İlter Türkmen

Papa’nın ziyareti sancılı olmasın

25 Kasım 2006
PAPA 16. Benedikt’in 28 Kasım’da başlayacak ziyareti hakkındaki algılamalar ve buna karşı tepkiler, olabileceği kadar abartılı.  Buna protokole ilişkin karmaşa da eklenince, hiç lüzum yokken, Türkiye’nin imajının yalnızca Avrupa’da değil, fakat bütün dünyada hiçbir tanıtma çabasının kolay kolay telafi edemeyeceği ölçüde ağır hasar görmesi tehlikesi belirdi.

Olaysız geçen daha önceki Papa ziyaretlerine oranla bu sefer gözlemlenen sinirlilik ve infial, ne yazık ki aynı zamanda Türkiye’de radikal cereyanların kamuoyu üzerindeki etkisinin gücünü yansıtıyor.

* * *

Her şeyden önce sorunun nereden kaynaklandığını iyi teşhis etmek gerek. Kuşkusuz ziyaret tarihi yanlış saptanmış ve bunda Türkiye’nin kusuru yok. Papa, Patrik Bartholomeos ile Aziz Andreas yortusunda hazır bulunmak için 28 Kasım-1 Aralık tarihlerinde ısrar etmiş. Fakat Başbakan’ın o tarihlerde Türkiye’de bulunmayacak olmasını da mesele yapmamış. Cumhurbaşkanı, Başbakan Vekili ve Diyanet İşleri Başkanı ile görüşmeyi yeterli bulmuş.

Ne var ki, Cumhurbaşkanımız da anlaşılan, Papa’nın İslam ve Türkiye’nin AB üyeliği hakkındaki olumsuz konuşma ve tutumlarının etkisiyle kendisine fazla vakit ayırmaya pek meyyal değil. Yapacak bir şey yok. Onun kendine özgü bir dış politika ve diplomasi konsepti var.

Papa’nın ziyaretinin ağırlık merkezinin Patrik Bartholomeos ile katılacağı dini etkinlikler olacağı doğru. Fakat bu buluşmanın olağanüstü bir mahiyeti olduğu söylenemez. Bugünkü Patrik’in selefleri de bütün Ortodokslar adına papalar ile bir araya gelmişlerdir. En önemli buluşma, 1964’te olmuştu. 1054’ten beri süregelen Katolikler ile Ortodokslar arasındaki karşılıklı lanetleme o tarihte iptal edilmişti.

Papa’nın ziyaretinin dinlerarası diyalogla hiç ilgisi olmadığı da iddia edilemez. Vatikan’ın ziyarete ilişkin açıklamasında bugünkü Türkiye topraklarının geçmişte Hıristiyanlığın gelişmesinde ve yayılmasında oynadığı rol belirtilirken Türkiye’nin dinlerarası diyalog açısından rolüne de şu şekilde temas ediliyor:

"Papa’nın Türkiye ziyareti, 2. Jean Paul’ün izinden dinlerarası diyaloğun ivediliği konusunda Katolik Kilisesi’nin inancını yeniden vurgulamak amacını gütmektedir. Laik bir devlet olan Türkiye, Avrupa ile Asya arasında bir köprü işlevini yerine getirdiği gibi, çeşitli dini geleneklerin yurdudur. Ayrıca Ortadoğu’ya açılan bir balkon konumunda olduğundan dinlerarası diyaloğun değerleri, hoşgörü, karşılıklılık ve devletin laik karakteri Türkiye’den vurgulanabilir." Zannediyorum ki bu yaklaşımda itiraz edilecek bir nokta pek görülemez.

* * *

Papa’nın ziyareti Patrik’in "Ekümenik" sıfatını tekrar gündeme getirdiği için de alerji doğuruyor. Ancak bizim tanımadığımız bu uhrevi unvanı, Cumhuriyet’in ilanından sonra da patriklerin sürekli kullanmaya devam ettiklerini unutmamak lazım. Her defasında bu olguyu yeniden keşfedip sinirlenmenin anlamı yok.

Diğer taraftan Ayasofya’daki eylemlerin de hoş görülecek bir tarafı olamaz. Ayasofya’nın bütün Hıristiyan dünyası için büyük tarihi değeri var. Bu nedenledir ki Atatürk, 1935’te onu müze haline getirmiş ve bir bakıma bugün dünyanın sağlamaya çalıştığı dinlerarası uyumun bir sembolünü ta o zaman yaratmıştı.

2000 kadar gazetecinin izleyeceği Papa’nın ziyaretinin Türkiye açısından ters tepmemesi için hükümete, bütün siyasi parti başkanlarına, medyaya ve sivil topluma görev düşüyor. Sırf iç politika kaygılarıyla sorumluluktan kimsenin kaçınmaması gerekir.
Yazının Devamını Oku

Tartışma adabı

21 Kasım 2006
7 Kasım akşamı NTV’de, altı eski dışişleri bakanını bir araya getiren Can Dündar’ın programında, şartlar gerektirirse AB müzakere sürecinin bir süre askıya alınmasını Türkiye’nin talep edebileceği olasılığı üzerinde durulması, tepki çekmeye devam ediyor. 11 Kasım tarihli yazımda bu fikrin nedenini izah etmeye çalışmıştım. Aralık ayında toptan veya perakende bir şekilde bütün müzakere başlıklarının askıya alınması tehlikesinin elan mevcut olduğunu hatırlattıktan sonra şöyle diyordum:

"Türkiye’nin, bu koşulların oluşacağı iyice belirgin hale geldiği takdirde, AB dönem başkanlığı ile danışarak ’time out’ talep etmesi fikri bu çerçevede değerlendirilmelidir. Yaptırım diye algılanacak önlemlere maruz kalmaktansa kendiliğimizden ’karşılıklı bir düşünme mühleti’ istememiz yaklaşımı bilmem çok yadırganabilir mi?"

* * *

Eleştirilerin bu açıklamalara rağmen de devam etmesi doğaldır. Ne var ki bazı eleştirilerin üslubunun beni şaşırttığını itiraf etmeliyim. Çok takdir ettiğim, makalelerini daima zevk ve istifadeyle okuduğum bir köşe yazarı bakın ne diyor:

"Bir akıl tutulmasıdır gidiyor. Koca koca dışişleri bakanları televizyona çıkıyor ve Türkiye’nin Avrupa Birliği ile müzakereleri kendisinin durdurması veya askıya alması gerektiğini söylüyor, tek bir kişi de onlara ’Siz aklınızı peynir ekmekle mi yediniz’ diye sormuyor."

Ve makalesinin sonunda ekliyor: "O yüzden konuşurken ağzımızdan çıkana dikkat etsek iyi olur."

Doğrusunu isterseniz alınmaktan ziyade üzüldüm. Düşünce ve ifade özgürlüğünün, serbest tartışmanın, her fikrin saygı ve hoşgörüyle karşılanması gerektiğinin şampiyonluğunu yapanlar bile kendileri gibi düşünmeyenlere karşı bu tarzda tepki gösteriyorlarsa, ulusal çıkarların ancak kendi dogmalarıyla korunabileceğine inananların, "fikir diktası" peşinde koşanların ne günahı var? Serbest tartışmanın üslup itinası gerektirdiğini unutmayalım.

Meselenin özüne gelince: Aralık ayında Brüksel’de nasıl bir durumla karşılaşacağımızı bugünden kestirmek imkánsız. Olli Rehn birkaç gün önce Maraş’ın statüsünün BM aracılığıyla varılacak sürekli bir çözümün parçası olduğunu söyledi. Bizim görüşümüz de zaten bu. Fakat Rehn aynı zamanda Fin önerilerinin sunduğu fırsatın kaçırılmaması uyarısında bulunuyor.

İyi de Finlandiya Dışişleri Bakanı’nın önerisinde Maraş’ın iki yıl BM yönetimine devri öngörülüyor. Bu iki yaklaşım nasıl bağdaştırılabilir, belli değil. Bir görüşe göre, Finlandiya’nın önerisinde Maraş’ın Rumların iskánına açılması söz konusu değilmiş.

Rumlar sadece gelip otel ve meskenlerin durumunu tespit edeceklermiş! İskán çözümden sonra olacakmış, dolayısıyla iki yaklaşım çelişkili değilmiş.Pek inandırıcı değil. Her ne ise, şurası kesin ki Türkiye, Maraş hakkında bu aşamada hiçbir şey kabul edemez, limanlarını da açamaz.

* * *

Temas ettiğim bazı üye ülkeler temsilcileri, devlet başkanları düzeyindeki toplantıya kadar sorun çözümlenemezse zirveden hiç beklenmedik sonuçlar çıkmasının ihtimal dışı olmadığını, Türkiye’de halen esen nispeten iyimser havayı haklı gösterecek bir durumdan bahsedilemeyeceğini vurguluyorlar.

Zirvede, oylama yapılmadan, resme bir karar alınmadan bile müzakere başlıklarının açılmasını fiilen engelleyen bir ortamın doğabileceğini düşünmeye devam ediyorlar. Kaldı ki Ceza Yasası’nın 301. maddesinde değişiklik yapılmaması, ek bir güçlük yaratır. Papa’nın Türkiye’ye yapacağı ziyaretin tatsız ve gergin bir ortam içinde geçmesinin hiç yankısız kalacağını zannetmek de aşırı iyimserlik olur.

Tam bu sırada, BM Genel Sekreteri, Kıbrıs’ta iki tarafı kapsamlı çözüm müzakerelerine gelecek yıl başında başlamaya davet etti. Bu girişimin başarısı, AB zirvesinde bir çıkış yolu bulunmasını belki kolaylaştırabilir.
Yazının Devamını Oku

Ermeni iddialarına karşı yargı yolu

19 Kasım 2006
DIŞİŞLERİ Bakanı Abdullah Gül, Ermeni soykırımı iddialarının uluslararası yargıya taşınması konusunun halen incelenmekte olduğunu birkaç gün önce açıkladı. Aslında bu fikir yeni değil, fakat ilk defa hükümet benimsiyor. Gül haklı olarak meselenin çok yönlü inceleneceğini eklemekten geri kalmadı.

Gerçekten ters tepebilecek bir yola başvurmak anlamsız olur. Diğer taraftan anlaşıldığı kadarıyla fikrin babası CHP. Onun da öngördüğü, daha önce telkin edildiği gibi Uluslararası Adalet Divanı’na başvurmak yerine tahkime gitmek.

* * *

Bu aşamada yargıya başvurma açısından iki konuyu birbirinden ayırmak lazım. Birincisi, Fransız Milli Meclisi’nin "Ermeni soykırımı"nı reddetmeyi suç sayan ve cezalandıran yasa tasarısına ilişkin. Bu tasarı kanunlaşırsa müracaat edilecek merci Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’dir (AİHM); çünkü başvurunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ifade özgürlüğüne dair 9. ve 10. maddelerine dayandırılması gerekecektir.

Bu başvurunun da üç opsiyonu mevcut. Devlet davası açmak; yasa yürürlüğe girip uygulandıktan sonra haklarında mahkûmiyet kararı alınan bireylerin dava açmaları; yasa yürürlüğe girer girmez uygulamayı beklemeden "potansiyel mağduriyet" kavramına göre yine bireylerin mahkemeye başvurmaları.

Muhtemelen devlet davası açmak yerine bireylerin ikinci veya üçüncü formül temelinde AİHM’ye başvurmaları beklenecektir. AİHM de bu davalarda çok büyük bir olasılıkla Fransa’nın AİHS’yi ihlal ettiğine karar verir.

Dışişleri Bakanı’nın öngördüğü tahkimin ise niteliği çok değişik. Ermenistan da kabul ettiği takdirde hakemler heyeti, Ermeni iddialarının özü üzerinde karar verecek. Bunu yapabilmesinin tek yolu "BM Soykırım Sözleşmesi"çerçevesinde meseleyi ele almasıdır. Başka bir deyimle, Türkiye geriye dönük olmayan sözleşmenin 1915 olaylarına uygulanabileceğini kabul edecek.

Tahkime gitme fikrinin arkasında Ermenilerin nasıl olsa bunu reddedeceği kanaati var. O zaman da Ermeni iddialarının inandırıcılığının kalmayacağı düşünülüyor. Gerçekten öyle mi? Ermeniler soykırım olup olmadığının iki taraf tarihçileri tarafından ortaklaşa araştırılması yönündeki önerimizi kabul etmediler, fakat bundan da ayrıca çok zarar görmediler.

Ermenilerin, şimdiye kadar, 1915 olayları etrafında yarattıkları efsaneyi tarihi gerçeklerden daha inandırıcı hale getirmeyi geniş ölçüde başardıklarını görmezlikten gelemeyiz.

* * *

Bir başka öneri yine Ermenistan’la veya Fransa’yla tahkim yerine Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) gitmektir. Bu alternatif de soykırım sözleşmesinin geriye doğru işletilmesini gerektiriyor.

Bir üçüncü girişim projesi de mevcut: Soykırım sözleşmesinin 9’uncu maddesine göre, Ermenistan’a veya soykırım iddiasında bulunan bir başka devlete karşı, Türkiye’nin, kendisine manevi zarar verildiğini öne sürerek, resen UAD’ye müracaat etmesi. Bu formül yine Soykırım Sözleşmesinin geriye dönük sayılması sonucunu doğurur.

AİHM’ye başvurunun aksine tahkime veya UAD’ye ikili veya tek başına başvuru birtakım ciddi risklere kapıyı açar. Soykırım sözleşmesinin hukuken geriye dönük olmaması, Türkiye’den tazminat, gayrimenkullerin iadesi veya toprak gibi olası talepleri hukuken mesnetsiz bırakmaktadır.

Bu hukuki teminattan vazgeçmek akıl kárı mı? Kaş yapayım derken göz çıkarmayalım.
Yazının Devamını Oku

ABD ile yeni pürüzler mi?

14 Kasım 2006
SON zamanlarda ABD ile ilişkilerimizde nisbi de olsa olumlu gelişmeler yaşandı. "Türk-Amerikan Stratejik Ortaklığını İleri Götürmek İçin Ortak Vizyon ve Yapılandırılmış Diyalog Belgesi"nin imzalanması bunlardan biriydi.

İddialı ve muğlak başlığına rağmen bu belgenin asıl amacı, temel ortak çıkar alanlarını tanımlamak ve iki hükümet arasında sürekli diyalog yöntemleri saptamaktı. PKK terörüne karşı mücadelenin ortaklaşa daha iyi yönetilmesi için iki tarafın özel temsilciler tayini de olumlu bir adım sayılır. Başbakan’ın ekim ayı başında ABD’ye yaptığı ziyaret, ilişkilerin artık daha yapıcı bir mecraya girdiğini göstermesi bakımından önemliydi.

Ne var ki Türk kamuoyunda ABD ve genellikle Batı karşıtlığının azaldığı yolunda fazla bir işaret yok. Üstelik ABD’de Demokrat Parti’nin zaferiyle sonuçlanan son kongre seçimlerinin yeni gerginlik unsurları ortaya çıkarması ihtimali oldukça kuvvetli.

* * *

Problem özellikle Temsilciler Meclisi Başkanlığı’na seçilmesi kesin olan Nancy Pelosi’nin siyasi eğiliminden kaynaklanıyor. Seçim bölgesi, Ermeni asıllı nüfusu yüksek California olan Pelosi’nin başkanlığındaki Temsilciler Meclisi’nin, önümüzdeki nisan ayında "Ermeni soykırımı"nı tanıyan bir kararı kabul etmesine muhakkak nazarıyla bakılıyor.

Bunu önlemek için Beyaz Saray’ın ve Dışişleri Bakanlığı’nın her yıl yaptıkları mücadelenin bu defa başarıya ulaşması çok zor olacak. Dolayısıyla nisan ayında ilişkilerin yine çetin bir sınavdan geçmesi kuvvetle muhtemel. Burada başka ülkelerle benzer durumlarda olduğu gibi bir açmazla karşılaşacağız. Karar alınmasını önlemek için uyarılarımızın tonunu artıracağız, fakat karar bir kere alındı mı kendimize zarar vermeden cezalandırıcı önlemler alınmasının imkánsız olduğunu fark edeceğiz.

Amerika’nın "Ermeni soykırımı" konusundaki tutumunda bir özellik bulunduğunu da unutmamalıyız. Her yıl 24 Nisan’da ABD başkanlarının yayımladıkları mesajlar da kabul edilebilecek gibi değil. Soykırım sözcüğü kullanılmıyorsa da 1.5 milyon Ermeni’nin tehcir edildiği ve kitle halinde öldürüldüğü ifade ediliyor.

Olayın, dünyanın unutmaması gereken 20. yüzyılın en feci insani trajedilerden biri olduğu vurgulanıyor. Fakat biz "soykırım" denmediği için fazla bir tepki göstermiyoruz.

* * *

Demokratların zaferinin ABD’nin Irak politikasını nasıl etkileyeceği henüz belli değil. Demokratlar savaşı başında desteklemiş, fakat sonradan Başkan Bush’un politikasını eleştirmeye yönelmişlerdi. Bu aşamada ABD’yi Irak bataklığından kurtarabilecek alternatif bir planları yok. ABD askerlerinin derhal geri çekilmesini talep etmeleri de beklenmiyor. Ancak, er veya geç Irak’ın çok geniş ölçüde kaderiyle baş başa bırakılması galiba kaçınılmaz.

Türkiye bu nedenle ABD ile Irak konusunda çok yakın bir işbirliği yapmak ihtiyacındadır. Türkiye ile ABD arasındaki ortak ilgi alanları Irak’la da sınırlı sayılamaz. İran’ın sadece nükleer politikası değil, fakat ABD Irak’tan çekildikten sonra bölgede nüfuzunun ve etki alanının çok genişleyecek olması bizi yakından ilgilendirir.

Doğu Akdeniz’in güvenliği, Karadeniz’e sahildar ülkelerin istikrarı ve güvenliği, Kafkaslar’da barışın korunması ve Karabağ sorununun çözümü, Orta Asya’da dengelerin Rusya veya Çin lehine altüst olmaması. NATO’nun da Afganistan’da başarısızlığa uğrayarak zayıflamaması, ABD ile ortak kaygılarımızdır.

BM’nin yeni genel sekreteri işe başladıktan sonra Kıbrıs meselesinde çok gecikmeden inisiyatif almasında ABD etkili olabilecektir. Bütün bu nedenlerle ABD ile yakın işbirliği içinde olmamızı engelleyecek hareket ve tepkilere sürüklenmemeye dikkat etmeliyiz.
Yazının Devamını Oku

Fikrimiz beğenilmedi!

11 Kasım 2006
GEÇEN salı akşamı NTV’de Can Dündar’ın programında bir araya gelen beş eski dışişleri bakanının, gerekirse AB müzakere sürecinin bir süre askıya alınmasını Türkiye’nin talep etmesi fikrine destek vermeleri bir hayli tartışma yarattı. Oysa hiç değilse benim açımdan fikir yeni değil. 4 Temmuz’da "Dış Politikada Denge" başlıklı makalemde bakın ne yazmıştım. "AB’ye gelince, sürekli bir kriz ortamı ve gittikçe sertleşen söylemlerle sonuç almak mümkün değildir. AB politikamızı, onu etkileyen tutumları çok kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutmalıyız. Belki bu değerlendirme sonunda, bugünkü kilitlenmeyi aşmak için, müzakere sürecinin bir-bir buçuk yıl askıya alınmasını veya yavaşlatılmasını biz talep etmeyi ehveni şer görürüz.

Cumhurbaşkanı seçiminden ve genel seçimlerden sonra sorunların daha rahat ele alınması mümkün olabilir. AB de bu arada Türkiye’ye karşı siyasetini yeniden değerlendirebilir. Onun da ikircikli politikasına son vermesi zamanı gelmiştir."

***

Bugün çok ciddi bir açmazla karşı karşıya olduğumuzu görmezlikten gelmenin imkánı var mı? İlerleme Raporu’nu ve Stratejik Belge’yi açıklayan AB Komisyonu, Türkiye ile müzakerelerin askıya alınması yönünde herhangi somut bir öneri sunmadı. Ancak Gümrük Birliği Protokolü kapsamında Türk limanlarının Güney Kıbrıs gemi ve uçaklarına açılması sorunu aralık ortasına kadar çözümlenmediği takdirde bu yola başvuracağını bildirdi.

Oli Rehn, bilinen niteliğiyle bu aşamada Türkiye tarafından kabulü imkánsız Finlandiya planının son şans olduğu kanaatinde. Finlandiya önerisinin parametreleri değişmezse ve Türkiye bunları reddederse müzakere sürecinin bundan çok olumsuz şekilde etkileneceği muhakkak.

Müzakerelerin tamamının askıya alınması büyük olasılıkla söz konusu değilse de Gümrük Birliği’ne ilişkin başlıkların askıya alınması kaçınılmazdır. Bloke edilen başlıkların sayısı ayrıca pazarlık konusu olacak. İş bununla da kalmaz. Türkiye’nin üyeliğine karşı olanlar teker teker diğer başlıkları bile askıya aldırabilirler.

Türkiye’nin, bu koşulların oluşacağı iyice belirgin hale geldiği takdirde, AB dönem başkanlığı ile danışarak "time out" talep etmesi fikri bu çerçevede değerlendirilmelidir. Yaptırım diye algılanacak önlemlere maruz kalmaktansa kendiliğimizden "karşılıklı bir düşünme mühleti" istememiz yaklaşımı bilmem çok yadırganabilir mi?

Ne var ki, NTV programında vurguladığım gibi, bu yaklaşımın riskleri elbette mevcut ve bunlar çok iyi hesaplanmalıdır. Geçici olan sürekli hale gelebilir ve böyle bir sonucun siyasi sorumluluğunu yüklenmek kolay değildir.

***

NTV programında Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümü üzerinde de duruldu. Türkiye’nin AB üyeliği gerçekleşmeden nihai bir çözüme varılamayacağı, AB üyeliğinin bir uzlaşıyı daha kolay hale getireceği konusunda bir görüş beraberliği ortaya çıktı.

Bu noktadan hareketle, referandum ve parlamento oylamaları sonucunda Türkiye’nin üyeliği kesinleşince yürürlüğe girmek üzere bir çözümün geliştirilmesi görüşü destek buldu. Annan Planı’nın bazı hükümlerinin Türkiye, AB üyesi olduktan sonra yürürlüğe girmesi zaten öngörülmüştü. Bunu şimdi bütün çözüme teşmil etmek kuşkusuz akılcı bir yaklaşım olur.

AB ve Kıbrıs konusunda kalıp tutumlarla bir yere varmak imkánsızdır. İlk başta çok ters gelen bazı fikirler tartışıldıkça makul tercihler gündeme gelebilir. NTV programı, gerçekte görüşleri hiç uyuşmayanların pekálá sakin bir üslupla yapıcı bir görüş alışverişi yapabileceklerini göstermesi bakımından önemliydi. Keşke bütün tartışmalar bu tarzda olabilse!
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs konusunda yine sağırlar diyaloğu mu?

7 Kasım 2006
KIBRIS konusunda işler yine sarpa sarıyor. AB Komisyonu’nun İlerleme Raporu’ndan önce müzakere sürecini durduracak veya ciddi surette zedeleyecek bir açmazı önlemek için dönem başkanı Finlandiya’nın Dışişleri Bakanı Erkki Tuomioja’nın harcadığı çabalar bu aşamada sonuç vermedi. Yarın açıklanacak olan raporun AB Konseyi’ne müzakere sürecini doğrudan etkileyecek somut öneriler içermemesi bekleniyor.

O takdirde Gümrük Birliği Protokolü’nün uygulanması konusunu çözmeye yönelik çabalar aralık ayındaki AB zirvesine kadar devam edebilecek. Ne var ki tarafların yaklaşımları arasındaki farkı kapatmak çok zor. Helsinki’de yapılması öngörülen toplantı, format yüzünden akamete uğradı.

Papadopulos, KKTC Cumhurbaşkanı’nı muhatap almak istemedi, Türkiye Yunanistan’ın da katılmasında ısrar etti. Fakat formatın ötesinde Fin Dışişleri Bakanı’nın henüz káğıda dökmediği öneriler, Türkiye’nin ve KKTC’nin kabul edebileceği nitelikte değil.

* * *

Tuomioja’
nın yürüttüğü diplomasi hatalı görülebilirse de iyi niyetinden şüphe etmek doğru olmaz. İşi son derece zordu. Sorunun arka planını biraz hatırlayalım. 2004 zirvesinden sonra Türkiye, limanlarını Güney Kıbrıs’a açmasını da gerektiren protokolü imzalarken, bir deklarasyonla Kıbrıs meselesi çözümlenmeden Güney Kıbrıs’ı tanımayacağını bildirdi.

Bunun üzerine AB, mukabil bir deklarasyonla "müzakere başlıklarının açılmasının Türkiye’nin üyelerle anlaşmalarından doğan yükümlülükleri yerine getirmesine bağlı olduğunu" ve aksi bir durumun "tüm müzakere süreci"ni etkileyeceğini vurguladı. Daha sonra, Türkiye bir eylem planı açıkladı. Limanlarının açılması karşılığında, Kuzey Kıbrıs’ın izolasyonuna son verilmesi yönünde 2004 sonunda AB Konseyi’nce alınan karar çerçevesinde, Kuzey Kıbrıs deniz ve havalimanlarının da uluslararası ulaşıma açılmasını ve KKTC üzerindeki çeşitli kısıtlamaların kaldırılmasını şart koştu.

Tuomioja şimdi Türkiye’nin limanlarını Güney Kıbrıs’a açması ile KKTC üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması arasında bir denge bulmaya çalışıyor. Bu maksatla bir hayli zamandan beri ortada dolaşan tartışmalı bir kompromi formülünü benimsedi. Ancak yazılı öneride bulunmaması isabetliydi. Yazılı öneride bulunsaydı ipler hemen kopardı.

Oysa, özellikle kapalı Maraş bölgesinin iki yıl süreyle BM denetimine verilmesi fikrini mutlaka reddedecek olan Türkiye bile, bugüne kadar kompromi çabalarına karşı gelen taraf gibi gözükmemeye uğraştı.

* * *

Başbakan’ın ise son günlerde sesini tekrar yükselttiği görülüyor. Kıbrıs meselesinin çözüm yeri BM’dir diye ısrar ediyor. Çok haklı da. Gümrük Birliği Protokolü de AB’nin işi. AB nihai çözümün BM zemininde olmasına itiraz etmiyor. Annan Planı’nın hazırlanmasında BM’ye katkıda da bulundu. Başka çaresi de yoktu; çünkü plan birleşik bir Kıbrıs’ın AB üyesi olacağı varsayımına dayanıyordu.

Artık BM ve AB süreçlerini tamamen birbirinden ayrı süreçler gibi görmek imkánı galiba kalmadı. Maraş kuşkusuz bugün nihai çözümün bir parçası. Fakat geçmiş yıllarda, nihai çözümü kolaylaştırmaya yönelik güven artırıcı önlemler paketleri içinde yer aldığını da unutmamak lazımdır.

22 Ekim’deki yazımda belirttiğim gibi, Maraş’ın BM’ye devri orantısız bir ödün olur. Bu ödünü vermektense limanların tek taraflı açılması bile ehveni şerdir. Buna da bugünkü politik koşullar altında olanak yok.

Dolayısıyla bugünkü açmazdan en az tahribatla kurtulmaya çalışmalıyız. Bunun da önemli bir koşulu, iç politikada olduğu kadar dış politikada da hırçın bir üslubun sonunda ters tepebileceğini idrak etmektir.
Yazının Devamını Oku

Balkanlar kızışıyor mu?

4 Kasım 2006
1996’da Bosna’da, 1999’da Kosova’da silahlar susmuştu. Daha sonra Makedonya’da vuku bulan çatışmalar ise uzun sürmedi. AB’nin bütün Balkan ülkelerine uzun sürede de olsa AB perspektifini açması bölgedeki potansiyel gerginlik unsurlarının su yüzüne çıkmasını bugüne kadar engelledi. Fakat Bosna’da Dayton anlaşmalarının akabinde kurulan uluslararası himaye sistemi devam ediyor. Bosna’da "Uluslararası Toplumun Temsilcisi" diye adlandırılan ve fiiliyatta eski koloni valilerinin yetkilerine sahip bir yönetici var. Güvenlik sorumluluğunu AB üstlenmiş bulunuyor.

Kosova’da yönetimin en üst sorumlusu Birleşmiş Milletlerce atanmış bir temsilci, güvenlik işlevini de NATO yerine getiriyor. Bosna’da ekim başında Başbakanlığa gelen Haris Silaziç Dayton Anlaşmaları’nın temel düzenlemelerinden biri olan Boşnak-Hırvat federasyonuna son vermek niyetinde.

Bosna’nın Sırp Cumhuriyeti’nin Başkanı ise Kosova’ya bağımsızlık statüsü verilirse aynı hakkın Bosna Sırp Cumhuriyeti’ne de verilmesi gerektiğini ileri sürüyor. Kosova’nın bu yıl sonuna kadar saptanması öngörülen statüsünün yalnızca Balkanlar’da değil, fakat dünyanın başka bölgelerinde de emsal yaratarak yeni bir Pandora kutusu açılmasına neden olması ihtimali oldukça kuvvetli.

Bu yılın başından beri eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari BM Özel Temsilcisi sıfatı ile Viyana’da Sırplar ile Kosovalılar arasında bir çözüm zemini bulmaya çalışıyor. ABD ve AB’nin tercih ettikleri çözümün Kosova’ya bağımsızlık verilmesi olduğu sır değil.

Ne var ki, Ahtisaari Sırpları bu bağımsızlığı kabul etmeye ikna etmeyi başaramadı. Aksine Sırbistan Başbakanı Vojislav Kostunica Kosova’nın Sırbistan’ın ayrılmaz bir parçası olduğu hükmünü içeren yeni bir anayasayı referanduma sundu ve çoğunluğun desteğini kazandı.

Bu durumda Ahtisaari’nin BM Güvenlik Konseyi’ne doğrudan bir çözüm şekli sunması gerekecek. Başka bir deyimle,Sırbistan’a rağmen Kosova’ya bağımsızlık statüsü önerilecek. Buna bir hukuki kılıf hazırlanıyor.

Üstünde durulan formülün hareket noktası eski Yugoslavya Anayasası’nın bir maddesi. Buna göre Yugoslavya altı federe devletin ve iki otonom bölgenin "gönüllü" bir birleşmesinden oluşuyor. Birleşme gönüllü olunca ayrılmanın da mümkün hale geldiği varsayılıyor.

Böyle bir formül üzerinde Güvenlik Konseyi’nde oydaşmaya varılması kolay olmaz. Örneğin Rusya’nın aynı hakkın Abhazya ve Güney Osetya’ya da verilmesini isteyeceği tahmin edilebilir. Çin, Kosova emsalinin Tibet ve Tayvan bakımından yansımalarını herhalde hesaplar.

Aslında, Annan planının öngördüğü çözümü Rumlar reddettiğinden, Kosova’nın bağımsızlığının Kıbrıs için de bir emsal teşkil etmesi gerekir. Kosova bağımsız olabiliyorsa 2004 referandumu ile self-determinasyon hakkı bir bakıma tanınmış olan Kuzey Kıbrıs niçin ayrı bir devlet olarak tanınmasın?

Bu soruyu Kosova müzakerelerine katılan bir AB ülkesi diplomatına yönelttim. Verdiği cevap şu oldu:

"Unutuyorsunuz, Kıbrıs artık AB’nin bir üyesi." Demek ki Güney Kıbrıs şimdi AB zırhına büründüğünden KKTC’nin bağımsızlığının tanınması söz konusu olamaz. Güney Kıbrıs’ın tek başına AB’ye girmesini önlemenin tek şansını bize veren 2002 Kopenhag ve 2003 Lahey fırsatlarını kaçırmanın bedelini daha uzun müddet ödemeye devam edeceğiz.

KKTC, o tarihlerde henüz AB ile Katılım Antlaşması’nı imzalamamış olan Güney Kıbrıs’ın kabul etmek mecburiyetinde bulunduğu Annan planını reddedince, Yunanistan ve Güney Kıbrıs boşuna bayram yapmamışlardı.
Yazının Devamını Oku

Afganistan ve Pakistan

31 Ekim 2006
GEÇEN hafta Princeton Üniversitesi’nin Viyana’da tertiplediği bir kolokyumda Afganistan’ın bugün karşılaştığı sorunlar hakkında çok yönlü bir değerlendirme yapıldı. Afganistan’ın şu sırada uluslararası gündemin sıcak konuları arasına girmesinin çeşitli nedenleri var. Bunların başında Taliban’ın Güney Afganistan’da yeniden saldırılara başlaması geliyor.

11 Eylül 2001’den sonra girişilen operasyonlarla Taliban’ın safdışı edilmesi, Afganistan’da sürdürülebilir bir istikrar sağlanabileceği umudunu doğurmuştu. Nitekim uluslararası toplum, uzun vadeli olarak 27 milyar dolarlık kaynak tahsis etmiş, başkanlık ve daha sonra parlamento seçimleri başarı ile sonuçlanmış, milli bir Afgan ordusu kurulabilmişti.

Ne var ki devlet mekanizmasının yapılandırılmasında aynı başarı gösterilemedi. Bugün Afganistan’da polis ve yargının kötü işleyişinden ve yolsuzluklarından şikáyet etmeyen yok. Afyon üretimine bir türlü son verilemeyişinde bile polisin uyuşturucu kaçakçılığından sağladığı rantın rolü var.

Fakat asıl endişe, Taliban’ın güneye tekrar sızmasından ve bazı bölgelerde kontrolünü tesis etmesinden kaynaklanıyor. Kábil hükümeti bu durumdan Pakistan’ı sorumlu tuttuğu için iki ülke ilişkilerinde ciddi bir gerginlik mevcut.

***

Afganistan’a göre Taliban’a melce sağlayan, onu silahlandıran ve yönlendiren Pakistan’dır. Pakistan’ın ayrıca Veziristan bölgesinde güvenlik sorumluluğunu bir süre önce aşiret liderlerine devretmesi, Afganistan’daki intihar saldırılarını artırmıştır. Pakistan ise bu iddiaları reddediyor. Taliban’ın Afganistan toplumunun ürünü olduğunu ve Afganistan’da yuvalandığını iddia ediyor.

Batılı gözlemciler arasında da tam bir görüş birliği yok. Bazıları Afganistan’da halkın bir kısmının Taliban’a hálá destek verdiğini zannediyor. Çoğu ise açıkça Pakistan Başkanı Pervez Müşerref’i suçluyor, onun köktendincilere gittikçe daha bağımlı hale geldiğini ileri sürüyor. Müşerref’in siyaset sahnesinden ayrılmasının sonuçları hakkında da birbirine zıt görüşler ifade ediliyor.

Müşerref’in arkasında bırakacağı boşluğu süratle köktendincilerin dolduracağı kanaatini taşıyanlar olduğu gibi, aksine Pakistan’da yapılacak seçimlerde köktendinci partilerin en fazla yüzde 8 oranında oy alabileceğine inanlar var. Afganistan’daki durumu değerlendirirken Irak’taki açmaz da gözden kaçmamalıdır. ABD, Irak’ı kendi kaderine terk etmekten başka çare bulamazsa Afganistan’ı da gözden çıkarabilir.

***

Afganistan’da tarihinin en çetin sınavından geçmekte olan NATO, güneyde Taliban’a karşı giriştiği operasyonlar için ek kuvvete ihtiyaç duymaktadır. Şimdiki halde Türkiye dahil, bazı ittifak üyelerinin birlikleri ise Kábil’de konuşlandırılmış bulunuyor. Bilindiği kadarıyla NATO komutanları Kábil’de bu kadar kuvvete ihtiyaç duyulmadığını, bunların bir kısmının kuzey ve batı bölgelerine kaydırılması gerektiğini düşünüyorlar.

Ayrıca bu ülkelerin Amerikan, İngiliz, Hollandalı ve Kanadalı birliklere destek vermek üzere güneye bir miktar ek kuvvet göndermelerini istiyorlar. Örneğin, Türkiye’den beklenen muhtemelen tam teşkilatlı bir özel kuvvet bölüğü. Ankara şimdilik bu taleplere anlaşılan pek sıcak bakmıyor.

Ancak NATO’nun Afganistan’daki sınavında başarıya ulaşamamasının Türkiye’nin Irak ve İran’daki olası gelişmeler dolayısıyla karşılaşabileceği güvenlik sorunlarını daha da ağırlaştıracağını düşünmek mümkün.

Zannediyorum ki, meseleyi, önümüzdeki aylarda ve yıllarda Türkiye’nin politikasını ve güvenliğini etkileyecek olan çok karmaşık denklemin prizmasından değerlendirmek yararlı olacaktır.
Yazının Devamını Oku