17 Şubat 2007
FRANSIZ "Le Monde" Gazetesi’nin geçen kasım ayındaki bir sayısında, Soğuk Savaş sonrasında dünyada küresel kaosun hüküm sürdüğünü belirten bir makale okumuştum. Rusya Devlet Başkanı Putin’in 9 Şubat’ta Münih’teki Uluslararası Güvenlik Konferansı’nda yaptığı ve çok yankı uyandıran konuşması ışığında bu makaleye tekrar bir göz attım.
Bunda Soğuk Savaş kurallarının kendine özgü bir mantığa dayandığı, Soğuk Savaş sona erince geliştirilen "müdahale hakkı" kavramıyla uluslararası hukukun hákimiyeti temelinde bir dünya düzeni kurulması amacının güdüldüğü, fakat Irak savaşından beş yıl sonra yeni bir düzenden değil, aksine ancak bir global kaostan söz edilebileceği vurgulanıyordu.
Putin de Münih’teki konuşmasında dünyanın tek kutuplu hale geldiği tezini dile getiriyor: "Bir tek güç merkezi... Bir tek karar merkezi... Tek bir egemenin dünyası... Tek taraflı ve gayri meşru eylemler... Uluslararası ilişkilerde kontrolsüz kuvvet kullanımı... Dünyada yalnızca daha fazla istikrarsızlık ve tehlike yaratan bir politika."
Putin ayrıca, bu kadar global bir rol üstlenen bir ülkenin içinden çökeceği uyarısını da yapıyor.
* * *
Putin’in bu değerlendirmesine bir ölçüde katılmamak zor. Ne var ki, ABD politikalarını kınarken Rusya’nın emperyal nostaljisini gizlemiyor. Örneğin, NATO’nun genişlemesinden ve özellikle Baltık ülkelerini kapsamına almasından sızlanıyor. Tabii bir de Baltık ülkelerine, Polonya’ya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerine sormak gerek!
Onlar için NATO üyeliği, Rusya’nın kucağına tekrar düşmek kábusundan kurtuluş anlamına gelmiyor mu? Putin ABD’yi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nı (AGİT), tek bir ülkenin menfaatlerine hizmet eden bir örgüte dönüştürmekle itham ediyor.
Anlaşılan AGİT’in, Ukrayna ve Gürcistan gibi Sovyetler Birliği’nden kopan ülkelerde seçimlerin serbestçe yapılıp yapılmadığını kontrol etmesine tahammülü yok. Kendisinin Ukrayna ve Gürcistan üzerindeki baskılarına da göz yumulmasını istiyor. Putin’in nükleer alanda da ABD’den direkt bir şikáyeti var.
ABD’nin kendi topraklarında bir anti füze kalkanı kurmak teşebbüsünün nükleer kuvvet dengesine son vereceği endişesini taşıyor. Çünkü böyle bir kalkan gerçekleşirse Rus füzeleri hedeflerine varamayacak ve dolayısıyla nükleer kuvvet dengesi kalmayacak.
* * *
Putin kendisine çok güvenen bir lider. Başkanlığa seçilmesinden beri başarılarını inkár etmek mümkün değil. Yeltsin devrindeki yozlaşmaya son verildi. Irak savaşının sebep olduğu petrol fiyatlarındaki artış sayesinde ekonomi çok güçlendi.
Fakat Rusya, aynı zamanda daha korkutucu bir politika izlemekten de geri kalmadı. Avrupa’nın Rus petrol ve gazına geniş ölçüde bağımlı hale gelmesini bir koz olarak kullanmakta tereddüt etmiyor. İran’da nükleer santral inşa ettiği gibi ona bol bol silah da satıyor.
Kafkasya’nın ve Orta Asya ülkelerinin kendisine enerji ihracı için bağımlı kalmasını istiyor. AB’nin desteklediği Kosova’nın bağımsızlığa yakın bir statüye gelmesine karşı çıkıyor. Şimdi de Ortadoğu’da daha aktif bir politikaya soyundu.
Peki, bütün bu yeni hamleler Rusya ile ABD, Rusya ile AB arasında iplerin kopması tehlikesini beraberinde getiriyor mu? Zannetmiyorum. Putin’in siyasetinde esneklik marjı bir hayli geniş. Münih’teki sert konuşmasının akabindeki basın konferansında birdenbire yumuşak bir ton kullandı.
"Bush dürüst bir adamdır ve onunla iş yapılabilir" dedi. Bush’un, "Rusya ile ABD’nin hiçbir zaman düşman olmayacaklarını varsayıyorum" dediğini hatırlatarak onunla mutabık olduğunu ifade etti.
Esneklik her lider için başarının başlıca koşulu değil mi?
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2007
ARAP Ligi Genel Sekreteri Amr Musa, geçenlerde "Irak savaşı cehennemin kapılarını açtı" demiş. Bu kanaat artık yaygın. Amerikan kuvvetleri çekilsin veya bir süre daha Irak bataklığında tutunmaya çabalasın, sonunda bir nevi "tsunami" beklentisi var.
Bir askeri tarih ve strateji uzmanı olan Kudüs İbrani Üniversitesi profesörlerinden Martin Van Creveld’e göre, "Irak’ın istilası, Milattan 9 yıl sonra Roma İmparatoru Augustus’un Almanya’ya gönderdiği lejyonları kaybetmesinden beri girişilen en çılgınca savaştır".
Ancak, o devrin süper gücü Roma, Alman kavimlerine yenildikten ve 15-20 bin askeri öldükten sonra hiç değilse uzun süre Ren Nehri’nin ötesine sarkmamak basiretini göstermişti. ABD’nin ise ne yapacağı belli değil. İran’a saldırması olasılığını hafife almamak gerektiğini söyleyenler gittikçe artıyor.
* * *
Van Creveld, ABD Irak’ı terk etmeye karar verirse, 140 bin askerin bütün teçhizatıyla çekilmesinin büyük güçlüklere yol açacağını belirtiyor. 1945’te Avrupa’dan, 1973’te de Vietnam’dan çekilirken ABD bütün silahlarını ve teçhizatını arkada bırakmıştı. Oysa modern silahlar ve araçlar o kadar değerli ki bunların terk edilmesi ve üstelik ABD’nin düşmanlarının eline geçmesine izin verilmesi düşünülemez.
ABD ordusu, milyonlarca ton silah ve malzemeyi Kuveyt’e nakletmek zorunda kalacak ve büyük ihtimalle ricat yolunda sürekli saldırılara uğrayacaktır. Geride bırakacağı ise bir harabedir. Altyapısı ve ülke gelirinin yüzde 90’ını sağlayan petrol endüstrisi tahrip olmuştur. Daha da vahimi, duruma hákim olabilecek bir hükümet mevcut değildir.
Şiiler ve Sünniler herhalde daha uzun süre birbirleriyle savaşacaklardır. Şiilerin kendi aralarında çarpışmaları ihtimali de yüksek. Kronik sivil savaşın hüküm sürdüğü bir Irak sadece yerel hedeflere değil, fakat bütün bölgeye yönelik her türlü terörizmin merkezi haline gelir.
Özellikle Ürdün, Kuveyt, Lübnan ve İsrail, teröristlerin hedefi olur. Bütün bu olumsuz gelişmelerden zararsız sıyrılacak, hatta tek istifade edecek olanlar Kürtlerdir.
* * *
Van Creveld bu görüşlerden hareketle, Irak savaşından gücünü ve bölgedeki nüfuzunu artırarak çıkacak olan İran’ın dünyanın petrol ikmali için büyük bir tehdit teşkil edeceğine işaret ediyor.
İran’a karşı caydırıcı bir güç gerektiğinden, ABD’nin bölgede kuvvetlerini süresiz konuşlandırmak zorunda kalacağını öngörüyor. Bu kuvvetlerin büyük kısmı zaten muazzam bir ABD üssü haline gelen Kuveyt’e, bir kısmı da Oman ve diğer Körfez ülkelerine sevk edileceklerdir.
Van Creveld, Amerikan kuvvetlerinin bir kısmının kuzeyde, Kürt bölgesinde konuşlandırılması olasılığına temas etmiyor. Ancak başka gözlemciler buna muhakkak nazarıyla bakıyorlar. Kürtlerin topraklarında ABD kuvvetlerini tutmak istediklerinde de şüphe olamaz. Her neyse, ABD kuvvetlerinin bölgede kalması, yeni kırılganlıklar ve istikrasızlık odakları yaratacaktır.
ABD kuvvetlerinin çekilmesi kadar bölgede kalması da korkulu bir rüya haline gelmiştir. Irak savaşının bedelini daha çok bölge ülkeleri ödemişlerse de ABD’nin manevi olduğu kadar maddi kayıpları da küçümsenecek oranda değildir.
* * *
ABD’nin, hiç değilse bundan sonra, dünyada üstleneceği rolün sınırları bulunduğunu, tek başına hareketin daha büyük felaketlere yol açacağını idrak etmesi beklenebilir mi?
Şimdilik bu konuda iyimserlik zor. Ne var ki, ABD’yi eleştirme ve kınama güdüsü ne kadar dayanılmaz olursa olsun, mevcut açmazın aşılmasına yardım etmek, uluslararası toplumun ve özellikle bölge ülkelerinin yararınadır.
Kamuoylarının aksine hükümetlerin kendilerini duygusallığa kaptırmaları lüksü yoktur.
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2007
DIŞİŞLERİ Bakanı Abdullah Gül’ün son ABD ziyaretinin başlıca amaçlarından biri, Temsilciler Meclisi’ne sunulan "Ermeni soykırımı" tasarısının kabul edilmesini önlemekti. Daha önceki yıllarda gerek Başkan Bush’un, gerek Başkan Clinton’un müdahaleleri sonuç vermiş ve meclis başkanları tasarının komisyondan genel kurula getirilmesini önlemişlerdi.
Bu sefer Meclis’te çoğunluk Demokratlarda olduğundan aynı neticeyi almak bir hayli daha zor. Meclis Başkanı Nancy Pelosi, Dışişleri Bakanımız ile görüşmekten kaçındı. Fakat Gül, meclisin başka bazı nüfuzlu üyeleriyle görüştü. Bunların ne derecede etkili olduğunu zaman gösterecek.
* * *
Zannedersem meseleye geniş açıdan bakmakta yarar var. Şimdiye kadar 20 kadar ülkenin parlamentoları "soykırım kararı"nı kabul ettiler. Bu ülkelerle ilişkilerimiz gerginlik devrelerinden geçti; fakat bir süre sonra normale döndü. Diğer taraftan ABD’de 38 eyalet de aynı nitelikte kararları oyladılar.
Soykırım iddiaları tarihi gerçek midir, değil midir, kimse bunun tartışmasına girmek niyetinde değil. Çok kere olduğu gibi efsane gerçeğe galebe çaldı. Temsilciler Meclisi’ne sunulan tasarı, Ermeni iddialarının hemen hepsini benimsiyor.
Çok uzun olan tasarıda birtakım maddi hatalar da var. Örneğin, BM Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu’nun 1985’te "Ermeni soykırımı"na da yer veren bir raporu kabul ettiği belirtiliyor. Oysa Alt Komisyon, bu raporu sadece not etmekle yetinmişti. İkisi arasında büyük fark var.
* * *
Tasarının bir özelliği, tehcir edilen ve öldürüldüğü öne sürülen Ermenilerin sayısını, şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde şişirmesidir. 2 milyon Ermeni’nin tehcir edildiği, 1.5 milyonunun katledildiği ileri sürülüyor.
Oysa resmi istatistiklere göre 1914’te Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilerin toplam sayısı 1 milyon 300 bindi. Müteveffa Hrant Dink, ölümünden biraz önce Cumhuriyet ilan edildiği zaman hálá Türkiye’de 300 bin Ermeni’nin bulunduğunu yazmıştı.
300-400 bin kadarının Ermenistan’a gittiği biliniyor. Bir kısmı Müslüman olarak Türkiye’de kaldı. Diasporanın büyük kısmı 1915’ten sonra göç edenlerin çocuklarından oluşuyor. Denebilir ki, önemli olan rakamlar değil, olayın kendisidir. Ne var ki rakamlarla bu kadar pervasızca oynama, diğer iddiaların da ne kadar ciddiyetten uzak olduğunu gösterir.
Temsilciler Meclisi tasarıyı kabul ederse bu bir ilk olmayacak. 1975’te kabul ettiği bir kararda, 24 Nisan’ı bütün soykırım kurbanlarını ve özellikle "soykırım"da ölen Ermenileri anma günü olarak ilan etmesini başkandan talep ediyordu.
1981 yılında Başkan Reagan, Kamboçyalıların soykırımını kınarken Yahudi ve "Ermeni" soykırımlarına da atıfta bulunmuştu. 1984’te Meclis, 1975 kararının bir benzerini kabul etmişti. Bunları galiba unuttuk.
Temsilciler Meclisi’nin tasarıyı kabul etmesinin, Türkiye’de, hele mevcut ortamda, diğer ülkelere karşı olandan çok daha büyük bir toplumsal tepki doğurması şaşırtıcı olmaz. Ancak böyle bir tepki bize de zarar verir.
* * *
Değişik ve yaratıcı politikalarla sorunu aşmaya çalışmamız gerektiğini artık idrak etmeliyiz. İşler bugünkü mecraya girmeden Ermenistan ile ilişkilerin bir ölçüde normalleştirilmesi, hiç değilse sınırın açılması belki faydalı olabilirdi.
Bu adımı bugün de vakit geçirmeden atabiliriz. Buna rağmen tasarı Temsilciler Meclisi’nde kabul edilirse, sınırı hemen tekrar kapatırız.
Sınırı açmak, Azerbaycan ile Ermenistan arasında Yukarı Karabağ sorununun çözümü için son zamanlarda olumlu yönde ilerlediği anlaşılan görüşmelere de mutlaka katkıda bulunacaktır.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2007
HRANT Dink’in menfur bir cinayete kurban gitmesinden sonra toplumda ortaya çıkan umut verici dayanışma ve hoşgörü ortamı uzun sürmedi. Irkçı milliyetçilik güdüsü ile nefret kültürü hemen su yüzüne çıktı. Öldürülenle empati duygusu ifade etmekten başka bir anlamı olmayan "Hepimiz Ermeni’yiz" sözüne karşı futbol maçlarında sloganlar atıldı. Jandarmaları ve polisleri, Türk bayrağıyla poz veren katille beraber gösteren video görüntüleri ortalığı karıştırdı.
Bu şekilde fotoğraf çektirmenin geleneklere uygun olduğu iddia edilse de kurumlar sorumluluğu birbirlerinin üstüne attılar. Çok kullandığımız "derin devlet" teriminin "derin zaafları olan devlet" manasına geldiğinin daha çarpıcı bir kanıtı olamazdı.
* * *
İktidar, seçim kaygısıyla karar almakta sürekli ürkeklik gösterirse, muhalefet bütün enerjisini, ülke için ne pahasına olursa olsun, iktidarı hırpalamak ve yıpratmak amacına hasrederse, kurumlar görevlerini yerine getiremezlerse veya kendi politik tercihleri doğrultusunda yetkilerinin sınırlarını zorlarlarsa güçlü devletten bahsedilebilir mi?
Bu karamsar siyasi tabloda ekonominin her şeye rağmen şimdiye kadar istikrar ve ivmesini koruması neredeyse bir mucize!
Şiddeti körükleyen etnik milliyetçiliğin önünü kesmek için galiba bir hayli geç kalındı. Kökleşmiş toplumsal bir psikozun tedavisi çok zor. Bu milliyetçiliği besleyen yayınlara, televizyon dizilerine, filmlere, internet yolu ile kışkırtmalara son vermek çok büyük bir mücadeleyi gerektirir. Oysa, en basit adımlar bile atılamıyor.
Bunun en güzel örneği, Ceza Yasası’nın 301. maddesinin bir türlü değiştirilememesidir. Bu maddeye göre açılan birçok davanın olayların tırmanmasına zemin hazırladığı inkár edilemez.
Her nedense Adalet Bakanı başından beri bu maddeyi savunuyor, maddenin yazılış biçimine AB tarafından itiraz edilmediğini, hatta dava açılması için peşinen Adalet Bakanlığı’nın izninin alınması gerektiği yolunda eskiden mevcut hükmün kaldırılmasını AB’nin istediğini ileri sürüyor.
Doğru değil. Avrupa Konseyi ile AB Komisyonu’nun birlikte hazırladıkları ve Eylül 2004’te Adalet Bakanlığı’na sundukları rapor, tam aksine, dava açılabilmesi için Adalet Bakanlığı’nın peşin izninin gerekli olduğunu vurguluyordu.
* * *
Raporun ilgili kısmını 2004 yılı sonundaki bir makalemde nakletmiştim. Metnine tekrar bakalım:
"Anglosakson hukukunda 302-304 (şimdiki 301) hükümleri mevcut değil. Kıta Avrupası’nda benzer hükümler varsa da modern Avrupa devletlerinde çok nadiren uygulanıyorlar. Türkiye, kıta Avrupası hukukunu benimsediği için 302-304 maddelerinde mevcut hükümlerin tamamen kaldırılması beklenemez.
Ancak bu hükümler çok nadiren ve daima Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi göz önünde bulundurularak uygulanmalıdır. Diğer taraftan mevcut yasanın 160 (2) maddesine göre 304. maddenin kapsamına giren davaların açılması Adalet Bakanlığı’nın iznine tabidir.
Bu hüküm yeni 304. maddede yer almalıdır. Bu suretle hükümet bu maddenin eşit ve çok kısıtlı bir şekilde uygulanmasını sağlamak imkánını elde eder."
Rapor gayet sarih. Anlaşılan Adalet Bakanı, kendi bakanlığının 301 kapsamında açılacak davalarda sorumluluk almasını kesinlikle istemiyor. Sebebini tahmin etmek zor değil.
301 mutlaka değiştirilmelidir. Çeşitli hukuk kurumları gayet makul öneriler ileri sürmüşlerdir: "Türklük" ibaresi yerine "Türk ulusu" demek, cezaları hafifletmek ve davaların açılmasını Adalet Bakanlığı’nın iznine tabi tutmak.
Neden muhalefet karşı çıkıyor ve hükümet ayak sürüyor? Bu sorunun cevabını bildiğimiz için korkuyoruz.
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2007
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye hakkında bugüne kadar çok çeşitli konularda kararlar aldı. Bazıları Loizidu davasında olduğu gibi Kıbrıs meselesi açısından ciddi sorunlar yarattı. Türban davasındaki karar siyasi eğilimlere göre farklı reaksiyonlara yol açtı. Seçim sistemimizdeki yüzde 10 barajı hakkındaki son karar ise bazılarınca biraz da yanlış yorumlanarak bu sistemin geçerli görüldüğü şeklinde değerlendirildi.
* * *
Eski DEHAP’ın iki üyesinin, Şırnak’ta çok yüksek oy almalarına rağmen Türkiye çapında yüzde 10 barajı engeli yüzünden seçilemediklerini ileri sürerek 2003’te yaptıkları başvuru, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 1 numaralı protokolünün "serbest seçimler hakkı"na ilişkin 3. maddesi gereğince kabul edilmişti.
Mahkeme, kararında yüzde 10 barajının, 2002 seçimlerinde, 1946’da çok partili sisteme geçişten beri en az temsili bir parlamentoya yol açtığını vurgulamaktan geri kalmıyor. Yüzde 10 gibi yüksek bir barajın başka Avrupa ülkelerinde mevcut olmadığının altını çiziyor.
Fakat, özellikle 1970’li yıllardaki istikrarsızlık ışığında yüksek barajın yönetim istikrarına katkısını da kabul ediyor. Sonuçta, AİHM, 1 numaralı protokolün 3. maddesindeki takdir hakkının aşılmadığına hükmederek seçim sistemindeki dengesizlikleri düzeltmenin Türk politikacılarının, yasama ve yargı kurumlarının sorumluluğunda olduğu görüşünü benimsiyor.
* * *
AİHM kararının bugünkü sistemin savunulması amacıyla kullanılması hiçbir şekilde mümkün değildir. Seçim sistemi, şimdiye kadarki uygulamasının açıkça ortaya çıkardığı sakıncalar göz önünde tutularak değerlendirilmelidir. Tabii artık önümüzdeki ilk seçimlerden önce sistemi değiştirmek imkánı kalmamıştır.
Ancak, konu siyasi gündemimizde bütün önemini koruyacaktır. Bir süre istikrarın sağlanmasına hizmet eden yüksek barajın bundan sonra bir istikrarsızlık kaynağı teşkil edeceği gerçeği artık görmezlikten gelinemez.
AİHM kararlarının doğru yorumlanması çok önemlidir. Son kararı, Türkiye’yi seçim sistemi tercihlerinde tamamen serbest bırakıyor. Dava konusunun niteliği dolayısıyla başka türlü bir karar zaten söz konusu olamazdı. Türban kararı da kesinlikle üniversitelerde ileride de türban takılamayacağı anlamına gelmiyordu.
AİHM, Türk Anayasa Mahkemesi’nin gerekçelerine katılmıştı. Anayasa değişikliğiyle türban yasağı kaldırılırsa buna AİHM’nin itirazı olamaz. Fakat başka alanlarda, örneğin mülkiyet davalarında kararlar aynen uygulanmalıdır. Uygulamamanın siyasi yaptırımı vardır.
* * *
Bu vesileyle, gerçeklerle bağdaşmayan bazı görüşlere ve vehimlere de değinmek istiyorum. Ermenilerin, "soykırım" iddialarına gittikçe daha fazla destek sağladıktan sonra, Türkiye’deki eski mülkleri üzerinde hak iddia edecekleri ve tazminat isteyebilecekleri sık sık dile getiriliyor.
Hukuk alanında böyle bir olasılık katiyen yok. AİHM, Avrupa Konseyi kurulmadan veya mahkemenin yetkisi taraflarca kabul edilmeden önceki mülkiyet ve kamulaştırma konularına bakmıyor. Dolayısıyla, Ermenilerin olası başvurularını kabul edemez.
Ermenilerin müracaat edebilecekleri başka bir yargı mercii de yok. Son zamanlarda, azınlık vakıfları konusundaki AİHM’nin kararına tepki olarak, Balkanlar’daki Türk vakıflarının taşınmazları konusunun AİHM’ye götürebileceği de ileri sürüldü.
Böyle bir girişim, yine AİHM’nin yetkisindeki sınırlama nedeniyle sonuç veremez. Kuzey Kıbrıs’taki taşınmazları hakkında Rumların yaptığı başvuruları ise AİHM, hem KKTC’yi yasal yönetim olarak görmediği, hem de ihlalin devam ettiği gerekçelerine dayanarak kabul etmiş ve tazminata hükmetmişti.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2007
ZANNEDİYORUM ki bütün siyasi çalkantılara rağmen Türkiye’de hiç değilse bir konuda aşağı yukarı bir oydaşma mevcut: Demokrasiden başka hiçbir rejim düşünülemez, seçimler demokrasi için elzemdir, fakat yeterli değildir. Demokrasinin kurumsallaşması, demokrasinin özünü oluşturan değerlerin bireyler ve kurumlarca benimsemesi şarttır.
Bu açıdan bakılınca, özellikle son acı olaylar ışığında, demokrasi yolunda daha katedecek bir hayli mesafemiz olduğu sonucuna varmak kaçınılmazdır. TÜSİAD’ın son demokrasi raporu, bütün bu konularda geçmişin muhasebesini yapmamıza ve bundan sonra atılması icap eden adımlar üzerinde düşünmemize imkán veriyor.
Ne yazık ki daha rapor çıkar çıkmaz, düşünceye tahammülsüzlük örneklerini gördük. Türkçe dışındaki anadillerin okullarda seçimlik ders olması önerisi, medeni eleştiri kültürünün hálá özümsenmediğini, ilkel itham ve hakaret güdüsünün galebe çaldığını gösteren tepkilere yol açtı.
* * *
Türkiye’nin en değerli bir hukuk profesörü tarafından hazırlanan TÜSİAD raporunun içeriği hakkında kapsamlı yorumda bulunmak zor. Rapor 250 sayfa tutuyor. Ben bu makalenin boyutu içinde sadece birkaç nokta üzerinde duracağım. Seçimler konusunda rapor, özetle seçim ittifakına izin verilmesini ve seçim barajının yüzde 4-5 düzeyine çekilmesini öneriyor.
Son derece yerinde öneriler. Seçim ittifakı gibi barajın indirilmesi de geniş bir seçmen çoğunluğunun parlamentoda temsilini sağlar. Diğer taraftan Türkiye’nin bugün hemen hemen yok olan ortaya daha yakın sağ ve sol partilere büyük ihtiyacı var.
Raporun önerilerinin uygulanması, yeni partilerin kurulmasını kolaylaştırır. Ayrıca, siyasi partilerin, parlamento dışında kaldıkları için daha radikalize olmasının da bir ölçüde önüne geçilir.
Rapor, parlamentonun tek veya çift meclisli olması konusunda bir tercih belirtmiyor. Kanaatimce senatonun 1982 Anayasası’nda öngörülmemiş olması büyük bir eksikliktir. Senatolar, özellikle yasaların daha dikkatli ve itinalı bir şekilde hazırlamasında, aşırı eğilimlerin yumuşatılmasında etkilidirler. Türkiye’nin özellikle bir senatoya ihtiyacı vardır. Eski cumhurbaşkanları da tabii üye olmalıdır. Tecrübeleriyle büyük bir eksikliği kapatırlar.
* * *
Rapor başkanlık rejimi tartışmasına da yer veriyor. Bu rejimin sakıncaları hakkındaki ifadeleri şöyle: "Bunlar; (Başkanlık rejiminin tehlikeleri)başkanla parlamento arasında meşruluk krizleri doğması, seçilen başkanın süresini tamamlayana kadar değiştirilmesinin adeta imkánsız olması, tarafsız bir hakeme duyulabilecek ihtiyacı karşılayamaması ve nihayet kolayca kişisel yönetim heveslerine savrulabilmesi gibi ciddi olasılıklardır.
Özellikle demokratik deneyim birikiminin zayıf olduğu ülkeler için bu tehlikeler fazlası ile geçerlidir. Başkanlık modelini benimsedikten sonra ’başkancı’ sapmalara uğrayan ve oradan da askeri-bürokratik rejimlere yatay geçiş yapan Latin Amerika ülkelerinin serüvenleri bu olasılıkların hiç de yabana atılmaması gerektiğini öğreten derslerle doludur."
Zannediyorum ki bu irdeleme bizdeki başkanlık rejimi heveslerine ve tartışmalarına son noktayı koyacak kadar mantıken sağlam ve ikna edicidir. Aslında yarı başkanlık sisteminin bile başarılı olmadığını Fransa’da gördük.
Hele başkan ve başbakan ayrı partilerden olunca tam bir karmaşa yaşanıyor. Parlamenter sistemimiz iyidir. Onu geliştirmeye, eksikliklerini gidermeye çalışalım. TÜSİAD’ın raporu bu bakımdan çok değerli bir yol göstericidir.
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2007
HRANT Dink’in katli azınlıklara karşı uygulanan ayrımcılığın çeşitli yönlerini bütün çıplaklığı ile milli gündemimize taşımıştır. Ben bugün, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 9 Ocak tarihli kararı ışığında meseleyi vakıflar açısından biraz irdelemek istiyorum. Mahkemenin kararı Rum Erkek Lisesi Vakfı tarafından Kasım 1996’da yapılan başvuruya ilişkindi. Bu vakıf 1952 ve 1958 yıllarında bağış veya satın alma yolu ile taşınmazlar edinmiş ve bunları tapuya kaydettirmişti.
O zaman bir problem olmamıştı. Fakat, 1992 yılında Hazine Beyoğlu 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde Vakıf aleyhine dava açmış, Mahkeme, vakfın 1936 yılında verdiği vakıf beyannamesinde bağışlama ve satın alma yolu ile taşınmaz mal iktisap edileceğinin açıkça belirtilmemiş olduğu gerekçesiyle, taşınmazların, tapu kaydının iptal edilerek eski maliklerine iade edilmesine karar vermişti. Yargıtay da Aralık 1996’da Asliye Mahkemesi’nin kararını onaylamıştı.
* * *
AİHM, kararında, vakfın edindiği taşınmazların aradan 38 ve 44 yıl geçtikten sonra tapu kaydından silinmesini gayrimenkul edinme ve üzerinde tasarrufta bulunma hakkının ihlali olarak değerlendiriyor. Mahkeme, taşınmazların yasal olarak tapuya kaydedilmiş olmasını vakfın gayrimenkul edinme hakkının bir kanıtı olarak yorumluyor. "Türk olmayan vatandaşlar" ifadesi kullanarak açık ayrımcılık yapan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1974 tarihli kararının da hukukun üstünlüğü kuralının ihlali olduğunu saptıyor. Sonuç olarak, AİHM, el konulan malların Rum Lisesi Vakfı’na iadesine veya vakfa 890 bin Euro ödenmesine hükmediyor.
* * *
Bu karar son derece önemlidir. Çünkü benzer başvurular için bir emsal teşkil edecektir. Dikkati çeken bir nokta da AİHM’nin Lozan Antlaşması’na dayanmaya lüzum görmemiş olmasıdır. Lozan olsun veya olmasın mülkiyet hakkının gaspının hukuka aykırılığı konusunda tereddüt duyulamayacağı bu suretle iyice ortaya çıkmaktadır.
* * *
TBMM tarafından kabul edilen, fakat Cumhurbaşkanı tarafından veto edilen Vakıflar Yasası, Hazine’nin açtığı davalarla gayrimenkulleri ellerinden alınan vakıfların vaktiyle vasiyet veya bağış yolu ile elde ettikleri taşınmazların onlara iadesini öngörüyor, ancak satın alma yoluyla elde edilen taşınmazları kapsamına almıyor. Diğer taraftan, yasa, vakıfların elinden alındıktan sonra üçüncü şahıslara satılan gayrimenkuller için tazminat ödenmesini de öngörmüyor. Yasa, bu haliyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM’nin içtihatları ile uyumlu olmaktan çok uzak.
Üstelik bu yetmiyormuş gibi, Cumhurbaşkanı yasayı azınlık mensuplarına çok hak verdiği gerekçesiyle veto etti. Cumhurbaşkanı, Lozan Antlaşması çerçevesinde mütekabiliyet kuralının uygulanmasına taraftar. Fakat, bu yaklaşımın geçerli olması imkansız. Mütekabiliyet ancak Rum azınlığı için uygulanabilir. Ermenistan’da Türk azınlığı olmadığına göre Ermeniler açısından mütekabiliyet sözkonusu olamaz. Rumlar yüzünden Ermenilerin haklarından mahrum bırakılması düşünülebilir mi?
Kaldı ki, AİHM meseleyi tamamen hukuki ve vatandaşların mülkiyet hakları açısından ele almış bulunuyor. Rum, Ermeni, Yahudi kim olursa olsun mülkiyet haklarının ihlal edilemeyeceği görüşünü benimsiyor. Doğrusu da bu değil mi?
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2007
"SONUÇTA bu ülkenin bir yurttaşıyım ve ısrarla herkesle eşit olmak istiyorum." Ölümünden önce Radikal Gazetesi için yazdığı makaledeki bu tümce, geçen cuma günü korkunç ve alçakça bir cinayete kurban giden Hrant Dink’in bütün yaşam dramını özetliyor. Evet hayatında eşitliğe ulaşamadı. Makalesinde, askerlik hizmeti sırasında maruz kaldığı ayrımcılıktan ve mahkemelerde aynı suçtan yargılanan kimseler beraat ederken kendisinin mahkûm edilmesinden acı acı sızlanıyor.
Ölümünde de ayrımcılık peşini bırakmadı. "Öteki" olarak algılandığı için vuruldu.
* * *
Ülkemizde ne yazık ki ayrımcılık dürtüsü ve kültürü çok kuvvetli. Çarpıcı bir örnek, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1974 tarihli bir kararıdır. Kurul, Türk vatandaşı olan azınlık mensuplarının kurdukları vakıflar için, "Görülüyor ki Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişilikler..." diyebilmiştir.
Aynı yaklaşımın daha çok misalleri var. Devlete bu zihniyet hákim ise toplumda milliyetçi demagojinin tahrik ettiği kin ve nefret hislerinin ve şiddet eyleminin artması, şaşırtıcı sayılmamalıdır. Hrant birçok tehdit mektubu ve mesajları alıyordu.
Mahkemede yanına yaklaşan bir kimsenin, ona, "Senin mevcudiyetin beni rahatsız ediyor" uyarısında bulunduğunu hatırlıyoruz. Son konuşmaları ve yazıları meşum kaderinin yaklaştığının farkında olduğunu gösteriyor.
Hrant’ın günahı neydi? Fikirleri. İfade özgürlüğüne engel olan yalnızca kanunlar, yönetim felsefesi, mahkeme içtihatları değildir. Kalıp fikirlere yapışmış olanlar, başkalarının değişik şekilde düşünmesine tahammül edemiyorlar.
Fikrin ifadesi değil, fakat bazen varsayılan fikir bile neredeyse kınanıyor. "Liberal" sözcüğünün eskiden komünistlik damgası kadar, hatta daha çok alerji çektiği bir ülkede yaşıyoruz.
* * *
Hrant’ın öldürülmesine Başbakan, Genelkurmay Başkanı, bazı siyasi parti liderleri gereken olgunlukta tepki göstermekte gecikmediler. Toplumun büyük kesimi de içten gelen bir infialle korkunç cinayeti kınadı. Nefret ve kini teşvik edenlere gelince, onlar krokodil gözyaşları döktüler.
Bu cinayetin toplumda yarattığı şok, bundan sonra daha büyük bir hoşgörü ortamı yaratmaya katkıda bulunursa Hrant’ın ruhu mutlu olacaktır. Katil zanlısının süratle yakalanması da kuşkusuz sevindiricidir.
Soruşturmanın derinlemesine ve çok kapsamlı olması gerekir; ancak cinayetin perde arkası hakkında önyargılarda bulunmak veya çeşit çeşit komplo teorileri üretmek bir işe yaramaz.
Hrant’ın katlinin birçok ülkede "Ermeni soykırımı"nı daha büyük ısrarla yeniden gündeme getirmesi beklenir. Özellikle ABD Temsilciler Meclisi’nde ve Senato’da Demokrat çoğunluğun bu sefer bir soykırım kararı çıkartması olasılığı kuvvetleniyor.
* * *
Diplomatik girişimler artık yetmeyebilecektir. Süratle Avrupa ve ABD’deki eğilimi frenleyecek adımlar atılmalıdır. Bunlardan birincisi, 1921 Kars Antlaşması temelinde Türk-Ermeni sınırının açılmasıdır. Sınır kapısına Hrant Dink adının verilmesi de düşünülebilir.
İkincisi, TCK’nın 301’inci maddesinin derhal değiştirilmesidir. Üçüncüsü, Cumhurbaşkanı’nın veto ettiği, fakat vetodan önceki haliyle bile hakkaniyet açısından yetersiz kalan Vakıflar Yasası’nın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin son kararı ışığında gözden geçirilerek kabul edilmesidir.
Yılan hikáyesine dönen Heybeliada Ruhban Okulu meselesi de çözümlenmeli, okulun açılmasına müsaade edilmelidir. Azınlıklardan artık korkmayalım. Asıl tehlikeli olan, dış himayeye muhtaç bırakılan azınlıklardır.
Hrant Dink’in ailesinin acısını paylaşır, içten taziyelerimi sunarım.
Yazının Devamını Oku