci başladıktan sonra düşünce merkezlerinin sürece verdikleri desteğin çok yararlı olduğu da yadsınamaz. Bu yazının konusu olan Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) ise daha çok geniş anlamda güvenlik ve dış politika üzerinde çalışmalarını yoğunlaştıran bir kuruluştur.
Hafta başında düzenlediği sempozyumda, Cumhuriyetin 100’üncü yılını kutlayacağı 2023’te nasıl bir dünya ve nasıl bir Türkiye bulacağımız sorusuna cevap arandı.
ASAM’ın çok yetenekli uzman kadrosunun sunumları yanında Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, Devlet Bakanı Ali Babacan ve Enerji Bakanı Hilmi Güler de toplantılara katıldılar. Açılış konuşmasını Cumhurbaşkanı yaptı.
* * *
2023 için öngörüde bulunmak tabii kolay değildi. Tarih uzun vadeli tahminler yapanların ve kadar büyük yanılgılara düştüklerinin örnekleriyle doludur. Fakat yine de ASAM sempozyumunda 2023 tablosunu şekillendirebilecek bazı temel trendler tanımlanabildi. Ben daha çok Türkiye’yi ilgilendiren bazı teşhis ve öngörülere değineceğim.
Bu bağlamda üzerinde durulan bir nokta, 1950’den beri Türk ekonomisinin tek parti iktidarları devirlerinde daima hamle yaptığı, koalisyon hükümetleri devirlerinde ise her zaman gerilediğidir. Demek oluyor ki önümüzdeki yıllarda her şeyden önce siyasi istikrara ve ülkenin politikalarına cesaretle yön verebilecek güçte iktidarlara ihtiyacımız olacak.
Abdüllatif Şener’in son dört yılda ekonominin performansı hakkında verdiği bilgiler de bu değerlendirmeyi teyit edecek nitelikteydi. Şener’e göre son dört yıl içinde GSMH her yıl yaklaşık yüzde 7 oranında artmış, fert başına gelir 2002 yılında 2637 dolardan 2006 sonuna doğru 5317 dolara yükselmiş, 2002 yılında yüzde 29.7 olan enflasyon oranı 2005 sonunda yüzde 7.7’ye inmiş, dış ticaret hacmi 87.6 milyar dolardan 190.3 milyar dolar seviyesine çıkmıştı.
Aynı dönemde 36.4 milyar dolarlık bir sermaye girişi olmuştu. Türk ekonomisinin cari açık, yüksek miktarda borçlanmanın devam etmesi, işsizlik ve gelir dağılımındaki dengesizlik gibi kırılgan noktaları bilinmekle beraber, son 4 yılda mali istikrar içinde hızlı büyümenin büyük bir başarı teşkil ettiği inkár edilemez.
* * *
Şener, 2007-2013 dönemini kapsayan 9. Kalkınma Planı’nın başlıca hedeflerini de açıkladı. Bu dönemde GSMH’nin yılda yine yaklaşık yüzde 7 oranında büyümesi ve kişi başına gelirin 10.100 dolara ulaşması bekleniyor. Umut ve heyecan verici bir perspektif. Fakat yeter mi?
Toplantılara katılan Bahçeşehir Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Eser Karakaş, 2023 yılı için çok anlamlı bir hedef gösterdi. Karakaş’ın hareket noktası, BM Kalkınma Teşkilatı’nın "insani gelişme" kıstaslarıydı. Söz konusu kıstaslar üç değişken temelinde oluşturuluyor:
Fert başına gelir, eğitim düzeyi ve sağlık koşulları. Teşkilatın son raporuna göre Türkiye halen insani gelişme skalasında 94. sırada. AB ülkelerinin daha az gelişmiş ülkeleri bile 30. sıranın yukarısında yer alıyorlar.
Karakaş, 2023 yılında Türkiye için en önemli hedefin bugünkü sırasından 40. sıraya yükselmek olacağı kanaatini ifade etti. Ulusalcılık için bile en ulvi hedefin de bu olması gerektiğini eklemekten geri kalmadı. Doğru söze ne denir?
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2006
FRANSA’daki Ermeni lobisi yine atakta. Seçimler yaklaşırken siyasi partilerden ve özellikle Sosyalist Parti’den elde ettiği desteği sonuna kadar kullanarak "Ermeni soykırımı"nı reddedenleri cezalandırmayı öngören yasa tasarısını Millet Meclisi’nin gündemine bir kere daha taşımayı başardı. Geçen mayıs ayındaki teşebbüsü, Meclis Başkanı’nın yöntem taktikleriyle oylamayı engellemesi sayesinde akamete uğramıştı. Şimdi amaç 12 Ekim’de artık bu tasarıyı oylatmak. Bu defa Ermeni lobisinin şansı yüksek.
* * *
Tasarının yasalaşmasıyla Fransa inanılmaz hukuki ve siyasi çelişkiler içine düşecek. Tasarı, Ermeni soykırımı iddiası ile Yahudi soykırımını bir tutuyor. Oysa ikisi arasında hukuken büyük bir fark var. Yahudi soykırımında Nazi Almanyası liderlerinin sorumlulukları uluslararası bir mahkemenin, Nuremberg Mahkemesi’nin kararıyla tescil edilmişti.
Ermeni iddiaları konusunda en ufak hukuki dayanak yok. 1948 tarihli "Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması" Sözleşmesi de geriye dönük değil. Tabii hukuk başka, siyaset başka denebilir. Fakat siyasi açıdan da büyük çelişki mevcut.
Koloniyalizm devriyle ilgili kanunların tartışılması sırasında "Tarih yazmak kanunun işi değildir. Tarih yazmak tarihçilerin işidir" diyen Cumhurbaşkanı Chirac’tan başkası değildi. Kendisi hálá bu kanaatte olsa bile tasarıya karşı gelmesi beklenmemelidir. "Dün dündür, bugün bugündür" zihniyeti her yerde politikaya hákim.
* * *
Tasarıya karşı Cumhurbaşkanı, hükümet ve TBMM büyük bir çaba içindeler. Fakat sonunda tasarı yasallaşırsa ne yapacağız? Fransa’yı cezalandırıcı politik ve ekonomik önlemler alacağımız uyarıları birbirini izliyor. Ne var ki, politikamızın saptanmasında iki noktaya dikkat etmek gerekir.
Birincisi, ilan ettiğimiz tutumda sebat gösterebileceğimizden emin olmaktır. İkincisi ise kendimize vereceğimiz zararın iyi hesaplanmasıdır. TBMM’nin, Fransa’nın Cezayir’de yaptığı soykırımı inkár etmeyi suç sayan bir yasa kabul etmesi önerisinin isabeti ise çok tartışmalı. Her şeyden önce Cezayir’in kendisi Fransa’yı soykırımla suçlayan bir yasa çıkarmış değil.
Başkan Buteflika geçen nisan ayındaki bir konuşmasında, "Cezayir’in kimliğine karşı 1830’dan 1962’ye kadar koloniyalizm devrindeki soykırım"dan bahsetmekle yetindi. Dolayısıyla kraldan fazla kral taraftarı durumuna düşmemeliyiz.
Hatta Cezayir’i rahatsız edebiliriz. Buna karşılık, Fransızların komutası ve himayesi altında 1919 Kasım’ından itibaren Adana bölgesine getirilen "Ermeni lejyonu"nun bu bölge ile Urfa, Kahramanmaraş ve Gaziantep’te giriştiği katliamı kanıtlayan birçok tarihi belge mevcut. TBMM belki bu konuda bir karar veya kanun kabul edebilir.
* * *
Fransız meclisinde ele alınacak tasarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) düşünce ve ifade özgürlüğüne ilişkin hükümlerini ihlal ettiğinde şüphe yok. Tasarı kanunlaşırsa, uygulanması sonucunda ceza gören bir kimse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurduğu takdirde davayı mutlaka kazanır.
Ayrıca kanunun yürürlüğe girmesinden sonra Türkiye tarafından Fransa devleti aleyhine AİHM’de dava açılması mümkündür. Gerçi bugün artık devlet davaları pek açılmıyor; fakat bu şıkta AİHS’nin ihlali o kadar bariz ki, bu yolu denemek düşünülebilir. Hatta şimdiden kanun yürürlüğe girer girmez davanın açılacağı açıklanabilir.
AİHM’ye başvurudan sonuç almak, bir hayli zaman isteyecek. Ancak Fransa’nın AİHM’de mahkûm olması ve kanunu uygulamasının engellenmesi, en anlamlı ve etkin bir mukabele oluşturur.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2006
2007 yılının Türkiye için çok çetin olacağını tahmin etmek zor değil. Başbakan’ın ABD ziyareti sırasında Cumhurbaşkanı’nın TBMM’nin açılışında ve Genelkurmay Başkanı’nın Harp Akademileri’nde yaptıkları konuşmalar, AB sürecinde gittikçe belirginleşen tıkanmalar, bu yılın sonundan itibaren çok zor bir devreye gireceğimizi haber veren gelişmelerdir.
***
İlk olarak Başbakan’ın ABD Başkanı ile buluşmasını ele alırsak sonucun geniş ölçüde olumlu olduğu kanaatine varılabilir. Başbakan’ın ve Başkan Bush’un basına açıklamaları geniş kapsamlı bir görüş alışverişi yapıldığını ve terörle mücadele konusunda ortak bir irade sergilendiğini gösteriyor. Tabii bütün zirve toplantılarında olduğu gibi varılan mutabakatların uygulanmasını beklemek lazım. Fakat hiç değilse Türkiye ile ABD arasında karşılıklı güvenin yeniden tesisi alanında küçümsenmeyecek bir adım atılmıştır. Ne var ki,Washington’daki görüşme, ister istemez, Türkiye’de Cumhurbaşkanı’nın ve Genelkurmay Başkanı’nın çıkışlarının gölgesinde kaldı. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Wilson, kendisine sorulan bir soruya cevaben "kakofoni" diyerek işin içinden sıyrılmak isteyince de bir hayli tepki çekti. Tepkiler haklı olabilir, fakat söylem bolluğunun zihinleri karıştırdığı doğrudur.
***
Gerek Cumhurbaşkanı gerek Genelkurmay Başkanı Türkiye’de irtica tehdidinin ciddiyeti üzerine durdular. Bu endişenin gerçek ve geçerli olmadığını söylemek mümkün değil. AKP Hükümeti’nin politik kültür ve felsefesinde dinin ağırlığı da pek inkár edilemez. Yine de, Cumhurbaşkanı’nın, gerekirse hak ve özgürlüklerin sınırlandırılabileceğini söylemesini yadırgamamak zordur. Anayasamız artık insan haklarına ilişkin uluslararası antlaşmaların önceliğini ve üstünlüğünü kabul etmiştir. Demek oluyor ki Anayasa’nın, kanunların ve içtihatların özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olmasına cevaz yoktur. Cumhurbaşkanı bu noktayı unutmuşa benziyor. Diğer taraftan Cumhurbaşkanı’nın seçilmişler ile atanmışları aynı sepete koymasının parlamenter demokrasi ile ne kadar bağdaştığı sorgulanabilir. Nihayet, Cumhurbaşkanı’nın küreselleşme, yabancı sermaye ve özelleştirme hakkındaki ifadelerinden, Türkiye ekonomisini on yıllarca kıskaç altında tutan ve gelişmesine engel olan devletçiliğe özlemini sürdürdüğü anlaşılıyor.
***
Genelkurmay Başkanı’nın, konuşmasında, TSK’ya yöneltilen eleştirilere cevap vermek ihtiyacını duyması kuşkusuz anlayışla karşılanmalıdır. Bu konuşmada üzerinde durmak istediğim nokta PKK’ya ilişkin ifadeleridir.
Orgeneral Büyükanıt "TSK tek terörist kalmayıncaya kadar terörle mücadelenin sürdürüleceğini ilan etmiştir. Bu tutumumuzda bir değişiklik yoktur" diyor. Ancak,1984’ten bugüne kadar PKK’ya ağır darbeler vurulduysa da, 12 yıl süre ile Kuzey Irak’a elimizi kolumuzu sallayarak girebildiğimiz halde bir türlü tam sonuç alınamadığını hatırlamalıyız. Bugün sırf askeri önlemler yeter mi? Orgeneral Büyükanıt PKK ile ateşkes kavramını haklı olarak reddiyor. Yine de, Öcalan yakalandıktan sonra 5 yıl süre ile PKK saldırılarının durması o kadar fena olmamıştı. O zaman TSK’nın kendisi de artık önceliğin ekonomik ve sosyal tedbirlere verilmesi gerektiğini belirtmemiş miydi?
***
Gerginlik atmosferini dağıtmak için Başbakan’ın yaptığı diyalog önerisi çok yerindedir. Kaçınılmaz olarak aşırı bir üslubu teşvik eden aleni tartışma yerine bir ketumiyet ortamında meselelerin serinkanlılıkla ele alınması isabetli olur. Fakat, unutmayalım, yeni cumhurbaşkanı seçiminin ülkeyi bir buhrana sürüklemesini önlemenin anahtarını da Başbakan elinde tutmaktadır.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2006
İKİ kere Türkiye’de büyükelçilik yapan dostum Henrik Liljegren’in (HL) "Tallin’den Türkiye’ye" başlığını taşıyan anılarının İngilizcesi ve Türkçesi geçen hafta yayımlandı. Çok zengin içerikli kitabın daha ilk sayfalarından itibaren son derece sakin ve yumuşak bir insan izlenimi veren HL’nin aslında klasik diplomat tarifine pek uymadığı kolaylıkla anlaşılıyor.
Cunta döneminde Yunanistan’da tutuklu bulunan muhalif bir politikacının kaçırılması operasyonuna katılması, HL’nin kariyer dışı maceralarından bir tanesi. HL’nin daha sonra Paris’te görev yaparken Filistinli militanlarla temas ettiğini ve onlardan bomba imali hakkında bile bilgi aldığını kitabından öğreniyoruz!
1974’te Enosis’i gerçekleştirmek amacıyla Makarios’a karşı darbe girişimi sırasında HL, Lefkoşa’da Ledra Palas’ın terasında karşımıza çıkıyor.
* * *
1967 Nisan’ında Yunanistan’da iktidarı ele geçiren askeri cuntaya karşı İskandinav ülkeleri yoğun bir politik yıpratma çabasına girişmişlerdi. Yunan hükümetini Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na şikáyet ettiler. Cuntanın tutuklulara sistematik işkence uyguladığını ispat etmek için Strasbourg’da gece gündüz çalışan İskandinav diplomatlarından biri de HL.
Komisyon, Yunanistan’ın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal ettiğini karara bağlayınca mesele Bakanlar Komitesi’ne intikal ediyor. Komite’de Yunanistan’ın üyeliğinin askıya alınması yolunda kuvvetli bir eğilim belirince Yunanistan daha önce davranarak Konsey üyeliğini terk ediyor.
HL, kitabında, Avrupa Konseyi’nde cuntayı savunan Yunanlı diplomatlara oldukça sert eleştiriler yöneltmiş. Bu noktada ne kadar haklı, bilmiyorum; çünkü içlerine sindiremedikleri politikaları savunmak sık sık diplomatların kaderidir. Devletin devamlılığı prensibine sadık kalmak onların görevidir.
HL’nin Türkiye’deki ilk büyükelçiliği, 12 Eylül devrinde. 1983 seçimlerini ve demokrasi rejimine dönüşü gözlemliyor. Daha sonra Doğu Almanya nezdinde, Brüksel’de ve Washington’da büyükelçilik yapıyor. Kitabında Washington’daki göreviyle ilgili bölüm son derece ilginç. Soğuk savaş sonrası dönemde İsveç’in politik amaçlarından başlıcası, Rus kuvvetlerinin Baltık ülkelerinden çekilmesini sağlamak.
Buna şiddetle karşı gelen Yeltsin’i ikna etmek için HL, Başkan Clinton’ı devreye sokmayı başarıyor. Akabinde Estonya Başkanı Meri 25 Temmuz 1995’te Moskova’da ateş püsküren bir Yeltsin ile buluşuyor. Hiç içki içmediği halde onunla iki şişe votkayı devirmek mecburiyetinde kalıyor. Yeltsin birkaç tabak da kırdıktan sonra Rus kuvvetlerinin Estonya’dan çekilmesine rıza gösteriyor.
* * *
HL’nin son diplomatik postu yine Ankara. Görevinin odak noktası da Türkiye’nin AB üyeliği. 1990’lı yılların sonunda Türkiye’nin üyeliğine en fazla karşı gelen İsveç, bugün bu üyeliğin en büyük destekçileri arasında. Bu değişim için büyük çaba harcayan HL, Stockholm’de görev yapan iki Türk büyükelçisine de övgü yağdırıyor.
Ona göre Solmaz Ünaydın, İsveç Dışişleri’ndeki en amansız Türkiye karşıtlarını bile etkilemeyi başarmıştı. Daha sonra büyükelçi olan Selim Kuneralp ise sessiz ve etkin diplomasisiyle, İsveç Parlamentosu’nun, daha evvel kabul ettiği Ermeni "soykırımı"na ilişkin kararı, 2001 yılında iptal etmesinde büyük rol oynamıştır. Bu şekilde hareket eden başka bir parlamento yok.
HL’nin anıları nadir bir diplomatik mahareti, gerçekçilikle bağdaşan bir idealizmi, uluslararası sorunlara her zaman dengeli bir yaklaşımı ve büyük bir kişisel hassasiyeti yansıtıyor. Her bakımdan zevk ve istifade ile okunacak bir kitap.
Yazının Devamını Oku