17 Mart 2007
FRANSA’da cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken Jacques Chirac bu seçimlerde aday olmayacağını 11 Mayıs’ta açıkladı. Adaylar hakkındaki görüşlerini daha sonra bildireceğini de söyleyen Chirac’ın konuşmasında önemli gördüğüm bazı noktalara temas etmek istiyorum.
Fransızlara hitaben Chirac, her şeyden önce onları ifrattan, ırkçılıktan, antisemitizmden ve "öteki"ni reddetmekten kaçınmaya davet ediyor ve ekliyor: "Tarihimizde ifrat bizi neredeyse uçuruma sürüklüyordu. Bu bir zehirdir. Böler, ifsat eder, tahrip eder. Fransa’nın gerçek savaşı, birlik ve bütünlüğü sağlamağa yönelik olmalıdır."
* * *
Chirac ikinci mesajında dünyadaki evrimlerden, küreselleşmeden korkmamak gerektiğinin altını çiziyor: "Bu yeni dünyayı kucaklayın" diyor. Üçüncü mesajında ise AB Anayasası’nın referandumla reddine atıf yaparak şöyle diyor:
"Avrupa’nın inşasına devam etmek hayati önemdedir. Kıtamıza felaketler getiren milliyetçilik her an yeniden hortlayabilir. Dünyadaki derin değişikliklerle tek başımıza başa çıkamayız. Fransa güçlü bir Avrupa, siyasi bir Avrupa, sosyal modelimizi garanti eden bir Avrupa için ısrarlı olmalıdır. Söz konusu olan istikbalimizdir."
Chirac’ın sözleri bir çağrışım yapmıyor mu? İşaret ettiği tehlikeler bizim için daha da geçerli değil mi? Politik liderlerimiz demagoji akrobasisinden vakit bularak biraz vatandaşlara yapıcı, uyarıcı ve barışçı mesajlar verseler herhalde çok iyi olur. Umarım, Cumhurbaşkanımız görevinden ayrılırken bunu yapar.
* * *
Zemin kaybetmekle beraber kamuoyu yoklamalarında şimdilik önde giden Nicolas Sarkozy çok tartışmalı bir politikacı. Fransa’nın tanınmış gazetecilerinden Catherine Nay, "Arzunun Gücü" adlı biyografik kitabında Sarkozy’nin politik yaşamını irdeliyor.
Sarkozy’nin annesi Selanikli bir Yahudi göçmeni. Babası maceraperest bir Macar soylusu. Ecdadı 16’ncı asırda Osmanlılara karşı savaşmış, ailesinin bir ferdi idam edilmiş. Nay, Sarkozy’nin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı tutumunda bu olayın da etkisi olduğunu düşünüyor.
Yazara göre Sarkozy, çocukluğunda güç şartlar içinde yaşamış biri olarak hep "sosyal intikam"peşinde koşmuş ve içindeki birikimi politikaya dökmeye yönelmiş. Dinamizmi ve girişkenliği ile dikkati çekiyor.
Siyasi ihtirası, Sarkozy’yi Charles Pasqua, Edouard Balladur ve Jacques Chirac gibi büyüklere bir müddet hizmet ettikten sonra onlara fütursuzca ihanete sürüklemiş. Pasqua onun için "Hep babasını öldürmek ihtiyacında" dermiş.
* * *
Diğer aday sosyalist Segolene Royal hafif sıklet, fakat karizmatik bir aday olarak algılanıyor. Şu sırada desteği Sarkozy’nin arkasında yüzde 25 civarında. Adaylar yelpazesinde François Bayrou’nun yıldızı birdenbire parlamaya başladı. Kamuoyunda desteği yüzde 10-12 iken son haftalarda yüzde 22’nin üstüne çıktı.
Bayrou sakin gücü temsil ediyor, diğer adayların zaaflarından ve karşılaştıkları güçlüklerden istifade etmeye çalışıyor. Pazar ekonomisini savunuyor, fakat aynı zamanda devletin emeği himaye etmesini şart koşuyor. Görüşleri Alman Hıristiyan Demokratlarının öncülüğünü yaptıkları "sosyal pazar ekonomisi" ideolojisine çok yakın.
Chirac’ın adaylar arasında yakında açıklayacağı tercih ve onu bu tercihe sevk eden nedenler kuşkusuz büyük bir ilgiyle bekleniyor. Tercihinin kendi partisi çizgisinde kalması kesin olmaktan uzak. Chirac daha önce de partisi içinde rakip gördüğü kimselere karşı muhalefetin adaylarını desteklemekten geri kalmamıştı. Politikanın kendine göre kuralları var.
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2007
POLİTİKA ile ekonomi arasındaki etkileşim, sadece ülke bazında değil, bölgesel ve hatta küresel boyutta da gittikçe daha belirli hale geliyor. ABD’nin Irak macerası, petrol fiyatlarını tırmandırarak Rusya’nın global aktörlük emeline hizmet etti, Ortadoğu’da da İran’ın nüfuz alanını genişletti.
İç politika açısından demokratik ülkelerde siyasi partilerin seçimlerdeki kaderini geniş ölçüde ekonomi alanındaki başarıları veya başarısızlıkları tayin ediyor. Türkiye’ye gelince, piyasaların politik gelişmelere karşı aşırı derecede hassas olduğu devirler yaşadık. Fakat her nedense son iki üç yıldan beri bu eğilimde ciddi bir azalma gözlemleniyor.
Piyasalar bütün siyasi olumsuzlukları sanki peşinen satın alıyorlar. Bu yıl ilk önce cumhurbaşkanlığı, arkasından da genel seçimlerin olası çalkantılarına karşı ekonomi aynı direnci gösterebilecek mi? Bu soruya cevap vermek o kadar kolay değil. Çünkü yıl içinde politik ve toplumsal gerginliklerle karşılaşmamız olasılığı bir hayli kuvvetli.
* * *
Cumhurbaşkanlığı seçimini, seçim yöntemini tartışmaya açarak rayından çıkarmak girişimleri var. Anayasa’nın öngördüğü üç tur sisteminde adaylardan birinin ilk turda seçilmesi, 3’te 2 çoğunluğun oyunu almasına bağlı. Fakat şimdiye kadar yerleşmiş uygulamanın aksine, oylamanın yapılacağı toplantıda üyelerin 3’te 2’sinin hazır bulunmasının da şart olduğu ileri sürülüyor.
Bu görüş kabul edildiği takdirde muhalefet seçimleri bloke edebilecek, TBMM’nin feshedilerek 3 ay içinde yeni seçimlere gitmesi kaçınılmaz olacak. Yöntem tartışması sona ermezse mesele herhalde Anayasa Mahkemesi’ne intikal eder. Orada ne olacağını öngörmek yine çok zor.
Anayasa Mahkemesi’nin daha önce bazı şaşırtıcı kararlar aldığını biliyoruz. Meclis’teki oylamalarda çekimser oyların olumsuz oylarla eşit tutulması bunlardan biridir. Hiçbir yerde uygulanmayan ve demokratik oylama felsefesine tamamen aykırı bu yöntemin 1 Mart 2003 tezkeresinin reddine sebep olduğunu hatırlayalım.
Tabii yöntem taktiklerinin arkasındaki amaç, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın seçilmesini ne pahasına olursa olsun önlemektir. Oysa, Başbakan hakkındaki değerlendirmeler ne olursa olsun onun adaylığına set çekmek, en basit demokrasi anlayışıyla bağdaşmadığı gibi sonuçları bugünden kestirilemeyecek gelişmelere yol açar.
Türkiye’de bugün mevcut politik kutuplaşmalar, bütün kesimlerin beklentilerine cevap verecek bir cumhurbaşkanının seçimine müsait değildir. Cumhurbaşkanı seçiminde herkes bu gerçeği göz önünde tutmalı ve inatlaşma güdüsünü kontrol etmelidir.
* * *
Cumhurbaşkanı seçimi Anayasa’ya uygun olarak cereyan etse bile, bu defa milletvekili seçiminin sonuçları siyasi istikrarı zedeleyen bir ortam yaratabilir.
2002’den beri, tek parti iktidarının, kendi bünyesindeki zaaflara, Türkiye’nin çok karmaşık siyasi ve kurumsal dengelerine, kamuoyundaki derin bölünmelere, çözüme kavuşturulamayan kronik meselelere rağmen, ülkede istikrarı koruduğu, dış politikada önemli kazanımlar sağladığı, ekonomide mali disiplin içinde büyüme gerçekleştirdiği inkár edilemez.
Seçimlerde hiçbir parti tek başına hükümet kurmaya yetecek kadar milletvekili çıkaramazsa koalisyon hükümetleri devrine geri döneceğiz demektir. Türkiye’nin demokrasi tarihinde koalisyon hükümetlerinin nasıl açmazlara yol açtığını, özellikle 1999 ile 2002 arasındaki koalisyon hükümetinin her bakımdan nasıl bir acz içinde bulunduğunu ve bu yüzden uğradığımız ekonomik kayıpları, dış politikada kaçırdığımız fırsatları unutmak mümkün mü?
Bu yılki seçimlerden ise daha da kötü bir tablo çıkması ihtimali kuvvetlidir. İşte o zaman ekonomi yine bugünkü direncini gösterebilir mi, yoksa hem politik hem de ekonomik bir krize mi sürükleniriz? Tabii muhalefet partileri "bugünkü durumdan daha kötüsü olamaz" diyecekler. Fakat bu iddialarını kanıtlamak o kadar kolay olmayacak.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2007
BOSNA Hersek’in Sırbistan aleyhine açtığı dava sonucunda Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) 26 Şubat’ta aldığı karar yoğun tartışmalara yol açtı. Divan kararı, Türkiye’de, Ermenilerin "soykırım" iddiaları bağlamında da değerlendirildi. Kararın bu iddiaları hukuken geçersiz hale getirebilecek önemli bir emsal yarattığı izlenimi kuvvetli. Özellikle bu açıdan bir irdeleme yapmaya çalışacağım.
* * *
İlkönce şunu belirtmek gerekir, UAD’den önce, BM Güvenlik Konseyi’nin kurduğu bir özel mahkeme, 1995 Temmuz’unda Srebrenica’da yapılan katliamın bir soykırım teşkil ettiğine karar vermiş ve iki Bosnalı Sırp subayı suçlamıştı.
Aynı suçtan yargılanan eski Yugoslavya’nın Başkanı Miloseviç ise yargılanması sona ermek üzere iken, 2006 Mart ayında ölmüştü. 26 Şubat kararı ile sonuçlanan, 1993’te Bosna’nın Sırbistan’a karşı UAD’de açtığı dava, değişik nitelikte. Doğrudan Soykırım Sözleşmesi’nin 9. maddesine dayanıyor ve bu açıdan bir ilk oluşturuyor.
9. madde soykırım suçunda bireylerin yanı sıra devletlerin sorumluluğunu da kapsıyor. Devletler fertler gibi cezalandırılamayacağına göre, onlar ancak tazminat ödemeye mahkûm edilebilirler. UAD, kararında, Srebrenica dışındaki eylemlerin "bir grubu yok etmek" niyetiyle işlendiğini, dolayısıyla soykırım oluşturduğunu kabul etmedi.
Buna karşılık, BM mahkemesi gibi, Srebrenica’da, Bosnalı Sırpların kurduğu "Srpska Cumhuriyeti" ordusunun soykırım suçu işlediğine hükmetti. Bu cumhuriyete destek veren Sırbistan’ın ise soykırımını önlemek için tedbir almadığını, ancak doğrudan soykırıma girişmediğini ve bu yüzden tazminata mahkûm edilemeyeceğini kararlaştırdı. Srpska Cumhuriyeti’nin Sırbistan’ın bir parçası olmadığı savını özellikle kullandı.
* * *
UAD’nin kararı, Ermeni iddialarını bertaraf etmek için hukuk yoluna başvurduğumuz takdirde başarılı olacağımız anlamına gelir mi? Ben, bu kararın bize hukuk alanında mutlak bir avantaj sağladığını düşünenlerden değilim.
Bir kere, hele uluslararası bağlamda, salt hukuk kurallarından pek bahsedilemeyeceği kanaatindeyim. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dahil, bütün uluslararası hukuk mercilerinin kararlarında siyasi unsurların hukukla bağdaştırılması için bir büyük bir çaba sarf edildiğini, hukuk biliminin zengin imkán ve inceliklerinin ustalıkla kullanıldığını görüyoruz. UAD kararı da bunu kanıtlıyor.
Tavsiye edildiği gibi tahkime gittiğimiz takdirde Osmanlı Devleti’nin "soykırım" ile suçlanamayacağına, bu nedenle Türkiye’den tazminat istenemeyeceğine hükmedilse bile, kararda bizi çok rahatsız edecek başka unsurlar bulunmayacağından nasıl emin olabiliriz?
Soykırım Sözleşmesi’nin geriye dönük olmamasının bize sağladığı hukuki zırhtan vazgeçerek, bu sözleşmeyi 1915 olaylarına uygulamayı kabul etmemizin riskleri küçümsenebilir mi? Tahkimi biz ve Ermenistan kabul edersek, sürecin 10-15 yıl kadar uzun olacağını ve bugün karşılaştığımız siyasi baskıların devam edeceğini de hesaba katmak gerekir.
Ermenistan tahkimi reddederse bunun bize bir koz kazandıracağı da kesin sayılamaz. Tarihçilerin bir araya gelmesi önerimizin Ermenistan tarafından reddedilmesinin aleyhimizdeki çabaları engellemediğini hatırlayalım.
* * *
Yanılabilirim, fakat soykırım iddialarına karşı kestirme bir çözüm bulabileceğimize inanmakta güçlük çekiyorum. Bu iddiaların asılsızlığını kanıtlamak amacıyla giriştiğimiz faaliyetleri bir yandan daha etkin bir şekilde devam ettirirken, diğer yandan meseleyi aşmaya elverişli bir ortam yaratacak siyasi inisiyatifler üzerinde durmak galiba daha ihtiyatlı ve basiretli olur.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2007
ÜLKEMİZDE ne yazık ki siyasi linç güdüsü çok kuvvetli. Erdem tekelini ellerinde tuttuklarına inanan dogmatiklerin ezberine uymayan bir düşünceye karşı eleştiri yetmiyor, ille karakter cinayetine kalkışılacak. O düşünceyi ileri süren çok kolaylıkla vatan haini bile ilan edilebilecek. Hedef kişiyi ölüm bile kurtaramıyor. Türkiye’yi her alanda dünyaya açan reformların mimarı Turgut Özal buna en güzel örnek değil mi? Onu hálá muntazam aralıklarla yerin dibine batıranlar yok mu? Buna karşılık Türkiye’yi felakete sürükleyenler makbul.
Takati tükenmiş bir devleti savaşa sokan, silahtan, teçhizattan
ve lojistik destekten mahrum Osmanlı ordusunu cepheden cepheye koşturarak telef eden, Türkiye’yi bugün hálá kıskaç içinde tutan bir jakobenizm mirası bırakan, Atatürk’ün tam antitezi Enver Paşa hálá kahraman!
* * *
Siyasi lincin son kurbanı da 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren oldu. Suçu, Sabah Gazetesi’ne verdiği bir demeçte Türkiye’nin ileride eyalet sistemine geçebileceğini söylemek. Kendisine yöneltilen hakaretlerin haddi hesabı yok. Muğla Savcısı, hakkında inceleme bile başlatıyor.
Evren Paşa’nın ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmasını, isminin her yerden silinmesini isteyenler bile var! Ancak Kenan Evren’in gerçekte ne dediğini kimsenin araştırdığı yok. Almanya’daki eyaletlere atıfta bulunduğu için Alman federal sistemini önerdiği sonucuna varıldı.
Oysa Evren’in ifadeleri, daha çok merkezi yönetimdeki kilitlenmeleri önleyecek idari bir yapılanma üzerinde durduğunu açıkça gösteriyordu. Üniter devlet sistemini değiştirilmesini öngördüğünü kanıtlayacak tek bir söz sarf etmedi.
Kaldı ki demecinin hemen arkasından, yalnızca üniter devlet içinde bazı ayarlamalar kastettiğini açıkça belirtti. Ama cadı kazanı bir kere kaynamaya başladı mı durduramıyorsunuz.
* * *
Üniter devletin gayet açık bir tarifi mevcut: Ülkenin her yerinde aynı yasaların ve aynı yargı sisteminin geçerli olduğu bir devlet. Ancak bu sistem içinde ademi merkeziyete ve bölgelere elbette yer var. En azından bizim kadar üniter devlet prensibine bağlı olan Fransa’da 1982’de 26 bölge ihdas edildi.
Bu bölgeler, Almanya ve ABD’deki eyaletler gibi geniş yetkilerle donatılmış değil. Daha çok ekonomi, eğitim ve sosyal hizmet alanlarında yetkilere sahipler. Eğitim alanında da müfredata karışmıyorlar. Görevleri okul inşası.
Her bölgede ayrıca devleti temsil eden bir bölge valisi bulunuyor. Türkiye olsa olsa böyle bir sisteme ileride geçebilir. Evren Paşa’nın başka türlü düşündüğü tasavvur edilebilir mi?
Kenan Evren ayrıca seçim barajının indirilmesi gerektiğini, Irak’ta bir Kürt federe devletinin artık bir gerçek olduğunu, Kürt liderleriyle görüşmede bir sakınca görmediğini, Türkiye’nin
Kerkük yüzünden Irak’a müdahale etmesinin doğru olmayacağını belirtmiş.
Bunlar Türkiye’de, sorumluluk mevkilerinde olanlar dahil, pek çok kimsenin ileri sürdüğü sağduyulu görüşlerden farklı mı?
* * *
Kenan Evren daha önce de Kıbrıs konusunda iş işten geçmeden bir çözüme varılmasını tavsiye etmiş ve yine saldırılara hedef olmuştu. Ne kadar haklı olduğu her gün daha iyi ortaya çıkmıyor mu?
Bakın şimdi Güney Kıbrıs, AB içinde bize her gün yeni bir tuzak kuruyor, bu yetmiyormuş gibi Fransa ile askeri işbirliğine girişiyor, Türkiye’yi ve KKTC’yi by-pass ederek Akdeniz’de petrol arama anlaşmaları imzalıyor.
Kenan Evren’i dinlemiş olsaydık, Kuzey Kıbrıs 2002’de Annan Planı’nın önerdiği federal çözüm içinde ayrı bölgesi ve kimliği ile AB bünyesinde yerini almış olsaydı, bu olumsuz gelişmelerin hepsi önlenebilecekti.
Tarihten ders çıkarmasını bilenlere hakaret edeceğimize onları dinlemeyi öğrenmeliyiz.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2007
GEÇEN salı günkü yazımda temas ettiğim "Akdeniz Politikaları Enstitüsü"nün Monako toplantısında, İsrail-Filistin ihtilafı ve Lübnan üzerinde de bir hayli duruldu. Toplantıya katılan İspanya Dışişleri Bakanı ve AB Komisyonu’nun dışişlerinden sorumlu üyesi, Ortadoğu sorunlarında AB’nin yeni bir rol oynamak istediğini ifade ettiler.
Fakat, bugünkü koşullarda AB’nin etkili bir rol üstleneceğine ne Filistinliler, ne de İsrailliler inanıyor. Filistinliler, ayrıca AB’nin mali yardımlarından övgüyle bahsederken banka işlemleri üzerindeki kısıtlamaların, yardımların kendilerine ulaşmasını neredeyse imkánsız hale getirdiğinden de yakındılar.
İsrail ile barış sürecinin başladığı 1993’ten beri gittikçe daha kötü duruma düştüklerini, bugün işsizlik oranının yüzde 55’e, fakirlik oranının yüzde 70’e ulaştığını, İsrail cezaevlerinde 11 bin Filistinli tutuklu bulunduğunu hatırlattılar. HAMAS’ın görüşüne yakın olanlar ise İsrail’in mevcudiyetini tanımamalarının anlayışla karşılanmasını istiyorlar. Onlara göre İsrail devletinin kurulması, Filistinlilere karşı tarihi bir haksızlıktır.
* * *
Filistinlilerin bir gün kendilerine ait toprakları kurtarmak hayaline saygı gösterilmelidir. Ancak bu hayalin, bu rüyanın canlı tutulması, İsrail ile Filistinlilerin çatışma içinde olmasını gerektirmez. Kuran’da "hudna", sürekli ateşkes kavramı vardır ve bu kavrama HAMAS uyabilir. HAMAS’ın, bu yaklaşımda direndiği takdirde, İsrail-Filistin ihtilafının çözümlenmesine katkıdabulunması galiba zor olacak!
Monako toplantısında Lübnan üzerinde de çok duruldu. Lübnan’ın bugün içinde bulunduğu açmazın yakın zamanda aşılabileceğini düşünen pek yok. Lübnanlılar ülkelerinin 1970’li yılların başından beri istikrarsızlık içinde bulunduğunu, Ortadoğu’daki çatışmaların ve nüfuz mücadelelerinin sahnesi haline geldiğini belirtiyorlar ve yaşadıkları dramlardan geniş ölçüde Suriye’yi sorumlu tutuyorlar.
Bugün Hizbullah’ın, hükümeti boykot etmesinden kaynaklanan ve Lübnan’ı felç eden krizde Suriye yine ön planda. Hizbullah’a silah göndermeye devam ediyor ve Hariri cinayetinin zanlılarını yargılayacak BM mahkemesinin kurulmasını engelliyor. Mahkemenin kurulması parlamentonun kararına bağlı, dolayısıyla Hizbullah’ın kararı bloke edebilecek gücü var.
Arap Ligi’nin çabalarının yanında İran ve Suudi Arabistan da bir uzlaşma formülü bulmaya çalışıyor. Bu iki ülkenin, Hizbullah’a daha fazla politik güç verilmesi karşılığında, onun parlamentoda mahkemenin kurulmasına muhalefetten vazgeçmesi gibi bir çözümü öngördükleri anlaşılıyor, fakat üzerinde çalıştıkları formülün ayrıntıları pek bilinmiyor.
Kaldı ki Suriye, Hariri cinayetinin faillerini ortaya çıkaracak bir sürece kesinlikle karşı. Bunu önlemek amacıyla Beşar Esad apar topar İranlı liderlerle görüşmek üzere Tahran’a gitti.
* * *
Lübnan için Filistin meselesinin çözümü yaşamsal önemde. Bir çözüm, İsrail ile çatışmaları önleyecek ve aynı zamanda Lübnan’daki politik denklemi etkileyen Filistinli mültecilerin ülkeyi terk etmelerini sağlayabilecek. Şimdiki durumda ise Lübnan her türlü tehlikeye açık. Sayısı 15 bin olan BM Barış Gücü’ne(UNIFIL II) karşı ortalığı karıştırmak için saldırı düzenlenmesi olasılığının mevcut olduğunu düşünenler bile var.
Irak dahil, Ortadoğu’daki karmaşada Suudi Arabistan’ın gittikçe daha ağırlıklı bir rol oynadığı da görülmektedir. HAMAS ile El-Fetih arasındaki Mekke Anlaşması’nda o arabuluculuk yaptı.
Lübnan da çok aktif. Gerek ABD, gerekse AB ile ilişkileri iyi ve yoğun. Akılcı bir politika güdüyor. Fazla konuşmuyor, ketum davranıyor ve sonuç alıyor. Başka türlü sonuç almak zaten mümkün mü? Ne kadar konuşursanız, o kadar etkiniz azalır.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2007
MERKEZİ Paris’te olan "Akdeniz Politikaları Enstitüsü" 6 yıldan beri her yıl şubat ayında Monako’da bir toplantı düzenlemektedir. Bu toplantılara, aktif görevde bulunan bakanlar ve yüksek memurların yanı sıra eski cumhurbaşkanları, eski başbakanlar, eski bakanlar, politikacılar, diplomatlar, Avrupa’nın önde gelen gazetelerinin köşe yazarları ve etkili düşünce merkezlerinin başkanları katılırlar.
Geçen haftanın sonundaki toplantıda tartışılan başlıca konular, İran’ın nükleer programı, Irak’taki durum, İsrail-Filistin ihtilafı ve Lübnan oldu. Bu yazımda İran üzerindeki tartışmaları kısaca ele almak istiyorum.
* * *
İran konusunda başlıca iki görüş, iki senaryo ortaya çıktı. Birincisine göre ABD’nin halen güttüğü politika, kaçınılmaz olarak İran’ın askeri hedeflerine ve nükleer tesislerine bir saldırıyla sonuçlanacaktır.
Bu görüşte olanlar, nükleer silahlara sahip bir İran’ın İsrail için yaşamsal bir tehlike teşkil edeceğini, Ahmedinejad’ın İsrail’in yok olacağını ilan eden ve Yahudi soykırımını inkár eden söylemlerinin hafife alınamayacağını, İran’ın davranışının İsrail’in bekasıyla doğrudan bağlı bulunduğunu ileri sürüyorlar.
Ayrıca, ABD’nin körfeze iki uçak gemisiyle refakat gemileri göndermesinin bir müdahale mantığı yarattığına, Washington’un bir savaş nedeni, bir "casus belli" arayışı içinde olduğuna inanıyorlar. Ancak, olası saldırıların yapacağı tahribat ne olursa olsun, İran’ın nükleer programından vazgeçmesi pek beklenmiyor.
Dolayısıyla havadan müdahaleyi her iki-üç yılda bir tekrarlamak gerekecek. Müdahale senaryosuna ilişkin bir başka yorum ise, ABD’nin İran’ın Irak’taki eylemlerine ve nüfuzuna set çekmek ve bu suretle Irak’taki dengeleri de etkilemek istediğidir.
İkinci görüşe göre, ABD’nin kuvvet gösterisiyle amacı, İran’ı bir kompromiye zorlamaktır. Bu kapsamda BM Güvenlik Konseyi’nden mevcut yaptırımları biraz daha ağırlaştıran bir karar çıkartılması için çaba harcanacaktır. Böyle bir kararın zeminini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) son raporu hazırlamış görünüyor.
Ajansın Başkanı Baradei, Güvenlik Konseyi’nin İran’ın nükleer zenginleştirmeyi durdurması için verdiği 60 günlük sürenin bitiminde, İran’ın, zenginleştirme faaliyetlerine son vermek şöyle dursun, bu faaliyetleri genişlettiğini raporda vurguluyor. Ne var ki Rusya ve Çin’in, bir açılım siyasetiyle desteklenmeden yeni karara yeşil ışık yakması pek beklenemez.
* * *
Gerçekten de, yeni yaptırımlara paralel olarak sadece nükleer zenginleştirmenin askıya alınması meselesini değil, İran ile sürtüşmelere ve gerginliklere sebep olan bütün konuları gözden geçirecek önkoşulsuz bir diyalog başlatmak bugünkü koşullarda en sağduyulu bir yaklaşım olacaktır.
Bush yönetimi, Kuzey Kore ile böyle bir uzlaşmanın ilk adımlarını attı. İran için de benzer politika değişikliğine yatkın olabileceği yönünde daha herhangi bir işaret vermiyor. Bush’un eğilimi hakkında bugünden kesin bir şey söylenemezse de İran ve Suriye ile diyaloğu öneren Baker-Hamilton raporuna olumlu hiçbir tepki göstermediği hatırlanmalıdır.
Bush İran’a saldırarak yeni bir Pandora kutusu açmaktan bu defa vazgeçecek mi? Bu soruya cevap vermek çok zor. Şimdiye kadar aldığı kararların hepsinin yanlış olması, iyimserliğe fazla yer bırakmıyor. Fransızların bir deyimi var: "İleriye doğru kaçış." Anlamı şu: "Bir hata yaptınız mı sonuna kadar gitmek." Bush farkında olarak veya olmayarak bugüne kadar hep böyle hareket etti. Tarih bu mantığın neden olduğu felaketlerin sayısız örnekleriyle dolu.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2007
"MAVİ Yıllar" dostum Aydemir Balkan’ın son kitabının ismi. Eserinde, 25 yıl bünyesinde çalıştığı BM Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı(UNESCO) ve BM sistemi hakkındaki gözlemlerini bizlere sunuyor. UNESCO genellikle eğitim ve kültür alanlardaki faaliyetleri ile tanınır. İTÜ mezunu Yüksek Mimar olan Balkan ise Teşkilatın bilim kısmında çalışıyordu ve görevi gereği Amerika, Afrika ve Asya kıtalarında 20 kadar gelişme yolundaki ülke için proje hazırlanması ve uygulanmasından sorumluydu.
Balkan UNESCO hakkındaki değerlendirmelerinde teşkilat içindeki entrikaları ve klikleşmeleri bazen acımasızca eleştirmekten geri kalmamış. Geniş ölçüde haklı. Birçok ülkeden elemanların bir araya geldiği uluslararası kuruluşlarda nüfuz rekabeti oldukça şiddetlidir ve yüksek mali katkıda bulunan ülkelerden gelenler fiilen imtiyazlara sahiptirler, en yüksek mevkilere, en kritik görevlere genellikle onlar atanır. Başka ülkeler vatandaşlarının terfi şansı bile daha azdır.
* * *
Aslında "Mavi Yıllar"ın bence en ilginç tarafı, Balkan’ın sık sık ziyaret ettiği Üçüncü Dünya ülkelerine ilişkin anıları. Vietnam Savaşı’nın en kritik yıllarında o zamanın Saygon’undaki dramatik olayları, Amerikalıların bugün Irak’ta tekrarını gördüğümüz vahim hatalarını, Vietkong’un kahramanca mücadelesini çok etkileyici bir şekilde tasvir ediyor.
İlk seyahatinde, uçağın penceresinden, Vietkong’un meşhur ikmal yolu "Ho Chi Minh" pistini seyrederken, Amerika’nın inanılmaz derecede yoğun bombardımanlarının sık orman bölgesinde açtığı muazzam kraterleri görmüş. Vietkong savaşçılarının bombardımanlarda çok ağır kayıplar verdiklerini sanmış.
Fakat Amerikalılar Vietnam’ı terk ettikten sonraki bir seyahatinde tanıştığı eski bir Vietkonglu, Amerikan bombalarından fazla etkilenmediklerini, ormandaki kaplanların saldırılarının daha fazla kayıplara neden olduklarını anlatmış!
Balkan’ın anıları arasında, Bengladeş’i ziyareti sırasında, bir yemekte Vatikan Büyükelçisi’nin söyledikleri var. Büyükelçi sohbet sırasında, Ağca’nın öldürmeye teşebbüs ettiği Jean Paul II’den önce ancak bir ay papalık yaptıktan sonra ölen Jean Paul I için "O ölmedi, öldürüldü"demiş.
Gerçi sendikalara ve sol görüşlere yakın olan Jean Paul I’in ölümüne ilişkin çeşitli rivayetler her zaman mevcuttu. Fakat bir Vatikan büyükelçisinin söylentileri doğrulaması pek olağan sayılmaz.
* * *
Aydemir Balkan üniversiteyi bitirdikten sonra hemen hemen sürekli Fransa’da yaşadı. Ama Türkiye tutkusu daima çok kuvvetli oldu. Bu tutku onu 27 Mayıs devrinde politikaya da sürükledi. Bir süre 27 Mayıs yönetiminin danışmanlığını yaptıktan sonra Paris Büyükelçiliği Basın Müşavirliği’ne tayin edildi.
O devri daha çok birinci kitabı "Akşam Nöbeti"nde betimlemekte ise de "Mavi Yıllar"da atıflar yok değil. Aynı yıllarda Paris’te Nazım Hikmet ile birkaç kere buluşmuş. Onu evine yemeğe davet etmiş ve bu yüzden Ankara’dan bir hayli eleştiri almış. Bunda şaşılacak bir şey yok, bugün de Türkiye’de fikir hálá suçlu.
Beni etkileyen Nazım’ın bir gün, yine Balkan’ın evinde, Türk gazetelerini okuduktan sonra kızarak söylediği oldu:
"Yahu bu gidişle, yirmi yıl sonra benim şiirlerimi hiç kimse anlamayacak. Bu ne biçim Türkçe’dir." Daha belki o duruma gelmedik, fakat dilimizi kısırlaştırmayı ve çirkinleştirmeyi büyük bir beceri ile sürdürüyoruz.
Balkan’ın güzel ve akıcı bir üslupla kaleme aldığı kitabı, Türk diplomasisinin efsane isimlerinden Numan Menemencioğlu ile konuşmaları gibi zengin ve düşündürücü daha birçok başka anılarla da dolu. Ben büyük bir zevk ve istifade ile okudum.
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2007
ASLINA bakarsanız 1 Mart 2003’ten, hatta ondan önceki haftalardan beri Irak konusunda çok tutarlı bir politika güttüğümüzü iddia etmek biraz zor. Siyasetimiz hayli bocaladı, zikzaklı bir yol izledi. Tantanayla ilan edilen kırmızı çizgilerden pek eser kalmadı. Bitmez tükenmez söylemler ve uyarıların galiba tek sonucu, ABD’nin, ordusunu Irak’tan çekince, Türkiye’ye karşı caydırıcı bir işlevi de yerine getirecek bir miktar kuvveti kuzeyde bulundurmaya devam etmesi olacak. Bazı kurumların Kuzey Irak’taki faaliyetlerinin ters teptiği de gittikçe ortaya çıkıyor.
Son zamanlarda ise çelişkiler artarken, Irak konusunda Türkiye’nin siyasi ağırlığının azaldığı, önemli diplomatik temas ve girişimlerden uzak tutulduğu izlenimi var.
Radikal Gazetesi’nin aktardığı, Londra’da Arapça yayımlanan El Hayat Gazetesi’nin bir makalesinde, Türkiye’nin, bütün Irak politikasını bağımsız bir Kürt devletinin kurulacağı endişesine dayandırdığı için, Kürtlerle yapıcı ilişki kurma ve bölgede güçlenme fırsatını kaçırdığı ileri sürülüyor.
Bu görüşte hiç gerçek payı yok mu? El Hayat’ın makalesinin Arap ülkelerinde genellikle yaygın bir kanaati yansıttığını düşünmek yanlış olmaz.
* * *
Irak’ın kuzeyindeki Kürt yönetimine karşı güdülecek politika, geçtiğimiz günlerde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Washington ziyareti sırasında yine gündeme geldi. Türk-Amerikan ilişkileri, özellikle askeri alandaki ilişkiler bakımından çok olumlu geçtiği anlaşılan bu ziyarette, Genelkurmay Başkanı, Kürt liderleriyle görüşmeyi doğru bulmadığını ifade etti.
Oysa Başbakan, olumlu sonuçlar verebilecekse Kuzey Irak’taki bölgesel Kürt hükümetiyle ilişkileri geliştirecek adımlar atılabileceğini düşünüyor. Başbakan’ın açıklamasından sonra ise Orgeneral Büyükanıt fikrinde ısrarlı, "Bir asker olarak görüşmem" diyor; fakat siyasi takdir yetkisinin hükümette olduğunu kabul ediyor.
Bu farklı görüşlerin alenen, üstelik hem Başbakan hem de Genelkurmay Başkanı yurtdışındayken ifade edilmesini yadırgamamak mümkün değil. Bu kadar önemli ve askeri yönü de bulunan bir meselede, hükümetin Genelkurmay Başkanlığı’nın görüşünü aldıktan sonra tutumunu belirlemesi, Genelkurmay Başkanı’nın da hükümet siyasi çizgisini saptadıktan sonra buna uyması icap ederdi.
Ne yazık ki Türkiye’de medya vasıtasıyla tartışma ve polemik olağan hale geldi. Bu yüzden de esnekliğe yer kalmıyor, politikalar, içinde hapsoldukları kalıplarda donup kalıyor.
* * *
Irak politikamızdaki başlıca çelişki çok bariz. Hem Irak’ın birliğinin korunmasını istiyoruz, hem de bu birliğin sembolü olan Cumhurbaşkanı Talabani’yi, Kürt olduğu için Ankara’ya davet etmiyoruz. Kuzey Irak Kürt yönetimine gelince; fiilen bütün bölgede otoritesini tesis etmiş olduğunda kuşku yok.
Yeni bir gelişme değil, 1990’lı yıllardan beri devam ediyor. Biz o yönetimle geçmişte işbirliği yaptık. Barzani ile birlikte PKK’ya karşı operasyonlar yürüttük. Irak hükümetini PKK konusunda muhatap almak imkánı yok. Dün olduğu gibi bugün de Bağdat’ın otoritesi kuzeye uzanmıyor. ABD ise tek başına hareket etmekten, tüm sorumluluğu yüklenmekten kaçınıyor.
Bu durumda bölge yönetimiyle temasa girmek opsiyonunun açık bırakılmasında isabet yok mudur? Kuzeydeki yönetimin PKK’yı desteklediği şüphesi, temaslara engel teşkil eder mi? PKK’yı barındıran Suriye ile yıllarca ilişkilerimizi sürdürmedik mi? İran ile de benzer problem yaşadık.
Yalnızca Irak konusunda değil, başka önemli konularda da yaratıcı olamıyoruz, inisiyatif alamıyoruz. İç politika hesaplarıyla hep sıfır risk yolunu tercih ediyoruz. Fakat o zaman da uzun vadede riskler arttıkça artıyor.
Yazının Devamını Oku