İlter Türkmen

Kuzey Irak’a müdahale

17 Nisan 2007
GENELKURMAY Başkanı’nın 12 Nisan günü basın toplantısındaki konuşması, gerek özü gerek sakin, yapıcı ve hatta nüktedan üslubu ile son zamanlardaki politik gerginliği önemli ölçüde azaltacak nitelikteydi. Ne yazık ki, Cumhurbaşkanı’nın ertesi günü Harp Akademileri’nde kullandığı, uzlaşma zihniyetinden tamamen yoksun, dogmatik ifadeler ve aynı gün Nokta Dergisi’nin basılması, tansiyonun süratle yükselmesine neden oldu.

14 Nisan’da Ankara’daki miting ise çok ciddi bir kutuplaşma içinde olduğumuzu bir kere daha kanıtladı. Her neyse, ben bugün Genelkurmay Başkanı’nın Kuzey Irak’a müdahale konusunda söyledikleri üzerinde durmakla yetineceğim.

* * *

Orgeneral Büyükanıt, Kuzey Irak’a bir operasyonun askeri açıdan yapılması gerektiğini, bunun fayda sağlayacağını, TSK’nın gerekli güce sahip bulunduğunu, ancak siyasi karara ihtiyaç duyulduğunu vurguladı. Daha önce Dışişleri Bakanı da müdahalenin uluslararası hukuktan kaynaklanan bir hak teşkil ettiğini savunmuştu.

Uluslararası hukuk açısından bakıldığında üç türlü müdahale opsiyonu söz konusu olabilir: Sıcak takip, insancıl müdahale ve meşru savunma. Tek taraflı sıcak takip hakkı, ancak deniz alanlarında geçerli. Karasularınız, güvenliğinize zarar verecek veya suç oluşturan biçimde ihlal edilmişse açık denizde sıcak takip hakkınız var.

Karada ise sınırınızın öbür tarafında bir başka ülkenin egemenliği başladığından, ancak onun rızasıyla takip operasyonu yürütebilirsiniz. Irak ile vaktiyle bu konuda her yıl yenilenen bir anlaşmamız vardı. Bugün yok.

* * *

Bir ikinci müdahale opsiyonu, insancıl müdahaledir. Henüz uluslararası hukuk tarafından kodifiye edilmemiştir; fakat geniş kabul gören kıstaslar mevcuttur. Örneğin, Türkmenlere karşı bir katliama girişildiği takdirde bu hak ileri sürülebilir.

Dikkat edilecek başlıca kriterler şunlardır: Geniş çapta insan haklarının ihlallerinin mevcudiyeti, ilk önce bütün barışçı yolların tüketilmesi, müdahalenin orantılı olması, bölgesel istikrarsızlığa neden verilmemesi, müdahalenin insancıl sonuçlar doğurması.

Nihayet üçüncü müdahale opsiyonu, BM Şartı’nın 51’inci maddesine göre "silahlı bir saldırı"ya karşı meşru savunma hakkının kullanılmasıdır. O zaman da bu hakkın kullanımı amacıyla alınan bütün önlemlerin derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirilmesi gerekir.

Konsey, uluslararası barış ve güvenliği korumak için gerekli kararları alabilir. Burada dikkat edilecek bir nokta var. Uluslararası Adalet Divanı’nın içtihadına göre, bir ülkenin toprağına kapsamlı bir operasyon boyutunda silahlı gruplar gönderilmesi "siláhlı saldırı" sayılabilir; fakat "isyancılar"a yardım veya onlara mali kaynak veya silah sağlanması 51. maddedeki tarife girmez.

* * *

En güçlü bir ordunun bile asimetrik bir çatışmaya karşı ne kadar kırılgan olabileceğini, Afganistan’a ve Irak’a müdahaleler tereddüde imkán bırakmayacak şekilde göstermiştir.

Bir müdahalede PKK teröristleri Kuzey Irak’ın dört bir tarafına dağılacaklardır. Onları bulup kesin sonuç almak o kadar kolay olmayabilir. Müdahale uzadığı takdirde ise Iraklı Kürt grupların saldırılarına maruz kalınmayacağını kim garanti edebilir?

Kaldı ki, uluslararası hukukun sınırlamaları bir tarafa, ABD’den, AB’den, bölge ülkelerinden tepkiler ve suçlamalar geleceği kesindir. Operasyonun finansmanının ve siyasi yansımalarının ekonomik etkileri de göz ardı edilemez.

Kuzey Irak’a bir operasyon, ancak siyasi zemini iyice hazırlandığı ve süratle askeri hedefine varabildiği takdirde başarılı sayılacaktır. Aksi takdirde yarardan çok daha fazla zarar getirir.
Yazının Devamını Oku

Nicolas Sarkozy

14 Nisan 2007
FRANSA’da, Cumhurbaşkanlığı seçimleri arifesinde, kamuoyu yoklamaları Nicolas Sarkozy’yi diğer adaylardan birkaç puan önde gösteriyor. Sarkozy’nin rakiplerinden daha dinamik bir kampanya yürüttüğü bir gerçek. Uzun yıllar hem ekonomi, hem de içişleri bakanlığı yaptığı için daha deneyimli bir politikacı gibi algılanıyor. Konuların etrafında dolaşmıyor, duygusallıktan yoksun olmayan söylemi direkt ve etkili.

* * *

Sarkozy, "Birlikte"
başlıklı kitabıyla politik vizyonunu ortaya koydu. Fransa’nın durumu hakkındaki teşhisi bir hayli karamsar. Fransa’nın bir kimlik buhranı içinde olduğunu şöyle ifade ediyor: "(Buhranı) besleyen küreselleşme, gizli göç, işsizlik ve satınalma gücünün azalmasıdır. Kriz ekonomik, sosyal, politik olduğu kadar bir değerler ve kültür krizidir. Bir millet ve cumhuriyet krizidir."

Sarkozy,
Fransa’nın çeşitli etnik gruplardan oluştuğunu, fakat devlet eliyle tek bir millet yaratıldığını belirtiyor ve bu yüzden milli kimlik üzerinde uzun uzun duruyor. Bizde de olduğu gibi demokrasi ile cumhuriyet arasında bir ayrım yapıyor. Cumhuriyetin temel kavramları arasında laikliği sürekli öne çıkarıyor.

Fransa’nın tabii Katolikler, Protestanlar ve hatta Yahudiler ile bir laiklik sorunu mevcut değil. Problem, Fransa’nın Müslüman nüfusundan kaynaklanıyor. Sarkozy, okulda türbanın, kadınların aşağılanmasının, poligaminin kabul edilemeyeceğini ve dini hisler ileri sürülerek ifade özgürlüğünün kısıtlanamayacağını savunuyor.

* * *

Sarkozy
için dil çok önemli. Bölgesel dillerin kullanılmasına ve öğretilmesine karşı değil. Ancak bu dillerin Fransızca ile aynı seviyede olmasını talep edenleri Fransa’nın birlik ve bütünlüğünü tehlikeye atmakla suçlamaktan geri kalmıyor.

Bu bağlamda "Bölgesel Diller Avrupa Şartı"na Fransa’nın taraf olmasına şiddetle muhalif. İleride, bir Avrupa mahkemesinin, bölgesel bir dilin Fransızca ile aynı düzeyde resmi bir dil olarak kabul edilmesine karar vermesine imkán tanımasından çekiniyor.

Sarkozy, "derebeyliğini, faşizm ve komünizmi yenen" kapitalizme yatkın. Fakat hümanizme ve ahlaki değerlere yer vermeyen bir kapitalizmin yaşamayacağını savunuyor. Sarkozy için AB, "Bir barış ve medeniyet projesidir. Avrupa kültürü öldüğü takdirde Fransız kültürü yaşayamaz. Avrupa parçalandığı takdirde, Avrupa insanı ve onun düşünce özgürlüğü ve insan haysiyeti hakkındaki fikri de yok olur".

Sarkozy’
de ABD’ye karşı bir saplantı da hiç yok. Aksine, Amerika’nın dünyada dengeyi sağlama gücünün zayıflamasının Fransa’nın, Avrupa’nın ve barışın yararına olmayacağı kanaatini taşıyor.

* * *

Buraya kadar Sarkozy’nin düşünceleri özellikle bizde yadırganamaz. Fakat Türkiye’ye karşı politika söz konusu olunca tutumu önyargılı ve katı. Türkiye’nin üyeliğinin AB’ye zarar vereceğini iddia ediyor:

"Türkiye’nin katılımı Avrupa entegrasyonunun sonu olur. Güçlü bir Avrupa yaratılamaz, ortak politikalar güdülemez. Avrupa kimliği kavramı, Avrupa demokrasisi fikri kaybolur."

Sarkozy
bir "Akdeniz Birliği" projesi çerçevesinde Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin düzenlenmesini istiyor.

Evet, Sarkozy ile büyük bir problemimiz olduğu aşikár. Ne var ki, diğer adaylar Türkiye hakkında çok daha olumlu bir tutum içinde değiller. Bizde nasıl olsa önümüzde iki seçim var.

Ondan sonra bütün AB politikamızı çok kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutmaya zaten mecburuz. O zamana kadar yeni Fransız cumhurbaşkanının düşüncelerinde bir gelişme olup olmadığını görürüz.
Yazının Devamını Oku

Geçmiş hatalar

7 Nisan 2007
GENELKURMAY Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 16 Mart’ta, Harp Akademileri’ndeki konuşmasında, geçmiş yıllarda güvenlik politikasında ve dış politikada yapıldığına inandığı hatalar üzerinde durdu.  Genelkurmay Başkanı’na göre, 1991 yılında, 36. paralelin kuzeyinde Irak’a dayatılan uçuş yasağını desteklemekle, Kuzey Irak’ta bugünkü durumun yaratılmasına katkıda bulunduk.

İkinci hata Kıbrıs’ta Annan Planı’nı desteklemekti, çünkü bu planda Türkler lehine sanılan AB müktesebatına derogasyonlar gerçek avantajlar oluşturmuyordu.Rumlar Avrupa mahkemelerine başvurarak bu derogasyonların hepsini iptal ettirebilirlerdi. Her iki konuya biraz daha yakından bakmakta zannedersem fayda var.

* * *

1991 yılını hatırlayalım. Birinci Körfez Savaşı’nın sonunda Irak Kürtleri isyan ettikleri için Saddam’ın hışmına uğramışlardı. Yüz binlerce Iraklı Kürt Türkiye ve İran sınırındaki dağlık bölgelere iltica etmişlerdi.

1988 yılında Halepçe katliamını takiben 60.000 kadar Iraklı Kürt’e melce vermiş olan Türkiye, bu defa sınırlarına dayanmış olan 500.000 Iraklı Kürdü mülteci olarak kabul etmek istemiyordu. Bunun alternatifi Kürtlerin Kuzey Irak’ta güvenlik içinde yaşamasına imkán verecek koşulların sağlanmasıydı. BM Güvenlik Konseyi de bu yönde bir karar kabul etmişti. İlkönce Huzur Harekátı, daha sonra Çekiç güç ve Kuzey Keşfi aynı amacı güdüyorlardı.

Bu operasyonların Türkiye’nin de yararına olduğu kanaatini hem hükümet ve hem de Genelkurmay paylaşıyordu. Zaten operasyonların sürdürülmesi her altı ayda bir TBMM’nin verdiği iznin yenilenmesi ile mümkündü. Çekiç Güç veya Kuzey Keşfi’nin Türkiye’ye zarar verdiği düşünülseydi Meclis’ten yetki istenmeye devam edilebilir miydi? Unutmamak gerekir ki Çekiç Güç devrinde Türk kuvvetleri Barzani’yi para ve silahla destekleyerek onunla birlikte PKK’ya ağır darbeler indiren operasyonlar yürütebilmişlerdi.

O yıllarda Saddam’ın gazabından kurtulabildikleri için Iraklı Kürtlerin otonom yönetimlerini ve kurumlarını kuvvetlendirdikleri doğrudur. Fakat Irak’a müdahaleden sonra, nasıl olsa bu evrim gerçekleşmeyecek miydi? Irak Kürtlerinin Bağdat’a karşı uzun bir mücadele geleneğine sahip olduklarını unutabilir miyiz? Mart 2003’te ellerine geçen fırsatı kaçırırlar mıydı?

* * *

Genelkurmay Başkanı’nın Annan Planı’na yönelttiği eleştirilere gelince, Annan Planı’nın ideal bir plan olduğunu kimse iddia edemez. Fakat Türkiye ve Kıbrıs Türkleri, her zaman, Denktaş’ın Makarios ile 12 Şubat 1977’de imzaladığı belgedeki model çerçevesinde, iki bölgeli federal bir çözüm arayışı içinde olmuşlardır.

KKTC’nin 1983’te kurulması politikamızı değiştirmemiştir. Annan Planı işte bu modelin, birleşmiş bir Kıbrıs’ın AB üyesi olacağını da hesaba katan, çok ayrıntılı bir formülasyonundan ibarettir. AB müktesabatına derogasyonların AB Adalet Divanı tarafından otomatik olarak iptal edileceği görüşünün ne kadar geçerli olduğu hususunda ise tereddüdüm var.

Birçok katılım antlaşması katılan ülkenin özelliğine göre derogasyonlar içeriyor. Bunların iptal edildiğini pek duymadık. Taşınmazlar konusunun tabii bir özelliği var. Taşınmazların eski sahipleri planın öngördüğü çözümden tatmin olmadıkları takdirde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne herhalde başvurabileceklerdi.

Ancak, şimdiden bu yola gittikleri ve Mahkeme kararı ile mülkiyet haklarından istifade edemeyenlere çok yüksek tazminat ödediğimiz de göz ardı edilemez. Annan Planı bu yükü mutlaka azaltacaktı.

* * *

Geçmiş hatalar üzerinde elbette durulabilir. Fakat bugün nerede olduğumuzu da değerlendirmeliyiz. Bazı fırsatların kaçırılması da hataydı!
Yazının Devamını Oku

Başkan Bush ile nereye kadar?

3 Nisan 2007
AMERİKA’da birkaç gün geçirdikten sonra, bu ülkenin bir geçiş devrinin sancıları içinde bulunduğu izlenimini edinmemek çok zor. Şahin Başkan Bush, artık herkesin kanaatince bir topal ördek. Irak politikasının iflasını, Amerikan halkının tam anlamıyla kavraması bir hayli vakit aldı. Fakat bugün Bush’un politikasına destek hemen hemen hiç kalmadı. Son bir kamuoyu yoklamasına göre, halkın yüzde 68’i, Amerikan kuvvetlerinin Irak’tan bir yıl içinde çekilmesine taraftar.

Sorun, bundan böyle, ABD’nin, Irak bataklığından kendini nasıl kurtaracağından ibaret. Gerek Temsilciler Meclisi, gerek Senato’da çoğunluğu ele geçirmiş olan Demokratlar, Savunma Bakanlığı için ek ödenek öngören bir yasa metnine, Irak’taki kuvvetlerin 120 günde çekilmeye başlamasını ve çekilmenin bir yıl içinde tamamlanmasını talep eden bir hüküm eklediler.

Kongrenin her iki kanadı da Irak’ta sadece Irak ordusunu eğitecek ve El Kaide’ye karşı mücadeleyi destekleyecek az miktarda bir kuvvetin bırakılmasına taraftar. İki meclisten geçen metinler, tek bir metin haline getirildikten sonra Başkan Bush’un imzasına sunulacaksa da Başkan vetosunu kullanacağını açıkladı bile.

Veto sonucunda Irak’taki ordunun mali destekten yoksun kalmasının vebalini Kongre ve Başkan birbirlerinin üzerine atmaya hazırlanıyorlar.

Bush’un başlıca amacının ne olduğu açık. Görev süresinin sona ereceği 2008 yılı sonuna kadar kuvvetlerin bugünkü mevcudu ile Irak’ta kalmasını ve bu suretle daha sonra nasıl olsa kaçınılmaz hale gelecek çekilmeden doğacak kaosun sorumluluğunu halefine yüklemek.

Gerek Kongre gerek Başkan, "askerlerimizi arkadan hançerledi ithamına" maruz kalmak istemiyorlar. Şunu da kabul etmek gerekir: ABD halkı, Bush’un politikasından büyük düş kırıklığına uğramışsa da, ordunun desteklenmesi söz konusu olunca bunu bir vatanseverlik görevi sayıyor.

Amerika’yı eleştirmek kolay; fakat Amerikan milletinin 2001 yılından beri sergilediği vakur ve sakin vatanseverliği takdir etmemek mümkün değil.

Bush’un problemi yalnızca Kongre ile sınırlı sayılmaz. İçeride destek kaybettikçe dışarıda prestiji ve inandırıcılığı da gittikçe azalıyor. Suudi Arabistan Kralı Abdullah, Arap Ligi toplantısında Irak’taki Amerikan askeri mevcudiyetinin meşru olmadığını ifade etmekten geri kalmadı.

Bununla yetinmedi, Bush’un Beyaz Saray’da şerefine tertiplemek istediği gala yemeğini reddetti. Ürdün Kralı da Washington’a resmi bir ziyaret davetini geri çevirdi.

Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın İran Cumhurbaşkanı’nı Riyad’da çok sıcak bir şekilde karşılaması, Filistin’de HAMAS’ın katılımıyla yeni bir hükümet kurulmasını teşvik etmesi, Washington’u ayrıca rahatsız etmiş görünüyor.

* * *

Bush
devri sonuna yaklaştıkça, her ülke ortaya çıkacak yeni şartlara göre kendisini hazırlamaya çalışıyor. Ne var ki Bush’un çok geniş bir bölgede bırakacağı enkazın nasıl kaldırılacağı, yaraların nasıl sarılacağı, parçalanmaların nasıl önleneceği, radikal İslamcı partilerin kuvvetlenmesinin nasıl önlenebileceği belli değil.

Bölgede olduğu kadar ülkeler içinde de politik dengeler çok değişecek. Bush’un mirasını tasfiye etmek çok zaman isteyecek. ABD de Bush’tan sonra dünya vizyonunu, temel stratejisini değiştirmek zorunda. John F. Kennedy, 1963’te şunu demişti:

"Amerika için büyük bir istikbal öngörmek istiyorum. Askeri kuvvetin ahlaki değerlerle, servetin basiretle, gücün idealle dengelendiği bir istikbal."

Amerika bu vizyona bir an önce geri dönmelidir.
Yazının Devamını Oku

Washington toplantıları

31 Mart 2007
BU hafta Washington’da, Türk-Amerikan ilişkileri temalı iki toplantı yapıldı. Bunlardan birincisi, Türk-Amerikan Konseyi’nin geleneksel toplantısı, ikincisi ise Türk-Amerikan İstişari Konseyi’nin toplantısıydı. Ben sadece ikincisine katıldım; fakat birincisinin yankılarını da duydum. Toplantılar kaçınılmaz olarak Temsilciler Meclisi’nin gündeminde bulunan "Ermeni soykırımı" tasarısının gölgesinde cereyan etti.

Meclisin tasarıyı 24 Nisan’dan önce onaylamasının kesin olduğunu bu aşamada söylemek mümkün değil. Ancak tasarı Genel Kurul’a intikal ettirildiği takdirde çoğunluğun oyunu alacağı muhakkak gibi. Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı, oylamadan vazgeçilmesi amacıyla bir Meclis kararının, Irak’taki Amerikan kuvvetlerinin Türkiye üzerinden hayati lojistik desteği engelleyeceğini ısrarla vurguluyorlar.

Ne var ki iç politika gereklerinin ağır basmasını önlemek o kadar kolay olmayacak. Bu yıl yönetimin baskısıyla oylama ertelense bile, gelecek yıl tekrar aynı sorun karşımıza çıkacak. ABD Başkanı’nın, her yıl olduğu gibi 24 Nisan’da bir mesaj yayınlayacağı da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu mesajlarda gerçi "soykırım" sözü geçmiyor; fakat bizim reddettiğimiz tarihi iddialar en abartılı bir şekilde yer alıyor.

* * *

Bu arada Senato Dışişleri Komisyonu, Hrant Dink cinayetini kınayan, Ceza Yasası’nın 301. maddesinin iptalini ve Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleştirilmesini isteyen bir karar kabul etti. Bu kararın Senato Kurulu’na ne zaman getirileceği belli değil. Karar metninde "soykırım"kelimesi dolaylı şekilde kullanılmış.

Hrant Dink’in, Ermeni katliamını "soykırım" olarak nitelendirdiği belirtiliyor. Biz herhalde "katliam" iddiasını da kabul edemeyiz. Yalnızca "soykırım" sözcüğü üzerinde odaklanarak diğer suçlamaların kabul edildiği izlenimi vermek çelişki teşkil etmez mi? Zannediyorum, bütün bu unsurları değerlendirerek bir tepki ayarlamasına gidilmelidir.

Irak’a gelince; ABD’li gözlemciler, PKK’ya karşı, Türkiye’nin, egemen bir devlet olarak Kuzey Irak’a müdahale hakkını Washington’un reddedemeyeceğini, ancak bu yola girdiği takdirde Türkiye’nin, tıpkı ABD gibi bir bataklığa saplanacağını, askeri opsiyonun faydadan ziyade zarar getireceğini belirtiyorlar.

Bu düşüncenin gerçekçi olduğunda kuşku yok. Irak’a girmenin kolay; fakat çıkmanın çok güç olduğu ortada. Üstelik Türkiye’nin kırılganlıkları, ABD’den çok daha fazla.

PKK’ya karşı tedbirler konusunda, emekli Orgeneral Başer ile General Ralston’un çalışmalarının bir ölçüde sonuç verdiği anlaşılıyor. Ortaklaşa kararlaştırılan bazı önlemler açıklanmıyor. Bunlar galiba istihbarat bilgileri teatisine ve belki de bazı istihbarat faaliyetlerine ilişkin.

PKK’ya mali yardımların kesilmesi alanında bir ölçüde başarı kazanılmış. Kuzey Irak Kürt liderleri, PKK’ya karşı bir operasyona yanaşmıyorlarsa da, onun Türkiye’ye karşı faaliyetlerine müsaade etmeyeceklerini söylüyorlarmış. Ayrıca Mahmur Kampı, BM gözetiminde silahtan arındırılmış ve kampa giriş çıkış kontrol altına alınmış.

Kampta halen bulunan 12 bin kişiden 6 binini çocuklar oluşturuyor. Bunların Kuzey Irak’ta kaldıkları takdirde PKK teröristleri olmaları kaçınılmaz görülüyor. Özellikle çocukların Türkiye’ye geri dönmelerini sağlayacak çareler araştırılmalıdır.

* * *

Sonuç olarak, Türk-Amerikan ilişkilerinin inişli çıkışlı bir seyir izlemeye devam edeceği, buna karşılık iki tarafın da ortak çıkarlarının bilinci içinde oldukları söylenebilir. Geniş bölgemizde sorunlar Irak’tan, İran’dan, Lübnan’dan, İsrail-Filistin’den ibaret değil.

Afganistan ve Pakistan’da da dengeleri altüst edebilecek gelişmeler olabilir. Kıbrıs meselesinde de bugünkü koşullar altında bize en fazla yardım edebilecek ülke ABD’dir.

Bu nedenlerle aralarındaki görüş ayrılıkları ne olursa olsun Türkiye ile ABD, politikalarını kabil olduğu kadar uyumlu bir çizgide tutmalı, gerginlik ve kopukluk yaratacak tutumlardan kaçınmalıdırlar.
Yazının Devamını Oku

AİHM’de yargıç seçimi

27 Mart 2007
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM), yargıçların seçiminde güdülecek yöntem konusunda, kendi aleyhindeki dava sayısının gittikçe artmasından tedirginlik duyan Rusya’nın tutumu yüzünden sorun çıktı. Rus Parlamentosu reform niteliğinde olan ve bu arada görev süreleri sona eren yargıçların süresini iki yıl uzatan 14 sayılı protokolü onaylamayı reddetti.

Bu durumda 45 devlet tarafından onaylanan protokol yürürlüğe giremeyince, Avrupa Konseyi, 2007 Kasım’ında görev süresi sona eren 20 yargıcın mensup oldukları ülke hükümetlerinden üçer aday bildirmelerini talep etti.

Görev süresi sona eren yargıçlar arasında yıllardan beri mahkemede ve Avrupa hukuk çevrelerinde kişiliği ve tutarlı yaklaşımları ile sürekli takdir toplayan, Türkiye’de insan hakları hukukunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM içtihatları ile uyumlu hale gelmesi için büyük çaba gösteren, kamuoyumuzun çok iyi tanıdığı Rıza Türmen de var.

* * *

Ne yazık ki hükümetimiz yeni yargıç seçimi işinde bocaladı ve çok ciddi bir çelişki içine düştü. İlk önce gönderdiği üç kişilik aday listesinde Rıza Türmen de vardı. Fakat Vakit Gazetesi derhal Türmen aleyhinde bir kampanya başlattı.

"Rıza Türmen mi, Sakın Ha" manşetiyle onun Refah Partisi’nin kapatılması davası ile Leyla Şahin (türban) davasında verdiği oy nedeniyle aday gösterilmemesi gerektiğini ileri sürdü. Hükümet bunun üzerine yeni bir liste gönderdi ve bu sefer Türmen’i aday göstermedi.

Yeni listede hiç değilse iki adayın seçiminde büyük isabet olduğu da söylenemez. Biri Anayasa Mahkemesi’nin 12 üyesinin açtığı bir davada mahkûm olmuş.

Bir yargıcın önüne gelen davalarda benimsediği tutum ve verdiği oylar nedeniyle liste harici bırakılmasının "hukukun üstünlüğü" ve "yargıç bağımsızlığı" ile asla bağdaşmadığı aşikárdır. Refah Partisi davasında karar oybirliğiyle, türban davasında ise bir olumsuz oya karşı 16 oyla kabul edilmişti.

Demek ki büyük bir oydaşma mevcuttu. Kaldı ki AKP’nin görüşü ne olursa olsun, Türk devletinin daha önce belirlenmiş ve dava sürecinin sonuna kadar devam eden resmi tutumu da aynı yöndeydi. AİHM’nin, hükümetin bugünkü davranışından son derece rahatsız olması yadırganmamalıdır.

Adalet Bakanı Cemil Çiçek ise, 66 yaşındaki Türmen’in, yaş haddi 70 olduğu için 6 yıllık süreyi tamamlayamayacağını, Türkiye’nin seçim sürecini yeniden başlatmak mecburiyetinde kalacağını, kendisinin bu nedenle aday gösterilmediğini söylüyor.

Bakanın gerekçesi hiç de inandırıcı değil. AİHM’ye seçilen birçok yargıç, 70 yaşına gelince 6 yıllık süresini doldurmadan görevinden ayrılmakta, yerlerine yenileri seçilmektedir. Nitekim Türmen’le aynı yaşta olan bir yargıç, 2007 yılının başında AİHM’ye seçilmiştir ve dört yıl sonra 70 yaşına erişince görevini bırakacaktır.

Tabii akla şu soru da gelmiyor değil. Yaş haddi bir gerekçe ise Türmen neden birinci listeye dahil edilmişti? İki liste arasında Türmen’in yaşında bir değişiklik olmadı ki!

* * *

Türmen
konusundaki tutum, Yargıtay ve Danıştay’daki boş üyelikler için Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda yapılacak seçimlerin yöntem taktikleriyle hükümet tarafından göz göre göre engellendiği bir zamana rastgeldi. Ceza Yasası’nın 301. maddesinin değiştirilmesi amacıyla da hiçbir şey yapılmıyor.

Demokrasi tarihimizin üzücü devirlerini çağrıştırabilecek bir hukuk anlayışı yeniden mi hortluyor algılaması, AKP’ye hem içeride hem de dışarıda büyük zarar verir. İktidara geldiğinden beri birçok demokratik reforma imza atmış olan AKP hükümetinin şimdi yargı bağımsızlığına saygı göstermemesi, çok vahim bir hata teşkil eder.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs’ta çözüm yolunda kıpırdanma var mı?

24 Mart 2007
HAFTA başında Kıbrıs’ta Türk-Yunan Forumu’nun bir toplantısına katıldım. Bu seferki toplantıya Kıbrıslı Türk ve Rum sivil toplum temsilcileri de davet edilmişlerdi. Ayrıca, Türkiye’den gelen üyeler KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ı ziyaret ettiler. Birleşmiş Milletler’in Kıbrıs Temsilcisi ile de görüşmek fırsatını bulduk. Bütün bu temaslardan edindiğim izlenimleri kısaca özetlemek istiyorum.

* * *

AB kapsamında direkt ticaret sorunu henüz halledilmiş değil. Ancak dönem başkanının bu yönde büyük bir çaba içinde olduğu anlaşılıyor. KKTC’ye verilen 259 milyon Euro’luk yardım çerçevesinde finanse edilecek projeler üzerinde çalışmalar başlamış durumda.

Bu maksatla Komisyon KKTC’de 50 personeli bulunan bir ofis kurmuş. Kapsamlı çözüm konusunda da bir ölçüde iyimserliğe imkán veren gelişmeler yok değil. KKTC ekonomisinin 2003’ten beri ortalama yılda yüzde 10 civarında büyümesi, fert başına milli gelirin 2003’te Güney’dekinin dörtte biri kadarken bugün bu oranın yüzde 50’ye çıkması, aynı devrede gayrimenkul fiyatlarının yüzde 417 oranında artması, 2014’e kadar Kuzey ve Güney ekonomileri arasındaki farkların çok azalacağı beklentisini doğurmuş.

Ocak 2007’de Güney’in Euro bölgesine girecek olması da olumlu yönde değerlendiriliyor, çünkü artık para politikası Avrupa Merkez Bankası tarafından yürütülecek. İki tarafın ekonomilerinin aynı seviyelere yaklaşmasının ve EURO bölgesi disiplininin Rumların federal çözüme ekonomik açıdan itirazlarını mesnetsiz bırakacağı kanaati yaygın.

* * *

Cumhurbaşkanı Talat ile Papadopulos’un, BM Genel Sekreter Yardımcısı Gambari ile bir araya gelerek 8 Temmuz 2006’da imzaladıkları "Prensipler Mutabakatı"nda öngörülen süreç Papadopulos’un ayak sürtmesi yüzünden şimdiye kadar bir bir türlü başlatılamamıştı.

Mutabakat iki taraf halkının günlük yaşamını ilgilendiren sorunların ele alınacağı 11 teknik komite ile kapsamlı çözüme ilişkin konuları inceleyecek çalışma grupları kurulmasını öngörüyordu. Komite ile çalışma gruplarının eş zamanlı olarak faaliyete başlamaları planlanmıştı.

Şimdiki halde iki tarafın resmi temsilcileri bu amaçla aralıksız çalışıyorlar. Nasıl bir sonuca varacakları henüz belli değil. 8 Temmuz mutabakatının üçüncü ayağını ise güven artırıcı önlemler oluşturuyor, Lokmacı barikatlarının kaldırılması gibi.

* * *

Bütün bu adımlar ve girişimler federal bir çözümü kolaylaştırmaya yönelik. Son zamanlarda her iki tarafta da yapılan kamuoyu yoklamaları, gerek Kıbrıslı Türklerin gerek Rumların, 2004 referandumunun başarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen, iki bölgeli, iki toplumlu federal bir çözüm formülünü tercih etmeye devam ettiklerini gösteriyor. İki ayrı devlet üzerinde duran bir azınlık elbette var.

Ancak, Kıbrıs Türklerinin büyük çoğunluğu kendilerini AB’den koparacak, şimdi bile AB vatandaşı olarak elde ettikleri avantajları yok edecek bir ayrı devlete sıcak bakmıyorlar. Kaldı ki, KKTC’nin, bırakın AB’ye ayrı bir devlet kimliği ile üye kabul edilmesini, AB dışında uluslararası alanda tanınmasını sağlamak bile, Türkiye’nin bugünkü koşullar altında zaten göze alamayacağı riskleri beraberinde getirecek cüretli bir politika gerektiriyor.

* * *

Kıbrıs’ta olduğumuz gün Kolordu Komutanı ile KKTC Başbakanı arasında talihsiz bir olay yaşandı. Türkiye ile KKTC tam bir uyum, yakın bir işbirliği ve karşılıklı saygı içinde hareket etmezlerse ortak davalarını savunamazlar, ortak vizyonlarını gerçekleştiremezler.

Sorumluluk mevkilerini işgal edenlerin bunun bilincinde olmaları gerekir. Türkiye-KKTC ilişkilerinin daha dengeli bir zemine oturtulması zamanı artık gelmiştir.
Yazının Devamını Oku

Türk diplomasisi

20 Mart 2007
TÜRKİYE Dışişleri Bakanlığı, sağlam geleneği olan ve parti politikalarına en az bulaşmış birkaç kurumdan biridir. Dışişleri Bakanlığı’nın profesyonel kadrosunun mensupları, kendi şahsi politik görüşleri ve eğilimleri ne olursa olsun, bunlardan hiç etkilenmeden, seçimle işbaşına gelmiş hükümetlere ve askeri müdahale devirlerindeki yönetimlere milli menfaatlere uygun en iyi hizmeti vermek çabası içinde olmuşlardır.

Rahmetli Ecevit’in Yugoslav sosyalizmine romantik hayranlığını, Erbakan’ın İslam ülkelerine tutkusunu bazen endişe, bazen de gülümseme ile karşılayarak Türk dış politikasının geleneksel istikametinden şaşmaması için canla başla çalışmışlardır.

Rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil’in, bakan olduktan birkaç ay sonra bir gün yakın mesai arkadaşlarına, latife şeklinde "Ben bakan olduğum zaman ne istersem yapabileceğimi sanmıştım. Oysa ola ola sizlerin sözcüsü oldum" dediğini hatırlıyorum. Çağlayangil’in başarısında zekásı ve karizması kadar diplomatik kadroya sürekli danışmasının, onlarla ahenkli çalışmasının kuşkusuz katkısı vardır.

Son zamanlara kadar bakanlıkta meslekten diplomatlar dışında müşavirlere de ihtiyaç duyulmamıştır; çünkü soyut teoriler ile gerçekçi politika zor bağdaşır. İşgüzarlık ise diplomasinin düşmanıdır.

* * *

Dışişleri Bakanlığı’nın bu ananesini devam ettirmesi, hükümetlerin ve Cumhurbaşkanı’nın bakanlık mensuplarının moralini sarsacak karar ve tasarruflardan kaçınmalarına geniş ölçüde bağlıdır. Cumhurbaşkanı’nın beş müsteşar yardımcısının tayin kararnamesini imzalamayı reddetmesi, bu açıdan talihsiz bir davranış olmuştur.

Cumhurbaşkanı, tutumunun nedenlerini gerçi açıklamadı. Müsteşar yardımcılığına atanmaları onayına sunulan beş diplomatın herhangi birini şu veya bu sebeple sakıncalı gördüğüne hükmetmek de mümkün değil.

Cumhurbaşkanı’nın daha çok, kararnamenin sevkinden önce kendisine atamalar hakkında bilgi verilmemesine sinirlendiği tahmin ediliyor. Ne var ki, kararnamenin imzalanmaması, ister istemez çok yıpratıcı spekülasyonlara yol açtı ve Cumhurbaşkanlığı bunları önleyecek bir açıklama yapmakta çok gecikti.

Özellikle adı geçenlerden birinin, birkaç yıl önce Türkiye’de AB Komisyonu Temsilciliği’ni yapan Karen Fogg ile e-posta teati etmesinin Cumhurbaşkanı’nın kararını etkilediği gibi hem gerçeğe aykırı hem de olabileceği kadar zırva bir iddia ortaya atıldı.

Dışişleri’nde AB işlerinden sorumlu bir genel müdürün, AB Temsilcisi ile sık sık temasta bulunması normal ve gerekli değil midir? Kaldı ki Karen Fogg, davranışları ve bazı gafları yüzünden tepki çekmişse de herhalde bir Mata Hari değildi! Paranoyaların bile bir sınırı olmalıdır.

* * *

Müsteşar yardımcılığına adaylardan üçünün, Ortadoğu ülkelerinde büyükelçilik yapmış olmalarının, dış politikanın daha çok İslam ülkelerine kayabileceği endişesini yarattığı haberi ise inandırıcı olabilir mi?

Vaktiyle aşırı solculuğuyla ün salmış bir emekli büyükelçi, Sovyetler Birliği nezdine atanacak büyükelçilerin mutlaka komünist olmaları gerektiğini ileri sürmüştü!Bunun gibi, Ortadoğu’da hizmet gören büyükelçilerin İslamcı politikaları öne çıkarabilecekleri vehmi de ancak gülünç olabilir.

Bir başka noktanın altı çizilmelidir. Bakanlığın tayinler konusunda peşinen Cumhurbaşkanı’na bilgi vermesi daha yerinde olabilirdi. Ancak söz konusu olan, bakanın direkt mesai arkadaşlarıdır. Bir bakanın bunları seçme hakkından daha tabii ne olabilir?

Yabancı ülkelere atanacak büyükelçiler için durum farklıdır. Onlar Cumhurbaşkanı’nın temsilcileridir. Onlar hakkında Cumhurbaşkanı’nın önceden onayının alınması elbette şarttır.
Yazının Devamını Oku