İlter Türkmen

Neden mi bahane mi?

23 Aralık 2006
AB Konseyi’nin bloke edilmemiş 26 müzakere başlığından sadece bir tanesinin açılması için gereken yöntemi başlatmaya razı olması sürpriz sayılmamalıdır. Konseyin daha önce aldığı kararın aslında müzakerelerin 3 yıl kadar fiilen askıya alınması anlamına geldiği daha önce bu sütunda belirtilmişti. Bu kararın açıklanan nedeni, Türkiye’nin limanlarını Güney Kıbrıs gemilerine ve uçaklarına açmak yükümlülüğünü yerine getirmemesidir.

Kuşkusuz bu durum AB üyeliğimize karşı olanlar için bulunmaz bir bahane oluşturmuştur. Ancak AB’de Türkiye’nin üyeliğini kuvvetle destekleyen ülkeler de Güney Kıbrıs’ın AB üyesi olmasından kaynaklanan engelin bugünkü koşullar altında nasıl aşılabileceğini bilemiyorlar.

Kısa sürede limanlar sorunu halledilmezse müzakere süreci yeniden canlandırılamaz, daha uzun vadede Kıbrıs meselesine kapsamlı bir çözüm bulunamazsa üyelik gerçekleşemez. Şimdi, kısa vadeli sorunu çözmek imkánı ufukta görülmediğinden, daha da zor olan uzun vadeli sorunun çözümü üzerinde odaklanıyoruz.

***

Kapsamlı çözüm konusunda ise ciddi bir kavram karışıklığı var. Bu çözümün yeri AB değil, fakat BM’dir diyoruz. Doğru da, buna zaten kimse itiraz etmiyor. Daha 8 Temmuz 2006’da KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Tassos Papadopulos, BM Genel Sekreter Yardımcısı İbrahim Gambari ile bir araya gelerek bir "Prensipler Mutabakatı" kabul ettiler.

Bu mutabakatta Kıbrıs’ın siyasi eşitliği sağlayan iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyon temelinde tekrar birleşmesi amacını yinelediler. İki taraf halkının günlük hayatını ilgilendiren sorunların ele alınacağı 11 teknik komite kuruldu. Ayrıca yönetişim, güvenlik, mülkiyet, toprak, ekonomi, vatandaşlık, göç ve AB işleri gibi kapsamlı çözüme ilişkin özlü konuları inceleyecek çalışma grupları ihdas edildi.

Ne var ki gerek teknik komiteler, gerek çalışma grupları Kıbrıslı Rumların ayak sürtmesi yüzünden bugüne kadar işlevlerini yerine getiremediler, hatta toplanamadılar. Papadopulos her ne kadar "Prensipler Mutabakatı"nı kabul ettiyse de ciddi bir müzakereye yanaşmıyor.

Kapsamlı çözüm konusundaki maksimalist görüşlerini dayatabileceği bir siyasi konjonktürün gelişmesini bekliyor. Türkiye’nin AB sürecine karşı diplomatik gerilla savaşı aynı hedefe yönelik. Bu koşullar altında Papadopulos’un makul çözüme yanaşması beklenilemez. 2008 seçimlerinde başkanlığa seçileceği de artık kesin gibi.

İçinde bulunduğumuz açmazda bir çözümü kolaylaştırmak veya zorlamak için çeşitli fikirler de ileri sürülüyor. Türkiye’nin yanına Mehmet Ali Talat’ı alarak Güney Kıbrıs’la doğrudan görüşmesi bunlardan biri. Tabii böyle bir yaklaşım "Kıbrıs Cumhuriyeti"ni tanıdığımız anlamına geleceğinden Papadopulos’u çok memnun eder.

Kıbrıs Rumlarının eskiden beri amacı, zaten Türkiye’nin kendilerini muhatap olarak kabul etmesidir. Bu formül aynı zamanda toplumlararası müzakerelerde şimdiye kadar mevcut statü eşitliğini yok eder. Unutmayalım ki, BM çerçevesinde bir araya geldiklerinde gerek Papadopulos gerek Talat resmi sıfatlarını terk ediyorlar ve "toplum liderleri" sayılıyorlar. 1964’ten beri aynı yöntem yürürlükte.

***

Bir başka fikir de 1960 Anayasası’na geri dönülmesi ve çözümün bu şekilde gerçekleşmesidir. İyi de 1960 Anayasası iki cemaat esasına dayanıyordu. İki bölgeye yer vermiyordu. O Anayasa’ya geri dönmek 1974 müdahalesiyle elde ettiğimiz başlıca avantajdan vazgeçme anlamına gelir.

Aynı zamanda, Garanti Antlaşması’na göre, eski statüye geri dönülmesiyle müdahale hukuken amacına varmış sayılacağından, İttifak Antlaşması’nda öngörülen 650 kişilik kontenjan dışındaki bütün kuvvetlerimizin derhal geri çekilmesi gerekir.

Evet, ortaya atılan bazı fikirler pek geçerli sayılamaz. Fakat yine de hepimizi düşünmeye sevk ettikleri için faydadan yoksun değiller. Ancak zihni sürekli çalıştırarak yaratıcı formüller bulabiliriz. Güçlükleri erteleme politikasıyla değil.
Yazının Devamını Oku

Geçmişi unutmak o kadar kolay mı?

19 Aralık 2006
KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Dentaş’ın, hangi gazetede yayımlandığı belirtilmeyen 13 Aralık tarihli bir makalesi bana e-posta ile ulaştırıldı. Bu yazıda ifade edilen görüşleri biraz yorumlamak istiyorum. Denktaş, yazısına şöyle başlamış: "AB tarafsız olamaz. AB’nin Türkiye karşısında ve özellikle Kıbrıs meselesinde tarafsız olmasını beklemek hakkımız yoktur. Yunanistan (...) AB’yi kendinden yana taraf yapmak için elinden geleni yapmıştır. Şantaj politikası ile ’Kıbrıs’ dedikleri eli kanlı terörist bir idareyi (...) en sonunda üye yapmıştır. Şimdi ’Kıbrıs’ ve Yunanistan (...) Türkiye’den alacaklarını söke söke alabilmek için oyun oynamakta, AB’yi de bu maksat için alabildiğince kullanmaktadırlar."

* * *

Çok doğru olan bu teşhise katılmamak mümkün değil. Ancak bu duruma nasıl geldiğimizi hatırlamakta yarar olduğunu düşünmekten de kendimi alamıyorum. Hafızamızı tazeleyelim: 1999 Helsinki AB zirvesi sonuç bildirisi, net bir şekilde, çözüm olmasa bile Güney Kıbrıs’ın AB’ye üye olmasına kapıyı açmıştı. Kıbrıs meselesini iki bölgeli ve federal bir zeminde, Annan Planı çerçevesinde, Güney Kıbrıs’ın AB ile Katılım Antlaşması’nı imzalamasından önce çözmek hayati önem taşıyordu.

O tarihlerde plan kabul edilseydi Güney Kıbrıs’ın bunu reddetmesi mümkün değildi; çünkü plan referanduma sunulurken sorulacak soru, çözüm ile Kıbrıs’ın AB üyeliğini birbirine bağlamaktaydı. İlk önce Klerides’in, onu takiben Papadopulos’un ve Yunan hükümetinin bütün ümidi, planın Türkiye ve KKTC tarafından reddedilmesiydi.

İlk önce Kopenhag’da, arkasından da Lahey’de beklentileri gerçekleşti. Eski Yunanistan Başbakanı Simitis, anılarında, o anda duyduğu coşkuyu ve sevinci gizlemiyor: "Ankara’nın zaaf göstererek tutumunda değişikliğe gitmemesi, Denktaş’ın uzlaşmazlığını destekledi. Bütün gece süren müzakerelerin sonuç vermemesinden BM’nin Denktaş’ı sorumlu tuttuğu haberini büyük bir iç ferahlığı ile aldım. 16 Nisan 2003’te Atina’da Katılım Anlaşması’nın imzalanması milli stratejimizin en zirvesindeki andı."

Türkiye’nin ve KKTC’nin stratejisi ise yine o anda iflas ediyordu. 24 Nisan 2004’teki referandumda hayır demekle Rumların kaybedecekleri artık bir şey kalmamıştı. Katılım Anlaşması, bütün üyelerin parlamentolarınca onaylanmıştı. İşin ilginç tarafı Sayın Denktaş’ın referandumda hálá hayır diyenlerin cephesinde olmasıydı. O kadar ki Rumlar, Annan Planı’nı reddedince kendisi gibi plana aynı duygusallıkla karşı gelen Papadopulos için, "Allah ondan razı olsun" diyecekti. Bugünkü duruma o zaman niye tepki gösteriyor?

* * *

Bir noktayı daha hatırlamakta yarar var. Denktaş’ın o kadar eleştirdiği Annan Planı, bizzat kendisinin Makarios ile 12 Şubat 1977’de imzaladıkları belgedeki modele dayanıyordu: İki bölgeli, iki toplumlu federal bir cumhuriyet. Hatta bu modelde Annan Planı’nda olmayan "bağlantısızlık" kavramına yer verilmişti. Bu kavramın "Garanti" ve "İttifak" anlaşmalarını iptal edeceğinin herhalde o zaman pek farkına varılamamıştı.

Fakat Denktaş’ın 19 Mayıs 1979’da Kipriyanu ile imzaladığı bir başka belge var. Bunda üstelik, "Maraş’ın BM gözetimi altında iskána açılmasına öncelik verileceği" belirtiliyor. Bugün Kıbrıslı Rumların Magosa üzerinden direkt ticarete razı olmak için istedikleri ödün de aynı değil mi? Şimdi Maraş’taki bütün taşınmazların vakıf malı olduğunu ileri sürüyoruz. 1979’da bunu bilmiyor muyduk?

Üzgünüm, fakat tarihi gerçekler acımasız olabiliyor. Ülkelerine çok büyük hizmet yapmış ve milli kahraman olarak algılanan liderlerin, en kritik devirde muhakeme hatası yapabileceklerinin örnekleri az değildir.
Yazının Devamını Oku

Bundan sonra AB ve Kıbrıs

16 Aralık 2006
AB zirvesinin sonuçlarını bilmeden bu makaleyi kaleme alıyorum. Fakat Dışişleri bakanları toplantısında Kıbrıs konusunda varılan mutabakatın zirvede değişmesi olasılığı yok gibi.

Buna karşılık, zirvede genişleme ve "entegrasyon kapasitesi" üzerindeki görüşmelerin ve varılacak sonuçların Türkiye’nin AB üyeliği perspektifini çok yakından ilgilendireceği kuşkusuzdur.

* * *

AB Konseyi’nin Bakanlar toplantısından çıkan karar geniş ölçüde Komisyon’un tavsiyelerini benimsedi. Kısacası Türkiye’nin AB üyelik süreci fiilen askıya alınıyor.

Limanlar meselesi halledilinceye kadar 8 başlık müzakereye açılmayacak, geriye kalan 26 başlık açılabilecek fakat kapatılamayacak. AB üyelerinin bu 26 başlığın açılışını bireysel olarak bloke etme hakları saklı.

Konsey ayrıca 21 Eylül 2005 tarihli AB deklarasyonunun uygulanmasını Komisyon’un ilerleme raporlarındaki değerlendirmeler temelinde 2009 yılının sonuna kadar izleyecek. Bizim Gümrük Birliği Ek Protokolü’nü imzalarken bu imzanın "Kıbrıs Cumhuriyeti"ni tanıma anlamına gelmeyeceği yolundaki deklarasyonumuzun tetiklediği 21 Eylül deklarasyonu sadece limanların açılmasını değil, fakat Güney Kıbrıs’la "ilişkilerin normalleştirilmesini", başka bir deyimle "Kıbrıs Cumhuriyeti"nin tanınmasını da öngörüyor.

Bize 2009’a kadar bu konuda da mühlet veriliyor. 2007 yılında BM şemsiyesi altında müzakerelerin tekrar başlamasının önemine Komisyon tavsiyelerinde yapılan vurgu Bakanlar kararına ithal edilmemiş.

Bu konuda dönem başkanı bir beyanda bulunacak. Üzerinde çok durulmaya değecek bir değişiklik değil. BM Genel Sekreteri’ni ABD ve münferiden bazı AB üyeleri de harekete geçmeye teşvik edebilirler.

Olumlu gibi gözüken bir gelişme AB Konseyi’nin direkt ticaret meselesini tekrar gündemine almasıdır. Ancak bu kapsamda Ercan havalimanının uluslararası trafiğe açılması yok. 2004 yılında buna razıydık, çıtayı daha sonra 2006 Ocak ayındaki eylem planı ile yükselttik.

* * *

BM Genel Sekreteri tarafları tekrar masaya oturtmayı başarsa ne olacağı başka bir sorun. Annan Planı’nın müzakere edildiği devreye göre ortam çok değişmiş olacak.

O zaman Rumlar henüz AB’ye üye olmadıklarından Katılım Antlaşması’nı imzaladıkları 2003 Nisanı’na kadar çok temkinli ve esnek davranıyorlardı.

Tarafların üzerinde anlaşmaya varamadıkları konularda BM Genel Sekreteri’nin çözüm planındaki boşlukları doldurmasını ve planın bu şekilde referanduma sunulmasını kabul ediyorlardı.

Şimdi ilk olarak böyle bir yönteme karşı çıkacaklar. Annan Planı’ndaki dengelerin özlü bir şekilde kendi lehlerine değişmesini isteyecekler. Planda öngörülen Türkler lehine AB kurallarına derogasyonları kabule yanaşmayacaklar. Türkiye AB’ye girdikten sonra Ada’da bir Türk birliğinin kalmasını reddedecekler. 1974’ten sonra Ada’ya Türkiye’den göç edenlerin vatandaşlığına itirazda bulunacaklar.

Bunlar Rum tutumu hakkında aklıma gelen olasılıkların yalnızca bazıları. Kaldı ki Ada’daki atmosfer de çok değişti. Yeşil Hat üzerinden gidiş gelişlere izin verildiği 2003 yılında Türkler ile Rumlar arasında bir yakınlaşma başlangıcı vardı. Şimdi ilişkiler çok gergin.

* * *

En iyi çözümün artık Ada’da Annan Planı’ndaki sınırla ayrılmış AB üyesi iki devlet olacağı şüphesiz.

Fakat Güney Kıbrıs razı olmadıkça bu formüle nasıl ulaşılabileceği belli değil. Güney Kıbrıs’ın arkasındaki AB dayanışması ne dereceye kadar zayıflatılabilir? Bu amaca varmak için Türkiye yaratıcı bir politika tasarlayabilir mi? Ciddi bir açılım politikası veya alternatif olarak kontrollü ve ölçülü bir kriz akla gelir mi?

Bu sorulara cevap vermek çok zor, fakat bir beyin fırtınasına süratle ve şiddetle ihtiyacımız var.
Yazının Devamını Oku

Lüzumsuz bir gerginlik

12 Aralık 2006
HÜKÜMETİN AB Dönem Başkanlığı’na Gümrük Birliği Protokolü ile ilgili olarak ilettiği bazı öneriler, devletin zirvesinde lüzumsuz yere gergin bir tartışmaya yol açtı. Önerilerin gerçek niteliği zamanında aydınlığa kavuşmadığından, neyin kavgasının yapıldığı bile tam anlaşılamadı. Şayet söz konusu olan bir Türk deniz limanının açılmasına mukabil Magosa limanının AB ile direkt ticarete, bir Türk havalimanının Güney Kıbrıs uçaklarına açılmasına mukabil Ercan Havalimanı’nın uluslararası trafiğe açılmasından ibaret idiyse zaten hiç mesele yok.

Ocak ayındaki eylem planına sadık kalındı demektir. Peki, Finlilerin sızdırdığı gibi, Türkiye bir yıl için bir deniz limanını mütekabiliyet aranmadan açılmasını kabul edebileceğini bildirdiyse "devlet politikası" delinmiş mi oluyordu?

Bence hayır; çünkü hükümet limanların açılması yükümlülüğünü de içeren Gümrük Birliği Protokolü’nü 2005 yılında imzalamıştı. Bu imzayı devlet politikasına aykırı sayan resmi bir gelişme de o tarihten beri olmadı. Kaldı ki hükümetin girişimlerinin amacını da saptırmamak lazım.

* * *

Hükümet, önerilerinin Rumlarca reddedileceğini herhalde biliyordu; fakat müzakere sürecini çok kısıtlayan ve inandırıcılığını yitiren AB Komisyonu’nun tavsiyelerinin konseyde hafifletilmesi veya hiç değilse daha fazla ağırlaştırılmaması gayesini gütmüştü.

Hükümetin yaklaşımının önemli bazı üyelerden küçümsenmeyecek destek gördüğü de göz ardı edilmemelidir. Aslında, hükümet eleştirilecekse, bu adımı atmakta geç kaldığı için eleştirilmeli.

Makalemi erken göndermek mecburiyetinde olduğum içim bu satırları AB Dışişleri Bakanları toplantısının ne sonuç verdiğini bilmeden yazıyorum. Kuşkusuz bakanlar seviyesinde veya AB zirvesinde alınacak karara dayanarak tam bir değerlendirme yapılmalıdır. Ancak tartışmaların bir başka odak noktası üzerinde de durmak istiyorum.

Hükümetin girişiminin resmi politikaya aykırı olduğu iddiasının dayandığı sav şöyle: Çözüm BM zemininde bütünsel nitelikte olacaktı. "Parça parça şunu ver, şunu al şeklinde değil." İyi de kapsamlı çözüm ile o çözüme varılıncaya kadar alınacak önlemler birbirine karıştırılmamalıdır. Kapsamlı çözümden önce KKTC üzerindeki izolasyonun kaldırılmasını ısrarla isteyen taraf biz değil miyiz?

Bu şimdi resmi politikaya aykırı mı düşüyor? Diğer taraftan kapsamlı çözümün BM çerçevesinde aranması gerektiğine AB’nin esasen bir itirazı yok; aksine BM Genel Sekreteri’nin inisiyatif almasını teşvik ediyor. Ancak Gümrük Birliği’nin AB’ye son katılan on üyeye de teşmil edilmesi gayet tabii BM’nin değil AB’nin işi.

* * *

Birleşmiş Milletler’i her derde deva görmek de yeni çıktı! Güney Kıbrıs’ın uluslararası alanda bütün Kıbrıs’ı temsil ettiğini kabul eden kararın BM Güvenlik Konseyi’nde alındığını hatırlayalım. BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi, Rumların tezlerine destek veren çok sayıda karar kabul etti.

Konsey, Kofi Annan’ın 2004 yılında çözümsüzlükten Rum tarafını sorumlu tutan raporunu not bile etmeye yanaşmadı. Tarafsız bir şekilde meseleye yaklaşanlar, BM Genel Sekreterleri oldular. Özellikle Kofi Annan, Kıbrıs AB’ye üye olmadan sorunun çözümlenmesi için çok gayret sarf etti. Annan’ın önerilerini, Güney Kıbrıs 2003’te Katılım Antlaşması’nı imzalamadan önce kabul etseydik bugün Kıbrıs sorunu bütün dış politikamızı bloke edemeyecekti.

Federal bir Kıbrıs AB’ye girseydi, ileride yine AB içinde iki bağımsız devlet formülü dahi gündeme gelebilirdi. Bugün Güney Kıbrıs, tek başına AB üyesi olduğundan bu formülü AB’nin kabullenmesi neredeyse imkánsızdır. Bu açmaza nasıl sürüklendiğimizin hikáyesini hepimiz biliyoruz. Nasıl çıkacağımızı bilmiyoruz.
Yazının Devamını Oku

Çırpınan Türk diplomasisi

9 Aralık 2006
GEÇEN hafta Türk diplomasisi olağanüstü bir faaliyet içindeydi. Başbakan’ın Tahran ve Şam ziyaretlerinin ardından, Türkiye’nin, AB üyelik sürecinin fiilen hemen tamamen askıya alınmasını önlemek amacıyla sürpriz etkisi yapan önerilerde bulunduğu haberi geldi. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, KKTC’deki Tazmin Komisyonu’nun geçerli bir iç hukuk yolu olabileceği kararını aldı. Kıbrıs ihtilafının kritik düğümlerinden biri olan mülkiyet sorunsalı açısından KKTC ve Türkiye için çok daha elverişli koşullar yaratan bu karar, hem hukuki hem de politik bir başarıdır.

Bu satırların yazıldığı sırada Türkiye’nin, Kıbrıs konusunda dönem başkanı Finlandiya’ya sunduğu önerilerin gerçek mahiyeti henüz tam manasıyla aydınlanmış değildi. Fakat maksat belli. Limanlar sorununun müzakerelerde neden olduğu tıkanmayı kısmen tek taraflı, kısmen de karşılıklı önlemlerle aşmak, aynı zamanda da kapsamlı bir çözüm için BM Genel Sekreteri’nin yeni bir inisiyatif almasını AB’nin desteklemesini sağlamak.

* * *

Türkiye’nin iyi niyeti, AB ülkelerinin bir kısmı tarafından takdir edilmekle beraber bu atılımın beklenen ölçüde başarılı olabileceğini gösteren emareler şimdiye kadar pek yok. Girişim, komisyon tavsiyelerinden sonra yapıldığından biraz geç kalındığı da düşünülebilir. Türk diplomasisi her nedense son yıllarda zamanlamayı ayarlamakta sürekli sıkıntı çekiyor. Tabii asıl değerlendirmeyi AB üyelerinin genel eğilimi iyice belirli hale gelince yapmak daha doğru olacak.

Başbakan’ın Tahran ve Şam ziyaretleri, İran ile Irak ve Suriye ile Irak arasındaki temasların arttığı ve Irak’taki açmazın ancak İran ve Suriye’yi devreye sokarak aşılabileceği kanaatinin ABD’de yerleşmeye başladığı bir devreye rastgeliyor. Lübnan’a da gidecek olan Başbakan, muhtemelen Türkiye’nin bölgede by-pass edilebilecek bir güç olmadığını vurgulamayı da amaçlıyor. İyi de Suriye ziyaretini sorgulamak mümkün.

Şam’ın, eski Başbakan Hariri’nin katlinden kimin sorumlu olduğunu tespit edecek davanın başlamasını önlemek maksadıyla Lübnan’da patlak veren hükümet krizini tahrik etmekle suçlandığı göz ardı edilemez. Sanayi Bakanı Pierre Amin Gemayel’in katledilmesinde hiç rol oynamadığını iddia etmek de o kadar kolay değil. Ziyaretin zamanlanmasında yine bir yanılgıdan söz edilebilir.

ABD’de eşit sayıda Cumhuriyetçi ve Demokratlardan oluşan "Irak Çalışma Grubu"nun Başkan Bush’a sunduğu raporda da Irak kapsamında İran ve Suriye ön plana çıktı. Bunda şaşılacak bir şey yok; çünkü bu iki devletin Irak’taki terör ve istikrasızlıktaki rolleri inkár edilemez. Rapor İran’ın Irak’taki Şii milislere silah, para ve eğitim yardımı yaptığını, Şii partilere siyasi destek sağladığını, Sünni isyancılara bile patlayıcı maddeler ulaştırdığını vurguluyor.

* * *

Suriye’ye gelince, Şam’ın da Irak hükümetini baltalamaya çalıştığı, sınırdan Irak’a silah ve yabancı savaşçılar sızmasına göz yumduğu belirtiliyor. Rapor Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin olumsuz yaklaşımlarına da değinmekten geri kalmamış. Bu ülkelerin Sünnilere siyasi destek vermediklerini, buna karşılık bazı vatandaşlarının Sünni isyancılara yardımda bulunduklarını ileri sürüyor.

Türkiye ise Irak’taki kaosun sorumluları arasında değil, aksine bu kaostan büyük zarar gören bir devlet. Buna rağmen oynayabileceği role somut bir atıf yok. Raporun hazırlanmasında Türkiye’de hiç kimseye danışılmamış olmasını yadırgamamak mümkün değil. Irak konusunda ABD ile Türkiye arasındaki kopukluk anlaşılan bir ölçüde devam ediyor.
Yazının Devamını Oku

Yeni Ortadoğu

5 Aralık 2006
"ULUSLARARASI İlişkiler Konseyi" Başkanı Richard Haas’ın "Foreign Affairs" Dergisi’nin son sayısında yer alan "Yeni Ortadoğu" başlıklı makalesi çok düşündürücü irdelemeler ve teşhisler içeriyor. Hareket noktası, fiyaskoyla sonuçlanan Irak savaşı. Haas’ın bu konudaki saptaması şöyle:

"Şii İran’ı dengeleyecek kadar güçlü olan Irak’ın çöküşü, savaşın en belirli neticelerinden biridir. Sünni-Şii gerginliği sadece Irak’ta değil, bütün bölgede artmıştır. Teröristler Irak’ta yeni bir üs kazanmışlardır. Bölgede demokrasi fikri, anarşi ve Sünni üstünlüğünün sona ermesiyle özdeşleşmektedir.

Askeri gücünün büyük bir kısmının Irak bataklığına saplanması, ABD’nin dünyadaki gelişmeler karşısındaki etkinliğini azaltmıştır. Haklı nedenlere dayanan Birinci Irak Savaşı ile Ortadoğu’da ABD devri başlamıştı. Bir politik tercihin tetiklediği ikinci savaş ile bu devrin şimdi kapanmakta olması, tarihin bir cilvesidir."

* * *

Haas
küreselleşmenin Ortadoğu’yu değiştirdiğini de vurguluyor. El-Cezire gibi televizyon kanallarından yansıyan söylemler ve imajlar bölgenin politizasyonunu süratlendirmekte ve hükümetlerin ABD ile açıkça işbirliği yapmasını engellemektedir.

Haas’ın kanaatine göre Ortadoğu’daki oluşumların en belirgin sonuçlarından biri, İran’ın artık İsrail ile aynı düzeyde bölgenin en güçlü iki devletinden biri haline gelmesidir. "İran bölgeyi kendi imajına göre şekillendirmek isteyen ve bu ihtirasını gerçekleştirecek imkánlara sahip klasik bir emperyal güçtür." İsrail ise tartışılmaz askeri üstünlüğüne ve bölgede tek nükleer devlet olmasına rağmen politik bakımdan kuvvet kaybetmektedir.

İsrail-Filistin ihtilafının çözümüne elverişli koşulların görünebilir bir istikbalde gerçekleşmesi olasılığı yok gibidir. Irak daha yıllarca zayıf bir merkezi hükümetin yönetiminde bölünmüş bir toplum olarak kalacak ve mezhep çatışmaları devam edecektir. Belki komşularının da müdahalesine neden olabilecek tam bir iç savaşa sürüklenecektir.

Terörizm bölgede hükmünü sürdürecektir. Devlet otoritesinin çöktüğü ülkelerde milisler ve özel ordular çoğalacaktır. Arap milliyetçiliği ve Arap sosyalizmi artık geride kalmıştır. Arap dünyasındaki entelektüel boşluğu bundan böyle din dolduracaktır.

Haas çizdiği dramatik tabloda Türkiye’den fazla bahsetmiyor. Yalnızca bir yerde ABD’nin desteğiyle Türkiye ile Suudi Arabistan’ın İran ve Suriye ile beraber bir "Irak’ın komşuları forumu" kurmaları fikrine yer vermiş. Tabii önemli olan, Türkiye’nin kendisinin ufukta çok açık şekilde görünen tehlikelere karşı bir politika geliştirmesidir.

* * *

Türkiye bugün Ortadoğu’da diplomatik açıdan çok faal. Bütün bölge ülkeleriyle eskisine oranla çok daha yoğun ilişkileri ve her düzeyde temasları var. Arap dünyasındaki imajının da olumlu yönde çok değiştiği kabul edilmelidir. Yine de siyasetinin şimdiki halde çok gerçekçi ve tutarlı olduğu söylenemez.

Özellikle Irak konusunda davranışlarımızın ve sürekli tekrar ettiğimiz söylemlerin bugünkü duruma ne kadar uygun düştüğü sorgulanabilir. Irak şeklen değilse bile fiilen parçalanacaksa İran’ın Şiiler üzerindeki nüfuzuyla yetinmeyerek Kürt kartını da oynamaya kalkışmayacağından emin olabilir miyiz? Biz Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’yi Kürt olduğu için bir türlü davet edemezken İran ona kollarını açtı.

Devamlı uyarı ve bazen de sopa gösterme politikasıyla ne oranda başarı sağlarız? Bir açılım politikası daha etkili olmaz mı? Hiç değilse bu soruları kendimize soralım, cevap bulmaya çalışalım. Yakın tarihimizde, zamanında gereken adımları atmakta tereddüt ettiğimiz için uğradığımız büyük kayıpları unutmayalım.
Yazının Devamını Oku

Askıya alma ile yavaşlama arasında fark var mı?

2 Aralık 2006
SÖZCÜKLERLE oynamasını çok seviyoruz ve bu merakımız bizi bazen olmadık yerde problem keşfetmeye, bazen de gerçekten problem olduğu zaman onu küçümsemeye sevk ediyor. Birincisine örnek çok, fakat bugün Papa’nın ziyareti vesilesiyle tartışılan Fener Patriği’nin "ekümenik" unvanı üzerinde durmakta yarar var. Eskiden beri ve Cumhuriyet kurulduktan sonra da sürekli kullanılan bu unvan her nedense son zamanlarda meşum bir anlam kazandı. Patriğe bu unvanla hitap edilmesinin sonunda İstanbul’da Vatikan gibi bir devlet kurulmasına yol açacağı iddiasını yine ısrarla ileri sürenler çıktı. Hayal gücüne diyecek yok, fakat Vatikan’ın bambaşka tarihi koşullar altında ve İtalyan devleti ile akdettiği bir antlaşma sonunda bir devlet olarak tanındığını da unutmamak gerek. Türk devletinin rızası olmadan Türkiye’ye hiçbir şey dayatılamayacağı fikrine nedense bir türlü alışamıyoruz.

***

Kelimelerle oynayarak bir meselenin kapsamını küçültmeye en güzel örnek de, AB Komisyonu’nun, sekiz başlığın, Gümrük Birliği Protokolü Türkiye tarafından uygulanıncaya kadar müzakereye açılmaması yolunda Konsey’e sunduğu tavsiyeye Başbakan Tayyip Erdoğan’ın getirdiği yorumdur. Komisyon’un tavsiyesi çok net. Türkiye limanlarını Güney Kıbrıs’a açmadıkça sekiz başlık üzerinde müzakere yok. Bu askıya alma veya dondurma değil de, nedir? Başbakan ise iyimserliğin zedelenmemesi için "yavaşlama" demeyi tercih ediyor. Politik amacı övgüye değer, ancak gerçeklerden kaçmak aldatıcı olur. Kaldı ki, diğer 26 başlık üzerinde müzakereler başlayabilecek, fakat limanlar açılmadıkça bunlar kapatılmayacaktır. Komisyon tavsiyelerinden önce de müzakereler bazı üyelerin girişimi ile zaten dondurulmuştu. Bireysel engellemeler bundan sonra da 26 başlığın açılmasını önleyemez mi?

***

Asıl sorun başka yerde. 2007 yılında cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimlerinden sonra Türkiye’nin politikasında müzakereler üzerindeki blokajların kaldırılmasını sağlayabilecek bir değişiklik olması ihtimali var mı? AB bu arada, hele bizim eylem planında istediğimiz ölçüde KKTC üzerindeki izolasyonlara son verebilir mi? Bu iki soruya da çok yanılmıyorsam menfi cevap vermek lazım. O zaman tek ümit, bir an önce BM şemsiyesi altında Kıbrıs’ta kapsamlı bir çözüme varılmasıdır. Bu konuda da birtakım yanılgılardan sıyrılmalıyız. Bunlardan bir tanesi AB’nin kapsamlı çözüm arayışında BM’nin yerine geçmek istediği inancıdır. Böyle bir şey yok ve hiçbir zaman olmadı. Nitekim AB Komiseri Ollie Rehn müzakere süreci ile ilgili Komisyon tavsiyelerini açıklarken 2007 yılında BM güdümünde Kıbrıs’taki iki taraf arasında kapsamlı çözüm müzakerelerine başlanmasının önemini vurguladı. Ne var ki, Türkiye’nin AB ile imzalamış olduğu Gümrük Birliği Protokolü’nün uygulanması elbette AB’nin işidir. İki konu çok farklı.

***

Aslında Kıbrıs sorunu ile AB üyeliği arasındaki etkileşimi anlamakta sıkıntı çektik ve çok geciktik. Yunanistan’ın AB’ye girdikten sonra Güney Kıbrıs’ı üye yapmak için ustalıkla yürüttüğü politikayı uzun süre fark edemedik. 1999’dan sonra Kıbrıs sorunu Kopenhag kriterlerine dahil değildir söylemini, sorun ile Türkiye’nin üyeliği arasında hiç bağlantı yoktur şeklinde anladık. Güney Kıbrıs 2003 Nisan’ında AB ile katılım antlaşmasını imzaladıktan sonra Annan Planı hakkındaki referandumda olumsuz oy kullansa bile üyeliğine artık engel olunamayacağını göremedik. Ve bugüne kadar geldik. Bundan sonra kapsamlı çözüm de kolay değil, çünkü Kuzey Kıbrıs halkının kabul ettiği planda bizim kabul edemeyeceğimiz Rumlar lehine özlü değişiklikler mutlaka gündeme gelecektir.
Yazının Devamını Oku

NATO zirvesi

28 Kasım 2006
"NATO’nun mitolojik tarihine göre, Kuzey Atlantik İttifakı, tek bir kurşun bile sıkmadan Soğuk Savaşı kazanarak büyük bir başarıya imza atmıştı. Şimdi ise NATO, kaderinin garip bir cilvesiyle, Sovyet ordusunun daha önce makûs talihine yenildiği Afganistan’da tarihinin ilk kara operasyonuna girişmiş bulunuyor." NATO’nun 28-29 Kasım tarihlerinde Riga’da yapılacak zirve toplantısından önce Economist Dergisi’nin yorumu böyle. Tabii NATO ilk defa kuvvet kullanmıyor. Sırp kuvvetlerini Kosova’dan çekilmeye zorlamak için 1998’de Yugoslavya’ya karşı Türk savaş uçaklarının da başarıyla katıldığı hava operasyonları yürütmüştü.

Ancak ittifakın daha önceki misyonlarının hiçbirinde can kaybı kaydedilmemişti. Afganistan’ın Güney bölgesinde Taliban karşısında ise şimdiden 49 asker öldü. Afganistan’da güvenlik sorumluluğunun tümünü artık yüklenmiş bulunan ittifak, Güney bölgesindeki harekát için takviye ihtiyacını karşılamıyor.

Oysa Afganistan’da bir başarısızlık, hem terörizme yeniden ivme verir, hem de NATO’nun inandırıcılığına ağır bir darbe vurur. NATO geleceği bakımından en büyük sınavını Afganistan’da vermektedir.

* * *

Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra Atlantik İttifakı yeni koşullara kendini adapte etmek için büyük çaba harcadı. AB gibi o da genişleme politikası uyguladı. Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerini, hatta doğrudan Sovyetler Birliği bünyesinden kopan Baltık ülkelerini üye kabul etmesi hiç şüphesiz Avrupa’nın güvenlik ve istikrarını tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar perçinlemiştir.

Genişleme süreci bitmiş de değil. İlk sırada Arnavutluk, Hırvatistan ve Makedonya var. Ukrayna’nın adaylığı da bir ara gündemdeydi, fakat Rusya’nın buna şiddetle muhalefeti, ülke içindeki gelişmeler ve AB’nin tereddütleri bu aşamada engel oluşturuyor.

11 Eylül 2001’den sonra NATO, stratejisinde büyük bir değişiklik yaptı. Artık görevi yalnızca ittifak alanını korumakla sınırlı sayılmıyor. Terörizm ile ona destek ve melce verenlere karşı kendi coğrafyası dışına çıkabiliyor. Barış operasyonlarının da kapsamını genişletti. Ayrıca Irak ordusunun eğitimine katkıda bulunduğu gibi Sudan’ın Darfur bölgesinde Afrika Birliği’ne de lojistik destek sağlıyor.

NATO, Avrupa’da eskisi gibi tek güvenlik aktörü değil. AB de bir güvenlik ve savunma politikası geliştirdi. O da hem Balkanlar’da hem bir ölçüde başka bölgelerde misyonlar üstleniyor. İki kuruluş aralarında işbirliği yapıyorlar. AB kendi operasyonları için NATO olanaklarından istifade edebiliyor. Fakat bu işbirliğinin aksayan tarafları az değil.

* * *

Riga zirvesinde ele alınacak veya temas edilecek konulardan bazıları Türkiye’yi özellikle ilgilendiriyor. Bunlardan bir tanesi füze savunması. Özellikle İran’ın sadece kısa değil, orta ve uzun menzilli füzeler geliştirmesi ve nükleer silah üretme projesinden vazgeçme niyetinde gözükmemesi, Türkiye için ciddi bir potansiyel tehdittir.

NATO’nun beşinci maddesi de tek başına teminat sayılamaz. Dolayısıyla NATO’nun ortak bir füze savunma sistemi geliştirmesi fikrini Ankara herhalde kuvvetle destekleyecektir. Bizi yakından ilgilendiren ikinci konu, enerji güvenliğidir. Enerji akımını sağlayan altyapıların savunulması üzerinde de durulacağı anlaşılıyor.

NATO birçok açıdan Türkiye için çok önemli. NATO’nun işlevlerinde ve misyonlarında başarısızlığa uğramasından, AB üyesi de olmaması nedeniyle, en fazla zararı Türkiye görür. NATO’nun zayıflamaması için, örneğin Afganistan’da, bazı zor kararlardan kaçınılmamalıdır.
Yazının Devamını Oku