İlter Türkmen

Irak’a müdahale mi?

20 Ocak 2007
1962’de Nasır’ın desteklediği bir isyan hareketi Yemen’de, ülkeyi geleneklere uygun olarak yöneten "İmam"ı devirmiş ve yerine bir cumhuriyet rejimi tesis etmişti. Uzun yıllar bir yandan Mısır’ın, diğer yandan Suudi Arabistan’ın desteklediği iki rakip grup çarpıştı. Mısır ordusu bataklığa saplandı ve ağır zayiat verdi.

O tarihlerde İsmet İnönü, bir resepsiyonda karşılaştığı Mısır Büyükelçisi’ne şu tarizde bulunur: "Neden bize danışmadınız? Size tecrübemize dayanarak ’Yemen’e girmek kolaydır, çıkmak zordur’ der, sizi uyarırdık." Koskoca ABD de aynı hatayı yapmadı mı?

Siyasi hedefini doğru dürüst belirlemeden, bir çıkış stratejisi saptamadan paldır küldür Irak’a saldırdı. Neredeyse dört yıl sonra bilanço olabileceği kadar trajik. Üç bin Amerikalı asker öldü, yaralı sayısı 20 binden fazla, sadece geçen yıl 34 bin Iraklı katledildi, ülke neredeyse tam bir sivil savaş içinde.

* * *

Bu tabloya rağmen Türkiye’de hamasi nutuklar verenlere ve hele askeri müdahale çağrısı yapanlara şaşırmamak mümkün değil. Amerikalıların akıbetine, hatta mutlaka çok daha kötüsüne uğramayacağımıza gerçekten inanıyorlar mı?

Özellikle muhalefet büyük bir çelişki içinde. 2003’te 1 Mart Tezkeresi’ne cansiperane karşı gelen, Irak’ta bataklığa saplanırız diyen sanki başkasıydı. O tarihte Amerikalılarla yapılan anlaşma ideal sayılamazdı; fakat ne de olsa Kuzey Irak’taki gelişmeleri bir derecede etkilemek imkánı verdiğini hem askerler, hem de diplomatlar kabul ediyorlardı.

Bizden beklenen, Amerikan askerleriyle birlikte savaşmak değildi, operasyonun lojistik desteği Türkiye’den sağlanacaktı ve bazı Türk birlikleri sınırın Irak tarafında konuşlandırılacaktı. Kuzeyde mukavemet görmeyeceğinden Amerikan ordusu da zaten ancak Kürt bölgesinin güneyine vardığı zaman sıcak çatışmalara girecekti.

* * *

Irak’a müdahale çağrıları somut hangi amaca yönelik? PKK’yı temizlemeye mi, yoksa Kerkük’ün Kürt bölgesine bağlanmasını önlemeye mi? PKK’ya karşı 1990’lı yıllarda, üstelik Barzani kuvvetleriyle işbirliği halinde operasyonlar yapıldı, teröristlerin kökü kazınamadı.

O devirde sorumlu mevkilerde bulunan tecrübeli komutanlar bugün de Kuzey Irak’a bir operasyonun olumlu sonuç vereceği konusunda çok umutlu değiller. Kerkük’e yürümek ise tabii çok daha büyük riskleri beraberinde getirir. Kaldı ki, Amerikalılar Irak’ta iken bir müdahalenin, en basit mantıkla, sağduyuyla bağdaşması imkánsız.

Amerikalıların Irak’tan çıkmasını beklemek gerek. Kılıç şakırdatmalarımız ise olsa olsa, ABD’nin, kuvvetlerini Irak’tan çekmeye karar verdikten sonra da Kuzey Irak’ta bir askeri mevcudiyet devam ettirmesine yol açar. Bu sonucu sağlamak için sanki elimizden geleni yapıyoruz!

* * *

Amerikan askerleri Irak’ı terk ettikten sonra dahi bir müdahalenin siyasi, askeri ve ekonomik bedeli çok ağır olur.

Çok zayiat veririz, çok ağır siyasi baskılara uğrarız, AB süreci sona erer, büyük olasılıkla BM Güvenlik Konseyi’nden bizi kınayan ve kuvvetlerimizi derhal çekmemizi isteyen bir karar çıkar, Ortadoğu ülkelerinden de tepkiler gelir, kendimizi bir anda yalnızlık içinde buluruz.

Direkt sermaye akımı durur, sıcak para kaçar, borçlarımızı ödeyemez, ödemeler dengesindeki açıkları kapatamaz duruma düşeriz. Irak’taki sorunlarımız için alternatif politikalar üretilmelidir. Kuzey Irak’a açılım politikası daha akılcı olur. Bunu denemeliyiz. Biz yapmazsak İran yapacak. Başladı bile.

Umarım Meclis’in gizli celsesinde hükümete müdahale yetkisi veren bir karar alınmaz. Böyle bir kararın yaratacağı politik ivmeye çok kolay kapılırız. Politik esneklik imkánını kaybederiz.
Yazının Devamını Oku

Tablo iç açıcı değil

16 Ocak 2007
GEÇEN hafta sonunda, Londra’da, AB Komisyonu temsilcilerini, AB ülkelerinden bazılarının önemli merkezlerdeki büyükelçilerini, politikacıları ve çeşitli sivil toplum temsilcilerini bir arayan getiren bir konferansa katıldım. Konu esasında Türkiye’nin AB süreci olmakla beraber, ABD’den de Türkiye’yle ilişkilerde önemli rol oynayan diplomatlar ve uzmanlar davet edilmişlerdi. Gerek AB, gerek ABD ile ilişkiler üzerindeki tartışmaların ortaya çıkardığı tablodan kısaca söz etmek istiyorum.

* * *

Aralık 2006’da AB Konseyi, müzakere sürecini tamamen durdurmayan, fakat çok yavaşlatan bir karar almış ve askıya alınanların dışında kalan müzakere başlıklarından yalnız bir tanesinin açılması için komisyonca gerekli işlem başlatılmıştı. Komisyon şimdi Almanya’nın dönem başkanlığı sırasında 2-3 başlığın daha açılmasını öngörüyor.

Bu suretle 2007 yılında az dahi olsa bir ilerleme kaydedilmesine çalışılacak. Müzakerelerin kısmen blokajına neden olan, Rum gemi ve uçaklarına limanlarımızın açılması sorununu aşmak maksadıyla geçen dönem başkanı Finlandiya, KKTC’ye uygulanan izolasyon tedbirlerinin kaldırılmasını yeniden gündeme getirmişti.

Ne var ki düşünülen yalnızca AB ile direkt ticaretin başlatılmasını sağlayacak bir düzenlemeden ibaret. Ercan Havalimanı ve diğer konular kapsam dışında. Oysa direkt ticaret alanında bile bir mutabakata varılabilmesi pek muhtemel gözükmüyor. Demek oluyor ki kilitlenme devam edecek ve 2007’den sonra da gümrük protokolünün uygulanmasıyla irtibatlı limanlar sorunu üyelik sürecini gittikçe daha fazla zorlayacak.

Kıbrıs meselesinin BM şemsiyesi altında çözülmesi olasılığı da, Papadopulos’un uzlaşmazlığı yüzünden hemen hemen yok gibi. Uzun sürede ise Kıbrıs meselesi çözümlenmeden Türkiye’nin üyeliğinin gerçekleşmesi imkánsız görülüyor.

* * *

Londra toplantısında Türkiye’yi destekleyen ülkelerin temsilcileri, bu durumda, Türkiye ile AB arasındaki bağları hiç değilse bir ölçüde kuvvetlendirmek amacıyla dış politika alanında daha geniş bir işbirliği yoluna gidilmesi fikrini ortaya attılar.

Anlaşılan şu anda Ortadoğu, Balkanlar ve enerji güvenliği gibi konularda AB ile aramızda görüş alışverişi ve işbirliği hemen hemen hiç mevcut değil. Özellikle bu konulardaki girişim ve diplomatik temaslara Türkiye’nin de ortak edilmesinin faydasına inanılıyor.

Konferansta, AB sürecinde Kıbrıs meselesi dışında yol kazaları olasılıklarına da temas edildi. Türkiye’nin Kuzey Irak’a bir askeri müdahalesinin üyelik sürecini tamamen raydan çıkartacağından kimse şüphe etmiyor. Kuşkusuz böyle bir müdahalenin ABD’nin de tepkisini çekeceği aşikár.

ABD’nin Irak’tan kuvvetlerini çekerken bazı birliklerini sırf Türkiye’yi engellemek için Kuzey Irak’ta konuşlandırmasını bekleyenler var. Türk-Amerikan ilişkileri hakkındaki tartışmalara zaten beklenmedik ölçüde bir karamsarlık hákim oldu.

* * *

1 Mart 2003’te ABD kuvvetlerinin Türkiye’den Irak’a intikaline izin veren tezkerenin TBMM’de reddedilmesini ABD’nin komutan ve subaylarının bir türlü unutamadıkları, HAMAS ile temaslar ve İsrail karşıtı bazı beyanların Yahudi lobisini ve onlara çok yakın yeni muhafazakárları çok sinirlendirdiği vurgulandı.

ABD’nin PKK’ya karşı Irak Kürtlerini rencide edecek bir operasyona girişmesi kesinlikle beklenmiyor. Temsilciler Meclisi’nde Ermeni tasarısının geçmesi ihtimali oldukça yüksek görülüyor.

Tablo parlak değil. 2007’de dikkatli, temkinli ve sabırlı bir politika izlememiz, seçimlere rağmen popülist tepkilere ve dürtülere kendimizi kaptırmamamız gerekecek. Mümkün mü?
Yazının Devamını Oku

MİT’in 80. yıldönümü

13 Ocak 2007
CUMHURİYET’in kuruluş yıllarında MİT mütevazı bir teşkilattı. Bugün ise özellikle elektronik istihbarat alanında çok ileri bir düzeye varmış ve çok sayıda profesyonel elemana sahip olmuştur. Yıllık bütçesi 425 milyon YTL’dir, neredeyse Dışişleri Bakanlığı bütçesinin üçte ikisi. Operasyonel bazı işlevlerinin finansmanı için başka bazı fonlarla takviye edildiğini varsaymak çok yanlış olmaz. MİT’in başlıca görevi, dış ve iç istihbarat ve gerekiyorsa hükümet politikası çerçevesinde ve onun talimatıyla gizli bazı faaliyetler yürütmektir.

Görevlerinin yerine getirilmesinde İçişleri ve Dışişleri bakanlıkları, Jandarma Genel Komutanlığı ve Genelkurmay ile çok yakın bir eşgüdüm içinde bulunması gerekir. Geçmiş yıllarda bu koordinasyonun çok başarılı olduğu söylenemez.

***

Bütün ülkelerde istihbarat servisleri, esrarengiz kuruluşlar gibi algılanırlar ve onlara gerçeğin ötesinde çok büyük kudret atfedilir. Zaman zaman da şiddetle eleştirilirler. MİT için de böyle olması tabii karşılanmalıdır. Gerek Birinci Körfez Savaşı’ndan, gerek 2003’te ABD müdahalesinden sonra MİT’in Irak’taki performansı konusunda bu aşamada sağlıklı bir değerlendirme yapmak güçtür.

Yine de başlıca rolü o oynamışsa, özellikle Türkmenlere yönelik politikanın Kürtler ile Türkmenler arasındaki kutuplaşmayı artırarak ve Türkmenleri bölerek faydadan çok zarar getirdiği yolunda gittikçe yoğunlaşan eleştiriler duyulduğu göz önünde tutulmalıdır.

Gelelim 80. yıl açıklamasına... Bu açıklamayı okuduğum zaman biraz şaşırdığımı itiraf edeyim. Somut öneriler yoksa da devletin genel politikası için yön gösteriliyor. "Türkiye ’bekle gör’ gibi bir politika izleyemez Kartlarımızı iyi kullanalım" deniyor. Başka bir deyimle, Türkiye şimdiye kadarki temkinli politikasından vazgeçsin, pro-aktif bir politika izlesin, hatta askeri müdahalelerden kaçınmasın iması açık.

MİT’in görevi galiba bu değil. Diğer taraftan bugün için bütün istihbarat örgütlerinin başlıca odak noktası olan global terörizmden pek söz edilmemiş. 11 Eylül 2001’den sonra terör eylemlerini önceden haber almak ve onları engellemek, bütün dünyada istihbarat kuruluşlarının en öncelikli sorunu değil mi?

***

Açıklama her nedense Sovyetler Birliği’nin çöküşünün istihbarat kuruluşları tarafından öngörülmemiş olması üzerinde çok duruyor. Öngörülmesine imkán var mıydı? Öngörülse ne olacaktı? Tarihin hızını yavaşlatmak olası mıydı? Kaldı ki, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden MİT bildirisinin üzerinde çok durduğu ulus devletler zarar görmedi, aksine Avrupa’daki ulus devletler kuvvetlendi.

Küreselleşme ise zaten Soğuk Savaş devrinde ivme kazanmıştı ve komünizmin çöküşünü hızlandırdı. Küreselleşmenin iyi tarafları da var, kötü tarafları da. Örneğin, Türkiye bu süreçten nispeten iyi yararlanan ülkelerden biri. Ortadoğu’da yaşanan sorunları Soğuk Savaş sonrası denge değişikliğiyle izah etmek de mümkün değildir.

Tabii önemli bir noktanın altını çizmek lazım. Nüfusu homojen olmayan ülkeler politik, ekonomik ve toplumsal boyuttan yoksun güvenlik politikalarına bel bağlarlarsa, kültürel farklılıkları toplumsal dayanışma içinde bağdaştıramazlarsa çok büyük tehlikelere maruz kalırlar.

MİT Başkanı, açıklamasıyla teşkilatını büyütmek ve daha güçlü hale getirmek amacını güttüyse, kuşkusuz bu meşru bir amaçtır. Fakat tartışmalara yol açan bir girişimde bulunması, zannedersem doğru olmadı. Ketumiyetin değerini bütün kurumların artık daha iyi idrak etmesinde sayılamayacak kadar fayda vardır. Teşkilatın 80. yılı kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku

Öykü ve gerçek

9 Ocak 2007
GEÇEN cumartesi Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanan "Bu da asker sözü..." başlıklı yazısında Oktay Ekşi, 1980 yılında, NATO Avrupa Kuvvetleri Başkomutanı Orgeneral Rogers ile Devlet Başkanı Kenan Evren arasında, Yunanistan’ın NATO askeri kanadına geri dönmesine yol açan anlaşmanın müzakeresi sırasında Rogers tarafından verilen sözün tutulmadığını ifade ediyor: "Sonradan anlaşıldı ki Rogers, Evren’e ’Yunanistan’ın, -Türkiye’nin Kıbrıs harekátına kızıp 1974’te ayrıldığı- NATO’ya tekrar dönmesine hayır demezseniz size asker sözü veriyorum. Yunanistan da sizin Avrupa Topluluğu’na (Avrupa Birliği’ne) girmenize karşı çıkmayacak’ demiş. Oysa o yıllarda Yunanistan’ın, Türkiye’ye engel olmak için yapmadığı kötülük kalmadı. Rogers de verdiği sözü bir daha hatırlamadı."

* * *

Oktay Ekşi’
nin hangi kaynağa dayandığını belirtmediği bu ifadeler beni çok şaşırttı. O tarihte Dışişleri Bakanı’ydım. Rogers ile görüşmelerde AB konusunun ele alınmadığını biliyordum. Alınmasına zaten imkán yoktu; çünkü o günkü koşullar altında AB gündemimizde mevcut değildi. Bütün çabamız, Avrupa Konseyi’ndeki üyeliğimizi muhafazaya yönelmişti.

Cunta yönetimi altında Yunanistan, konsey üyeliğinden ayrılmaya mecbur bırakılmıştı, aynı akıbete uğramak istemiyorduk. AB, 12 Eylül devrinden sonra seçimlerle işbaşına gelecek yönetimin işi olacaktı. Yazıyı okuduktan sonra 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile de görüştüm. Rogers ile görüşmelerinde AB konusuna hiç temas edilmediğini teyit etti.

Evren-Rogers anlaşması hakkındaki tartışmalar bir türlü bitmek bilmiyor. Bu anlaşma ile Türkiye’nin büyük bir kozunu elden kaçırdığı efsanesi herhalde çok cazip. Ama gerçek öyle değil. Evren’in "Unutulan Gerçekler" başlıklı kitabında konu hakkında dokümanlara dayanan geniş bir bilgi var. Olayları kısaca hatırlayalım:

1974’te Yunanistan, NATO’nun Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesini önleyemediğini ileri sürerek ittifakın askeri kanadından çekilmişti. Fakat Atina, daha önce askeri kanattan çekilen Fransa’nın aksine NATO karargáhlarındaki askeri personel ve temsilcilerini yerlerinde bırakmış, yalnızca İzmir karargáhındaki personelini geri çekmişti.

Genelkurmay başkanları toplantılarına katılmaya da devam ediyordu. Sadece ABD değil, bütün NATO ülkeleri Yunanistan’ın askeri kanada yeniden entegre edilmesinde ısrarlıydılar. Türk hükümetleri de buna karşı gelmiyordu. Daha Mart 1979’da Başbakan Bülent Ecevit şöyle diyordu: "Yunanistan’ın NATO’ya dönmesine kesinlikle karşı çıkmadığımızı tekrarlamak isterim. Yunanistan askeri kanat içinde olmadıkça NATO’nun Güneydoğu kanadından söz etmenin anlamsız olduğunu biliyoruz. Davranışımız yöntem konusuna ilişkindir."

* * *

Merhum Ecevit’in değindiği yöntem konusu, 1974’ten önce Ege’deki deniz ve havaalanlarındaki sorumluluk paylaşımına ilişkindi. Savaş halinde Türkiye’ye gelecek müttefik yardım konvoylarının güvenliğini koruma sorumluluğu Türk karasularına kadar Yunanistan’a tevdi edilmişti. Hava kontrolü de Yunanistan’daydı.

İstediğimiz, Ege Denizi’nde ve hava sahasında aleyhimize olan bu durumu düzeltmekti. Evren-Rogers anlaşması ile 1974 Kıbrıs müdahalesinden önceki dönemde Yunanistan’ın elinde olan emir ve komuta yetkisine son verilmiş, bu yetki İtalya’da bulunan NATO komutanlıklarına devredilmiştir.

Büyütülen mesele bundan ibarettir. Türkiye hiçbir şey kaybetmemiş, bir ölçüde Ege’deki sorumluluk paylaşımı dengelenmiştir. Geçmişle dövünmek istiyorsak, çok daha geçerli nedenler var.
Yazının Devamını Oku

Gıpta duygusu

6 Ocak 2007
BULGARİSTAN ve Romanya’nın 1 Ocak 2007’de Avrupa Birliği’ne üye olmaları Türkiye’de önceki katılımlara oranla daha fazla etki yaptı. O gün Viyana’daki ünlü Musikverein Salonu’nda geleneksel yılbaşı konserini televizyonda izlerken orkestrayı yöneten Zubin Mehta Almanca, Bulgarca ve Rumence her iki ülkeye "Avrupa’ya hoş geldiniz" deyince benim de içim burkulmadı değil.

Fakat tepkim "Bir gün bizi de böyle kutlasalar ne güzel olur" şeklindeydi. Yoksa biz her ikisinden politik ve ekonomik kıstaslara daha fazla uyum sağlamış durumdayız, bize haksızlık ediliyor gibi bir hisse o anda kapılmadım. Gerçekleri görmek lazım. AB’nin Soğuk Savaş sonrasında başlıca politik amacı, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini entegre etmekti.

* * *

Bunların içinde kıstaslara uymakta en geri kalan Bulgaristan ve Romanya idi. Ekonomik açıdan birçok alanda Türkiye’den bir hayli geride oldukları da muhakkak. Ancak değerlendirmelerimizde biraz da öznel davranıyoruz. Bu ülkelerin şehirlerinde İstanbul’un ihtişamını, zenginliğini, alışveriş merkezlerinin göz kamaştırıcı görkemini bulamayınca bizden daha geride olduklarına hükmediyoruz.

Ne var ki, görünüşteki nisbi fakirliklerine rağmen fert başına GSMH düzeyi, satın alma standardına göre 9 bin dolar civarında. Bizden çok faklı değil, galiba biraz daha yüksek. BM Kalkınma Programı’nın 2005 yılı "İnsani Gelişme" raporunda ise bizden daha öndeler. Bulgaristan 54., Romanya 60. sırada. Türkiye 92. sırada. Özellikle eğitim endeksinde daha ileriler.

Diğer taraftan unutmamak gerekir ki, AB’ye katılım sürecinde arkanızda büyük bir sponsor olması çok faydalı. Yunanistan, AB Komisyonu’nun menfi raporuna rağmen o zamanki Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’in diretmesi sayesinde üye olmuştu. Bir Latin ülkesi olarak gördüğü Romanya’yı yine Fransa kuvvetle destekledi. Bulgaristan’a farklı muamele yapılamazdı.

Romanya ve Bulgaristan’ın katılımıyla Varşova Paktı ve COMECON’un bütün üyeleri artık NATO ve AB içinde yer alıyorlar. Bundan birkaç yıl önce Portekiz’deki bir konferansta latife şeklinde "Türkiye, NATO yerine Varşova Paktı üyesi olsaydı herhalde AB’ye daha kolay girerdi" demiştim. Sonra düşündüm. İsmet İnönü’nün basireti olmasaydı, Türkiye, Almanya ile savaşa girseydi, Alman orduları tarafından işgal edilseydi ve arkasından Sovyet orduları tarafından "kurtarılsaydı", devletin bütün kurumları yerli komünistlerin yönetimine geçseydi, biz Soğuk Savaş’ın sonunda demokrasiye geçişi başarır mıydık, yoksa komünistler şapka değiştirerek otoriter yönetimi devam mı ettirirlerdi?

Cevap o kadar kolay değil. Bir Yugoslav komünistin bana, "Sizin komünistler kadar fanatiğine hiç rastlamadım" dediğini hatırlarım. Neyse, biz İsmet Paşa’ya şükran borcumuzu hiç unutmayalım.

* * *

Evet, AB bize çifte standart uyguluyor demekte geniş ölçüde haklıyız. Fakat acaba bizim de tutarlı ve kararlı bir AB politikamız var mı? Bu konuda gittikçe şüphe duymamak mümkün değil. Başbakan daha birkaç gün önce "Türkiye için Irak, şu anda AB sürecinden daha önemli hale geldi" demedi mi?

İki konu nasıl kıyaslanır, anlamak çok güç. AB bir vizyon, bir politik ve stratejik amaç. Irak ise çok çetin ve çetrefil bir sorun. AB süreci için kendi yapabileceğimiz çok şey var. Irak’ın toprak bütünlüğünü ve istikrarını sağlamak ise bizi çok aşıyor.

Tek başımıza hareket ederek ABD gibi bataklığa saplanmak niyetimiz herhalde yok. Irak’taki gelişmelerin Türkiye’ye yansımalarını uzun vadede önlemenin en iyi yolu da AB sürecini devam ettirmek değil mi?
Yazının Devamını Oku

Zalim bir diktatörün sonu

2 Ocak 2007
30 Aralık sabahı idam edilen Saddam Hüseyin, 20. asrın en zalim liderleri arasında yer alır. Hukuk diplomasını bile belinde tabancası ve silahlı dört muhafızın eşliğinde fakülteden koparmış bir insan olarak hukuka çok riayetkár olması beklenemezdi. Evet Stalin ve Mao gibi on milyonlarca insanın ölümünden sorumlu değildi. Irak’ın nüfusu çok daha az olduğundan kurbanlarının sayısı yüz binlerde kaldı. Ancak denebilir ki Stalin hiç değilse İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri arasına girerek Rusya’yı bir süper güç haline getirmeyi başarmıştı. Saddam ise 1979’da mutlak iktidarı ele geçirmesinden hemen bir yıl sonra İran’a saldırmak gibi bir çılgınlığa kendini kaptırdı.

* * *

Saddam’a zaafı olanlar, ABD’nin savaşı durdurmaya çalışacağına teşvik etmekle ve desteklemekle suçluyorlar. ABD’nin İran’ı kurtarmak gibi bir kaygı duymamasından daha tabii ne olabilirdi? Her ne ise, Saddam’ın 1990’da Kuveyt’e saldırarak Ortadoğu petrol kaynaklarının kontrolünü ele geçirmeye teşebbüs etmesi, daha da büyük bir çılgınlıktı.

Irak’a karşı açılan savaşa bütün Arap ülkeleri, Suriye dahil şu veya bu şekilde katılmışlardı. Saddam’ı bir tek Arafat desteklemek gafletinde bulunmuş ve bu yüzden uzun yıllar Arap ülkeleri tarafından aşağılanmıştı.

Kuşkusuz hiçbir şey ABD’nin 2003 yılında Irak’a müdahalesini haklı gösteremez. Saddam’ın ABD işgali altında idam edildiğini ve dolayısıyla sorumluluğun ona atfedilmesi gerektiğini düşünenleri yadırgamamak gerekir. Ne var ki, Amerikalılar işin içinde olsun veya olmasın, Irak’taki dengeleri tersine çeviren bir iktidar değişikliğinde Şiilerin ve Kürtlerin, Saddam’ın peşini bırakmaları beklenemezdi.

Saddam’ı yargılayan mahkemenin meşruiyeti de şüphesiz sorgulanabilir. Duruşmaların zaman zaman ciddiyetten uzak olduğu doğrudur. İhtilal mahkemelerinin nasıl intikamcı bir ortamda cereyan ettiğini ve hatta masum insanları sehpaya gönderebildiğini daha yakın sayılabilecek tarihimizden biz de gayet iyi biliyoruz.

Saddam’ın masum olduğunu ise kimse herhalde iddia edemez. Nitekim tartışma, cezanın niteliği üzerinde odaklandı. Bugün artık idam cezası, gelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğunda yasadışıdır. Avrupa Konseyi üyeleri arasında sadece Rusya’da hálá kanunlarda yürürlükte ise de bir moratoryumla uygulanmamaktadır. AB Komisyonu, idamı kınamakta gecikmedi.

Türkiye’ye gelince, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü’nün, idamın Irak’ın iç meselesi olduğunu söylemekle yetinmesi sert eleştirilere yol açtı. Oysa AB ülkeleri de benzer tepkiler gösterdiler. Saddam’ın suçlarının hesabını vermesi gerektiğini, Irak’ın egemenliğine saygı gösterdiklerini vurguladılar. Aradaki fark, prensip açısından idam cezasına karşı olduklarına işaret etmelerinden ibaretti.

* * *

Biraz platonik bir jest değil mi? Yapılsa da olurdu, yapılmasa da. Bizde her nedense Saddam’a karşı bazı kişilerde yarı açık yarı gizli bir sempati de vardı. Onu ziyaret edenler, genellikle etkisi altında kalmışlardır. Ben de birkaç kere beraberinde oldum. Her diktatör gibi gerektiğinde gönül almasını bilirdi. Fakat gaddar bir müstebit olduğunu gizlemesi mümkün değildi. Ona karşı duyulan sempatide, ABD’ye karşı husumet galiba rol oynuyor.

Saddam’ın idamının Irak’taki durumda bir değişiklik yapıp yapmayacağı konusunda değişik fikirler ileriye sürülüyor. 2003’te yakalandıktan hemen sonra idam edilseydi, belki şiddetin azalmasında bunun tesiri olurdu. Bugün ise Irak’ta zaten oluk oluk kan akıyor, Sünniler ve Şiiler birbirlerini katlediyorlar. Sünnilerin sinmesi pek beklenemez. Şiddet bir ölçüde artabilir. Irak’ın kaderinde daha uzun müddet şiddet hükmünü sürdürecektir.
Yazının Devamını Oku

2007’den korkmalı mı?

30 Aralık 2006
2007 yılı için senaryolar genellikle karamsar. Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerin yaratması çok muhtemel politik, kurumsal, belki de toplumsal gerginliklerin ve AB sürecindeki tıkanıklıkların ekonomiyi de olumsuz yönde etkileyeceği endişesi var. Bütün bu kaygıların geniş ölçüde yerinde olduğu kuşkusuzdur. Ancak unutmamak gerekir ki bugünkü koşullar ve son dört yıldaki gelişmeler hiç değilse bazı alanlarda karamsarlığı doğrulamaz. Bugün Türkiye son zamanlarda siyasi ve toplumsal destek kaybeden ve eski yıllara oranla eylemlerini azaltmak mecburiyetinde kalan PKK terörü dışında ciddi bir güvenlik sorunu karşısında değil. Etrafımızda bir hayli istikrarsızlık odağı varsa da Türkiye doğrudan tehdit altında sayılmaz. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin büyük caydırıcı gücünün çok sağlam bir güvenlik kalkanı oluşturduğundan herhalde kimsenin şüphesi yok.

***

Bir ülke ve özellikle Türkiye gibi gelişme yolunda ve nüfusu hálá küçümsenemeyecak oranda artmakta olan bir ülke için güvenlikten sonra en önemli iki unsur siyasi istikrar ve dengeli ekonomik büyümedir. Hollanda gibi bir ülkede aylarca süren bir siyasi kriz veya bir iki yıl ekonominin hiç büyümemesi çok vahim sonuçlar doğurmaz. Yakın tarihin gösterdiği gibi Türkiye’nin böyle bir lükse tahammülü yoktur. Siyasi istikrarsızlık ve kötü yönetişim Türkiye’ye yıllar kaybettirdi. Son dört yılda TBMM’de büyük çoğunluğa sahip bir partinin iktidarda olmasının siyasi istikrarın korunması ve ekonomik ve sosyal gelişme açısından ne kadar yararlı olduğunu gördük. Kim ne derse desin, kırılganlık noktaları devam etmekle beraber, ekonominin dört yılda %34 oranında büyümesi, enflasyonun %9-10 civarına inmesi, bu dönemde 36.4 milyar dolarlık bir sermaye girişi olması büyük bir başarıdır. Bütçede eğitime tahsis edilen ödeneğin artık Milli Savunma Bütçesi’nden 8,5 milyar daha fazla olması da ülkenin istikbalinin eğitim seviyesinin artmasına bağlı olduğu bilincine varıldığını gösterir. Bu kazanımlara imkán veren siyasi istikrarın devam etmesini istemek bütün vatandaşların hakkıdır.

***

Peki, 2007 yılı için siyasi istikrarsızlık tehlikesi ne kadar varit? Son zamanlarda yoğunlaşan siyasi polemikler tehlike habercisi mi? Bu konuda bir öngörüde bulunmak kolay değil. Seçimler yaklaştıkça polemiklerin tonunun yükseleceğinin işaretini Muhalefet Lideri ve Başbakan TBMM’de bütçe tartışmalarında verdiler. Muhalefet Lideri’nin talihsiz sözleri ve tartışmalardaki hırçın uslubu hüzün vericiydi. Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça bu seçimin istikrarı sarsmasını önlemek gerek iktidarın ve gerek muhalefetin görevidir. Türkiye’de halkın nasıl bir cumhurbaşkanı özlemi içinde bulunduğunu politikacılar biliyorlar. Partiler üstü bir tutum alabilen, ülkeyi iyi temsil edebilen, uzlaşıcı, kritik anlarda deneyimi ve siyasi basireti ile hükümete yol gösterebilen, dış politikada kendi duygusal tercihlerine göre hareket etmeyen, Çankaya’ya kapanmayan, dünyaya açık bir cumhurbaşkanına ihtiyacımız çok büyük.

***

İsim vermek istemiyorum ama örneğin uluslararası yüksek bir görevden yeni dönen eski bir politikacı ile halen ulusararası bir yargı görevinde bulunan bir diplomat bu kıstaslara çok uygun. Ne var ki AKP’nin kendi partisi içinden birini seçmek tamamen meşru hakkıdır. Eski Yargıtay Başsavcısı’nın abes ve zorlama hukuki yorumları ile bu hak önlenemez. Bütün mesele seçimin bir simge kavgasına ve kurumlar ile cumhurbaşkanı arasında bir kopukluğa ve husumete yol açmamasıdır. Türkiye’de en tehlikeli ve beklenmedik anlarda sağduyu galebe çalabiliyor. Umarız bu sefer de tarih tekerrür eder.
Yazının Devamını Oku

T.E. Lawrence bile inanmamıştı

26 Aralık 2006
HAYATINI Türkiye’nin tarihini aydınlatarak onun hakkındaki gerçeklere aykırı iddiaları çürütmeye vakfeden Stanford Shaw’u geçen hafta kaybettik. Shaw’un kitapları arasında özellikle "Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye’nin Tarihi", "Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin Yahudileri", "Türkiye ve Holokost" zikredilmelidir.

Son eseri ise 6 ciltlik "İmparatorluktan Cumhuriyete" başlıklı kitabıdır. 40 yıl süren bir araştırma ve çalışmanın ürünü olan bu muhteşem eser, Türk Tarih Kurumu’nca 2000’de basılmış, fakat ne yazık ki hálá Türkçe’ye çevrilmemiştir.

Yanında doktorasını yapan genç bir araştırmacıya bu çeviriyi yapmasını vasiyet ettiğini, kendisi gibi tarihçi ve kitaplarından bazılarının ortak yazarı olan eşi Ezel Kural Shaw’dan öğrendim. Umarım Bilkent Üniversitesi gereken desteği sağlar.

* * *

2400’den fazla sayfayı kaplayan "İmparatorluktan Cumhuriyete", bir doküman hazinesidir. Eserin tamamını daha okuyamadım, fakat 1918-1923 devresine ait hangi konuyu merak etseniz, belgelenmiş ayrıntılı bilgileri orada bulabilirsiniz. Son defa biraz Sevr Antlaşması bölümüne göz attım; çünkü Sevr vaveylası gündemimizden her nedense hiç eksik olmuyor.

Geçenlerde bir parti başkanı, yine Sevr korkuluğunu öne çıkardı. Meclis’te de aynı konuda iktidar ve muhalefet milletvekilleri birbirlerine girdiler. Bu vehim anlaşılan müthiş bir politik silah! Bakalım Shaw’un belgelerinde Sevr hakkında neler var? Shaw, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Arapları kışkırtan T.E. Lawrence’ın bile Sevr Antlaşması’nın uygulanmasına katiyen ihtimal vermediğini belirtiyor.

30 Mayıs 1920’de "Sunday Times"a gönderdiği mektupta şunu yazmış: "Antlaşmanın tek bir hükmü bile üç yıldan fazla geçerli olamaz. Bu antlaşmayı unutun. Türkiye’de tek müttefikimizin Sultan olması bir trajedidir. Antlaşma baştan aşağı değiştirilmelidir."

İstanbul’da o yıllardaki ABD Yüksek Komiseri Mark Bristol da Ermeni taleplerine karşı Birinci Dünya Savaşı’ndan önce bile Anadolu’da ve Kafkasya’da nüfusun çok büyük çoğunluğunun Türk ve Müslüman olduğunu vurgulamış.

* * *

O devirde özellikle askerlerin gerçekleri gördüğü anlaşılıyor. İngiliz Genelkurmay Başkanı Henry Wilson’un fikrine göz atalım: "İstanbul yönetiminin antlaşmayı imzalayıp imzalamamasının hiç önemi yoktur. Bütün güç artık Anadolu’ya geçmiştir. Biz Genelkurmay olarak bu gerçeği tekrar tekrar hükümete ifade ettik, fakat sonuç alamadık; çünkü Dışişleri Bakanlığı askeri kudret olmadan gerçekleştirilemeyecek projeler peşindedir."

Harbiye Bakanı Winston Churchill de Bakanlar Kurulu üyelerine gönderdiği bir uyarı mektubunda, General Wilson’un ve Birinci Dünya Savaşı’nda Müttefik Kuvvetler Başkomutanlığı’nı yapan Fransız Mareşali Foch’un görüşlerine dikkat çekiyor.

Foch da antlaşmanın barış için bir tehdit olduğunu, uygulanması için 300 bin kişilik bir orduya ihtiyaç bulunduğunu, oysa o sırada Türkiye’deki işgal kuvvetlerinin 8 bini geçmediğini söylemişti. O tarihte Anadolu’daki Yunan kuvvetleri ise ne İngiliz, ne de Fransız komutanlar tarafından ciddiye alınıyorlardı.

* * *

Evet, yıl 1920, Sevr’in uygulanabileceğine kimse inanmıyor. Yıl 2006. Biz Sevr paranoyasından kurtulamıyoruz. Ben 40 yıldan fazla Dışişleri’nde çalıştım. Bir gün bakanlıkta Sevr’den bahsedildiğini duymadım.

Türk diplomasisi için milat Lozan’da başlar. Lozan’ın ardından Montreux’de Boğazlar üzerindeki egemenliğimizi pekiştirdik. Daha sonra Hatay’ı anavatana kattık.

1974’te Kıbrıs’a müdahale ettik. Neden korkuyoruz? Aslında kimsenin korktuğu yok, korkutmayı seviyorlar. Korku aşılayarak politik destek peşindeler.
Yazının Devamını Oku