15 Mayıs 2007
SARKOZY’nin dış politikası, kuşkusuz hükümetin kurulmasından sonra ve önümüzdeki haftalarda yapılacak G-8’ler ve AB zirvelerinde daha belirgin hale gelecek. Ancak daha şimdiden bu politikanın genel yönelimleri bir ölçüde açıklandı. Özellikle Avrupa politikası ve onun kapsamı içinde Türkiye’nin AB süreci konusunda izlenecek yol oldukça keskin çizgilerle tarif edilmiş bulunuyor. İlk önce genel dış politika eğilimlerini ele alırsak, Sarkozy’nin Chirac’tan ayrıldığı önemli alanlar var. En başta ABD ile ilişkilerde Irak savaşının bıraktığı bürudeti artık geride bırakmak istiyor.
Seçim zaferini takiben yaptığı konuşmada, dostlar arasında fikir ayrılıkları bulunabileceğini, fakat ihtiyaç halinde Fransa’nın daima ABD’nin yanıbaşında olacağını vurguladı.
Başkan Bush da Sarkozy’nin seçiminden çok memnun olduğunu gizlemedi. Ne var ki, bu dayanışma teminatına rağmen Sarkozy, Fransız kuvvetlerini Afganistan’da uzun süre tutmaya pek niyetli gözükmüyor.
* * *
Sarkozy’nin Rusya’ya yaklaşımı da Chirac ile kıyasladığında daha mesafeli. Putin’e gelince, o da Sarkozy’yi kutlamakta herkesten fazla gecikti. Ortadoğu’da Sarkozy, İran’ın nükleer programını çok ciddi bir tehdit olarak görüyor. Bu eğiliminde herhalde İsrail’e yakınlığının da bir rolü var.
Fransa geleneksel olarak Araplara daha müzahir ve İsrail’e karşı eleştirel bir tutum içindeydi. Şimdi Arap hükümetleri bu politikanın değişmekte olduğu izlenimi içindeler. Sarkozy’nin Ortadoğu ve Afrika politikasının en somut göstergesi, Akdeniz bölgesi için tasarladığı projedir.
Projeye göre Akdeniz ülkeleri bundan 60 yıl önce Avrupa devletlerinin yaptığını şimdi kendi aralarında gerçekleştirecekler, bir ekonomik ortak pazar, hatta bir Akdeniz Birliği kuracaklar, Ortadoğu ve Afrika ile Avrupa arasında bir köprü oluşturacaklar.
Filistin meselesi çözümlenmeden, Suriye ile İsrail, Lübnan ile İsrail arasında barış yapılmadan bu projenin nasıl gerçekleştirilebileceği belli değil. Projeyi şimdilik yalnızca İsrail olumlu karşıladı.
* * *
Sarkozy’nin tasarımında Türkiye de Akdeniz Birliği içinde yer alıyor. Türkiye’yi Avrupa dışında tutmak, Sarkozy’nin Avrupa politikasının temel taşlarından biri. Avrupa anayasasının referandumla reddedilmesinin bıraktığı boşluğu doldurmak, anayasa tasarısının yalnızca birinci kısmına dayanacak bir kurumsal reform gerçekleştirmek ve bu reformu içerecek yeni bir "mini" antlaşmayı referandumla değil, Meclis kararı ile onaylatmak peşinde.
Onun nazarında Türkiye galiba bu stratejinin gerçekleştirilmesi için feda edilmelidir. Öngördüğü mini antlaşma yolu ile Türkiye’nin önüne kurumsal engeller dikmek isteyecek.
UMP Partisi’nin Avrupa işlerinden sorumlu Genel Sekreteri Alain Lamassoure’ın söyledikleri de aynı çerçevede değerlendirilmelidir. Sarkozy’nin Türkiye politikasına karşı Avrupa çevrelerinden gelen kuvvetli tepkiler, UMP’nin akıl hocalarını etkilemişe benzemiyor.
İyi de yeni yönetimin Türkiye ile üyelik sürecinin iptalini nasıl sağlayabileceği pek anlaşılamıyor. Üyelik müzakerelerine son verilmesi için AB Konseyi’nin üçte iki çoğunluğunun kararı gerek. Bunu sağlamak çok zor. Fransa’nın yapabileceği olsa olsa haziranda yeni üç başlığın müzakereye açılmasını veto etmekten ibaret.
Bu üyelik sürecini geciktirebilir, fakat sona erdirmez. Avrupa sınırlarının tarifi yolu ile üyelik sürecini iptalinin kabul görmesi de beklenemez.
* * *
Roma Antlaşması’na göre bir Avrupa devleti kimliğiyle üyelik müzakerelerine başlama aşamasına gelmiş bir ülke hakkında bundan böyle Avrupa coğrafyası içinde sayılamayacağı iddiası, diğer AB ülkelerine kabul ettirilemez.
Kaldı ki, sınırların tarifi, AB’nin uzun vadeli vizyonunu ipotek altına alır.
Türkiye’nin Fransa’nın girişimlerine karşı yapabileceği az şey yok. Ne yazık ki en kritik bir dönemde çok ciddi bir kriz içinde bunaldığından etkin ve inandırıcı bir siyaset gütmek imkánından halen mahrum.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2007
BİRKAÇ günden beri Paris’teyim. Televizyonlarda ve yazılı basında Nicolas Sarkozy’nin geçmişi, kişiliği, ekonomik ve politik programı hakkında bitmez tükenmez tartışmaları biraz izledim. Bunun ötesinde yeni cumhurbaşkanını çok uzun yıllardan beri tanıyan bazı eski dostlarımla da konuşmak fırsatını buldum.
Görebildiğim kadarıyla, özellikle liberal diyebileceğimiz kesim genellikle seçimden memnun, fakat gerçekten liberal olduğuna inandıkları Sarkozy’nin tam bir pazar ekonomisi politikası güdebileceğini sanmıyorlar. Çünkü Fransa’da liberallerin oranı yüzde 15’i aşmıyor.
Sarkozy bu yüzden "Colbertisme", hatta "Bonapartisme" olarak nitelendirilen devletçilik söylemlerini de seçim propagandasında bol bol kullanmaktan geri kalmadı.
Bir yandan Fransız ekonomisinin rekabet gücünü kaybetmesine ve gerilemesine geniş ölçüde neden olan haftada 35 saat çalışma sınırına son verilmesi gerektiğini vurgularken ve vergi indirimleri öngörürken, diğer yandan yabancı yatırımcıların Fransa’nın önemli milli şirketlerini ele geçirmesine karşı çıkıyor.
* * *
Ulaşım sektöründe sık sık başvurulan grevlerde sendikal özgürlüklerle pek bağdaşmayan şekilde asgari hizmeti sağlayacak kısıtlamalar öngörüyor. Fakat Fransa’da bazı tepkiler de çok şaşırtıyor.
Örneğin, Sarkozy, eskimiş olan yüksek öğretim sistemini değiştirmek, üniversitelere daha fazla özerklik vermek istiyor, fakat buna öğrenciler muhalefet ediyorlar ve greve gidiyorlar!
Sarkozy’nin Fransa’nın en zengin patronlarıyla yakınlığı hiçbir zaman sır değildi, ancak seçim zaferinin akşamı ünlü Fouquet’s restoranında kutlama için onların bazılarıyla buluşması, bir hayli tepkiye yol açtı. Yemeği ikram eden Fouquet’s’in sahibi, o gece yeni cumhurbaşkanını, restoranın yanında yeni açılan otelinin gecesi 8500 Euro olan kral dairesinde misafir etti.
Bu da yetmedi, ertesi günü Sarkozy, Havas haber ajansının ve bazı gazete ve televizyonların patronu olan Vincent Bollore’nin özel uçağı ile Malta’ya gitti ve orada onun 60 metrelik yatı (yine de Bodrum’da gördüklerimizden daha mütevazı) ile geziye çıktı.
Fransa’nın siyasi mizah gazetesi "Le Canard Enchaine" fırsatı tabii kaçırmadı, manşetinde "Cumhuriyetin sefakárı" sıfatını yapıştırıverdi. Sarkozy’nin bu tedbirsizliği daha çok görgüsüzlüğüne atfediliyor.
Gazeteler daha önceki cumhurbaşkanlarının da lükse düşkün olduklarını, her nedense Fransa’da iktidara gelen politikacıların en zenginlerle aynı düzeyde bir hayat sürmek sevdasına kapıldıklarını yazıyorlar. Bu arada Jacques Chirac’ın lüks otel merakı ve eski Lübnan Başbakanı ve büyük işadamı merhum Hariri ve ailesiyle yakınlığı da unutulmuyor.
* * *
Sarkozy’nin ilgi çeken davranışları bundan ibaret değil. İkinci Dünya Savaşı zaferinin kutlandığı 8 Mayıs’taki merasime Malta koylarında seyrettiği için katılmadı. Buna karşılık 1848’de Fransa’da köleliğin kaldırılmasının yıldönümü töreninde hazır bulunmayı seçti.
Bunda da çelişki görenler yok değil; çünkü Sarkozy geçmişinden dolayı bir milletin dövünmesine taraftar değil. Seçim gecesindeki nutkunda milli kimliği ve gururu öne çıkaracağını söylerken maziye dayalı suçluluk duygusunun "bir nevi kendinden nefret olduğunu ve bellekler rekabetinin başkalarına karşı nefreti beslediğini" belirtmişti. Umarız ileride bu sözlerini unutmaz.
Evet, Sarkozy’ye eleştiriler yağıyor. Geçmişi ve politik ihanetleri de hatırlatılıyor. Ne var ki cumhurbaşkanlığı koltuğuna 16 Mayıs’ta oturacak. Büyük olasılıkla partisi UMP de Milli Meclis seçimlerinden galip çıkacak.
François Bayrou’nun partisinde çözülme başladı. Sosyalist Parti’de ise seçimlerden sonra bölünmeler bekleniyor. En az beş yıllık bir Sarkozy devri başlıyor.
Sarkozy’nin dış politikası hakkındaki değerlendirmeleri bir başka yazımda ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2007
FRANSA’da, beklendiği gibi Nicolas Sarkozy cumhurbaşkanlığına seçildi. Yeni cumhurbaşkanı, seçim kampanyası sırasında Türkiye’nin AB üyeliğine şiddetli muhalefeti hakkında en ufak bir tereddüde yer bırakmamıştı.
Onun nazarında Türkiye, Avrupa coğrafyasına dahil değildir ve Türkiye’nin katılması, siyasi Avrupa projesinin sonu olur. İyi de, Sarkozy’nin tutumu yüzünden müzakere sürecinden herhalde vazgeçecek değiliz. Onun da bu süreci tek başına durdurabilmesi kolay olmayacaktır.
Bu nedenle Sarkozy yönetimine karşı bir süre Amerikalıların "benign neglect" dedikleri ve Türkçeye "iyi niyetli ihmal" şeklinde çevrilebilecek bir politika gütmekte zannedersem yarar var. Ne derhal çatışmacı bir davranış içine girilmeli, ne de hemen ikna etmeye çaba harcanmalıdır.
* * *
Politikacıların iktidara geldikten sonra fikir değiştirdikleri az görülmemiştir. François Mitterrand yönetimi de 1980’lerin başında olabileceği kadar Türkiye aleyhtarı bir tutum benimsemişti. Daha sonra Mitterrand, rahmetli Turgut Özal ile çok iyi bir diyalog içine girdi.
Sarkozy’nin Atlantikçi ve ABD’ye yakın olduğu, Fransız iş çevrelerinden destek gördüğü unutulmamalıdır. Onu dolaylı yollardan etkilemeye çalışmalıyız.
Şu sırada, Türkiye’deki seçim ortamında karşılaştığımız inanılmaz politik ve hukuki karmaşa, tutarlı bir politika gütmek imkánını zaten vermemektedir. Gümrük Birliği Protokolü yüzünden kısmen askıya alınmış olan AB sürecinin Türkiye’deki siyasi gelişmelerden de kaçınılmaz olarak olumsuz etkilendiği görülüyor.
Yine de AKP Hükümeti, AB ile biriken sorunların çözümünün ertelenmiş olmasına rağmen, 2007-2013 döneminde AB’ye uyum doğrultusunda bir yol haritası hazırladı. Program, esasında, Türkiye’de vatandaşların günlük hayatını doğrudan etkileyen alanlarda yapılacak düzenlemeleri öngörüyor.
Tüketici hakları, taşımacılık, sağlık hizmetleri, çevre, sendikal haklar, yargılama sisteminin basitleştirilmesi gibi birçok alanı kapsamına alıyor. Pragmatik ve akılcı bir yaklaşım. AB üyesi olsak da, olmasak da Türkiye’nin öncelikleri bu yoldan gerçekleştirilebilir.
* * *
AB üyelik sürecinin bugüne kadar birçok başka kazanım getirdiği de göz ardı edilemez. Birbirini izleyen demokratik reform paketleri, temel vatandaşlık hak ve özgürlüklerinin, siyasi hakların ve hukuk devletinin güçlenmesi yolunda ilerlemelere imkán verdi.
Ülke çapında son gösterilerin de doğruladığı gibi, demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan sivil toplum çok daha kuvvet kazandı ve pro-aktif oldu. Üyelik perspektifi, Türkiye’ye rekor oranda yabancı sermaye girmesine, makro ekonomik dengelerin istikrarına, piyasaların aşırı kırılganlıktan kurtulmasına katkıda bulundu.
Buna karşılık, AB ve genellikle Batı aleyhtarlığı üreten bağnaz ve dogmatik yaklaşımların, kalıp fikirlerin, yabancılara, azınlıklara ve diğer dinlerden olanlara karşı tahriklerin sebep olduğu tahribat büyüktür.
* * *
Genel seçimler ve cumhurbaşkanı seçimi, siyasi istikrarı bozmadan sonuçlanabilirse, yeni hükümetin AB konusunda kapsamlı bir değerlendirme yapmaya öncelik vermesi çok isabetli olur.
Bundan sonra artık bir adım ileri, bir adım geri siyasetini devam ettiremeyiz. Her şeyden önce yaygın dezenformasyon kampanyaları ve komplo teorilerinin etkisi altında gerçekleri görmekte ve rasyonel tercihlere yönelmekte sıkıntı çeken kamuoyunu aydınlatmak gerekecektir.
Türkiye’nin birleştirici bir vizyona mutlak ihtiyacı var
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2007
CUMHURBAŞKANLIĞI seçiminin tetiklediği kriz hukuk-siyaset ilişkisini yeniden gündeme getirdi. Tartışmaların ortaya çıkardığı bir gerçek üzerinde bence mutlaka durulmalıdır. Diğer yasalarımız gibi Anayasa hükümlerinin yazılış biçimi çelişkili ve hatta birbirine tamamen zıt yorumlara elverişlidir. Bırakın cumhurbaşkanı seçimi turlarında toplantı yeter sayısı üzerindeki görüş ayrılıklarını, Sezer’in görev süresi sona erince yeni cumhurbaşkanı seçilinceye kadar Çankaya’da kimin oturacağı konusunda oydaşmaya varılması bile bir hayli vakit aldı.
* * *
Toplantı yeter sayısı hakkında Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karara gelince, içinde bulunduğumuz krizin politik çözümüne özlü bir katkı yaptığı genel kabul görmekteyse de, hukuki tutarlığı hálá sorgulanmaktadır. Bunun da ötesinde, kararın gelecek cumhurbaşkanı seçimlerini nasıl etkileyeceğini merak etmemek mümkün değil. 96. ve 102. maddelerin amacı 1980’den önceki seçimlerdeki kilitlenmeleri önlemekti.
Anayasa Mahkemesi’nin içtihadı ise bundan sonraki seçimlerde yine aynı kilitlenmelere yol açacak niteliktedir. Şimdi bütün bu sakıncaları önlemek amacı ile Anayasa’da oldukça kapsamlı değişiklikler içeren bir öneri paketi hazırlanmış bulunuyor, fakat paketin içinde de tutarsızlıklar eksik değil.
* * *
Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesi önerisi de paketin bir parçası. Peki bu yöntem bundan sonra cumhurbaşkanı seçimlerinin sorunsuz geçmesini sağlar mı?
Bu soruya da cevap vermek kolay değil. Halkın oyuna başvuru, TBMM’deki aritmetik veya Anayasa Mahkemesi’nin içtihadı yüzünden seçilme şansı zayıf bir adayın daha kolay seçilmesini sağlayabilir, fakat aday tartışmalı ise kutuplaşmalar ve siyasi gerginlik azalmaz. Belki de daha fazla artar.
Diğer taraftan, Anayasa’da cumhurbaşkanına tanınan yetkiler yeniden tarif edilmeden halkoyu ile seçime gitmenin ne kadar isabetli olduğu şüphelidir. Genellikle ancak başkanlık veya yarı başkanlık sistemlerinde direkt seçim uygulanır. Direkt seçime bu sistemlerden birini kabul etmeden geçmek, cumhurbaşkanına daha fazla yetki verilmesi baskısını ister istemez yaratacaktır.
Türkiye’nin siyasi gerçekleri ve kültürü, politik liderlerimizde hiç eksik olamayan otokratik eğilimler ışığında başkanlık veya yarı başkanlık sisteminin riskleri çok iyi hesap edilmelidir.
* * *
Her neyse, cumhurbaşkanının halk tarafından secilmesine imkán verecek anayasa değişikliğinin 22 Temmuz’a kadar yetişmesi ihtimalinin zayıf olduğu anlaşılıyor. Yarın Meclis’te mucizevi bir şekilde 367 oy bulunamazsa, cumhurbaşkanını yeni Meclis seçecek. Doğrusu da budur. İyi de, aynı kilitlenmenin tekrarı nasıl önlenecek, o belli değil.
Türkiye’deki gelişmelere dış tepkileri göz önünde bulundurmakta yarar var. Geçen çarşamba akşamı, Fransa’da iki cumhurbaşkanı adayı televizyonda tartıştılar. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı bilinen menfi tutumunu tekrarlayan Sarkozy’ye cevabında, Royal, Türkiye’nin demokratik ve laik bir devlet olduğunu belirtirken "Türkiye’deki mitingleri görmediniz mi?" diye sordu.
Gerçekten de, Ankara ve İstanbul mitingleri ve bazı konuşmacıların laikliği savunurken aynı zamanda askeri bir müdahalenin çare olmadığını vurgulamaları, Türkiye’de demokrasinin gücünü kanıtlamıştır. Sivil toplumun sergilediği olgunluk politikacılara ve kurumlara da örnek olmalıdır.
Meclis’te çoğunluğu elde etmenin açık çek anlamına gelmediği, oydaşma arayışının gerekli olduğu, her şeye hayır diyen yıkıcı ve gürültücü bir muhalefetin demokrasiye hizmet etmediği, herkesin demokratik sürece güvenmesi gerektiği bilincine artık varılmalıdır.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2007
DEMOKRASİLERDE çareler tükenmez, sözünü sürekli duymamıza rağmen, bunların tükendiğine az şahit olmadık. Ve ne zaman çaresiz kaldıysak, ağır bir bedel ödedik. Yakın tarihimizi ele alırsak, Türkiye’nin 1983’ten beri inişli çıkışlı bir yolda yürüdüğünü, politik buhranların eksik olmadığını, karşılaştığımız açmazların bazılarını demokrasi sistemi içinde çözümleyebildiğimizi, bazen de sistemle bağdaşmayan, fakat ne de olsa sistemin devamını sağlayan yöntemlere başvurduğumuzu görürüz.
Ancak bütün bu yıllarda, daha doğrusu 1950’den beri, iktidar ile muhalefet arasındaki kıyasıya mücadelenin, demokrasiyi koruma konusunda ortak bir iradeye imkán bırakmadığı da bir gerçektir. Bugünkü tehlikeli kilitlenmenin arkasında yine bu olgunun etkisi göz ardı edilemez.
* * *
Cumhurbaşkanlığı seçiminde bugün hemen herkesin hesap hatası yaptığı söylenebilir. Şayet Başbakan, Genelkurmay’a, eşi türbansız bir kimsenin seçileceği izlenimini açıkça vermiş ve daha sonra TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın ısrarı sonucunda Abdullah Gül’ü aday göstermişse, bunun tepkisiz kalmayacağını öngörmeliydi.
Genelkurmayın ise Gül’ün adaylığı belli olduktan hemen sonra, birinci turdan evvel, tepkisini ilk önce kapalı kapılar arkasında göstermesi ve netice alamadığı takdirde müdahaleye açık kapı bırakan bir açıklama yapması herhalde daha doğru olurdu. Kamuoyuna intikal eden bir ihtilafın taraflardan birinin gerilemesiyle çözümlenmesi hep daha zor olur.
Genelkurmay açıklamasında sözü geçen irticai faaliyetlere gelince; bunda hükümetin sorumluluğu şüphe götürmez. AKP hükümeti, laiklikle bağdaşmayan tutum ve davranışlara destek veya müsamahanın inandırıcılığını yitirdiğini bir türlü anlayamamış, anlamak istememiştir.
* * *
Ne var ki, Türkiye’de bugün bir askeri müdahalenin eski müdahalelere oranla çok daha vahim sonuçlar doğuracağı görmezlikten gelinemez. 2007’nin Türkiye’si 1960, 1971 ve 1980 Türkiye’sinden çok farklıdır. O yıllarda Türkiye çok daha fakir bir ülkeydi, Türkiye ekonomisi dünya ekonomisinin, küreselleşmenin bir parçası değildi.
Bir müdahalenin ekonomik sonuçları sınırlıydı. Borsa neredeyse yoktu. Bugün ise ekonomik dengelerin bozulması, sıcak paranın kaçması, direkt sermaye yatırımlarının durması, çok kapsamlı bir ekonomik daralmaya yol açar. Siyasi sakıncalar daha az önemli olmaz.
AB ile iplerin kopmasının ötesinde, Avrupa Konseyi’nde 1980’deki hoşgörüden yararlanabileceğimiz çok şüphelidir. Türkiye’nin siyasi konumu ve prestiji, uzun yıllar tamir edemeyeceğimiz bir darbe yer.
En önemlisi, Türkiye’nin bugünkü toplum dokusu bir müdahaleyi kaldıramaz. Ordunun kendi bünyesi de, ne kadar sağlam olursa olsun sarsıntı geçirebilir.
* * *
İçinde bulunduğumuz krizden çıkmanın bir yolu, Anayasa Mahkemesi’nin, cumhurbaşkanı seçiminin ilk turları için 367’yi sadece karar alma yeter sayısı olarak değil, toplantı yeter sayısı olarak kabul etmesidir.
Bu takdirde, cumhurbaşkanlığı seçim süreci devam edemeyeceğinden, genel seçime gidilir. Ancak bu yönde bir karar, Genelkurmay açıklamasının gölgesinde alınmış sayılacaktır. Hukuk, politikaya feda edilmiş olur. Anayasa Mahkemesi derin bir yara alır.
Bir başka yol, Abdullah Gül’ün adaylığından feragat etmesi suretiyle seçimlere gidilmesidir. Kuşkusuz kimse onu böyle bir ödüne zorlayamaz. Adaylığı tamamen Anayasa’ya uygundur.
Şimdiki halde krizden çıkış öngörmek çok zor. Cumhurbaşkanı araya girerek bir kompromi bulmaya çalışamaz mı?
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2007
CUMHURBAŞKANI adayı olarak Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün seçilmesi, tartışmaları dindirmişe benzemiyor. Zannedersem, bu konuda dengeli bir görüşe varmak için birkaç unsurun göz önünde tutulmasında yarar var.
Her şeyden önce Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, daha önce Başbakanlık'tan Cumhurbaşkanlığı'na geçenlerden çok daha rahat bir şekilde seçilmek elinde iken, bundan feragat etmesinin takdir edilmesi gerekir. Erdoğan’ın, ileride, Anayasa değiştirilerek başkanlık sistemine geçildikten sonra Cumhurbaşkanlığı'na aday olacağını düşünenler eksik değil.
Olabilir, fakat şimdiden yedi yıl sonrası için spekülasyonların ve niyet yargılamalarının hiçbir anlamı yok. Türkiye’de başkanlık sistemimin kolay kolay kabul edilebileceğini de sanmıyorum.
* * *
Niyet yargılaması şimdi Abdullah Gül’e de yönelik. Yıllarca önce yaptığı konuşmalar ve kullandığı ifadeler hatırlatılıyor. İyi de, insanların değişebileceği kabul edilmelidir. Eski Maoistlerden, hiç değilse akılcı olanlar, bugün demokrasinin ve liberal ekonominin en hararetli destekleyicileri safında bulunuyorlarsa eski "Milli Görüş"çüler benzer bir evrim geçirmiş olamazlar mı?
AKP hükümeti, zaman zaman su yüzüne çıkan bütün dini dürtülerine rağmen, AB üyeliği için en fazla çaba sarf eden, en fazla demokratik reform yapan, başarılı bir ekonomik politika güden bir hükümet olmuştur. Abdullah Gül, AB politikasının daima savunuculuğunu yapmıştır.
Gül’ün AKP içinde bir cumhurbaşkanından beklenilecek uzlaşıcı işlevini en iyi yerine getirebilecek bir kimse olduğu kanaati yalnız Türkiye’de değil, uluslararası çevrelerde de mevcut. Cumhurbaşkanlığı makamına önemli bir diplomatik tecrübe getireceği de muhakkak.
Çankaya’da kendini izole etmeyi yeğleyen, hükümet ile diyalog kuramayan, görüşlerinde hiçbir esnekliğe yer vermeyen, hükümet ile kurumlar arasında uzlaşma aramaya çalışmayan, yabancılar ile temastan hoşlanmayan, hep karamsar mesajlar veren bir cumhurbaşkanı profilinin sakıncaları da unutulmamalıdır.
* * *
Tabii Gül seçilirse bazı ciddi güçlüklerle karşılaşılacaktır. Politik ve kültürel bir simge olarak algılanan türbanın Çankaya’ya çıkışının yaratacağı tepkilerin boyutu bugünden kestirilemez. Bu güçlüğün karşılıklı özveri zihniyetiyle aşılmasına çalışılmalıdır.
Bireysel tercihlere saygı ne kadar gerekliyse, devletin zirvesinde Cumhuriyet'in temel değerlerinin, kültürel simgelerinin ve geleneklerinin korunması konusundaki duyarlılık da aynı derecede meşrudur.
Nihayet, Cumhurbaşkanlığı seçiminin birtakım yapay yöntem taktikleriyle dejenere edilmesi, çok büyük bir hata teşkil edecektir. CHP seçimin ilk turunda üçte iki çoğunluğunun Meclis’te hazır bulunması ısrarından vazgeçmedi. Üçte iki çoğunluk sağlanamazsa Anayasa Mahkemesi'ne başvurmak niyetini korudu.
* * *
Bu satırlar yazılırken TBMM’de ilk turun sonuçları belli olmamıştı, fakat toplantının açılışında 367 sayısına varılabileceği pek olası görünmüyordu. CHP’nin tutumunun, hukuku Anayasa’ya aykırı olarak zorlama anlamına geldiğinde şüphe yoktur.
Anayasa hükümleri, 1980’den önce Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya çıkan kilitlenmeleri önlemek amacını taşımaktadır. CHP’nin yorumu ise yalnızca bu seçimi değil, bundan sonraki bütün Cumhurbaşkanlığı seçimlerini çıkmaza sokacak niteliktedir.
Birçok değerli Anayasa hukukçusu, Anayasa’nın sarih olduğunu ve ilk turda üçte iki çoğunluğun toplantıda hazır bulunmasına lüzum olmadığını vurguladılar. Anayasa Mahkemesi'nin de, Anayasa’nın lafzına ve ruhuna sadık kalacaksa, başka türlü bir karar vermesi beklenemez.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2007
MALATYA’da Protestan kilisesine bağlı üç kişinin Taliban, El Kaide ve Irak’taki dini fanatiklerin kurbanları gibi boğazları kesilerek katledilmeleri, kuşkusuz hepimizi bir vicdan muhasebesine zorluyor. Bernard Lewis’in Müslüman ülkelerdeki geri kalmışlığın nedenlerini inceleyen kitabının başlığından esinlenerek, "nerede hata yaptık" sorusunu sormamız ve bu soruya mutlaka bir cevap bulmamız gerekir. Malatya’daki olayın izole bir olay olmadığı, daha önce de benzer eylemlere girişildiği göz ardı edilemez.
Genellikle, İslam bir barış ve hoşgörü dinidir, şiddet ve teröre cevaz vermez, deniyor. İyi de önemli olan dinin nasıl yorumlandığı ve bu yorumun gerçekte ne gibi sonuçlar doğurduğudur. Eğer dini yorumlar fiiliyatta diğer dinlere karşı nefreti ve şiddeti körüklüyorsa, bu yorumların üzerinde de durulmalıdır.
* * *
Diyanet İşleri Başkanı, isabetli bir açıklamada bulunarak katliamı dine, vatana ve millete ihanet olarak vasıflandırdı ve misyonerlerin faaliyetlerinin bir tehlike teşkil etmediğini belirtti.
Fakat başkanlığa bağlı Diyanet Vakfı’nın "Misyonerlik" kitabında, misyonerliğin Haçlı savaşlarının bir devamı şeklinde gösterildiğini öğreniyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı, tutarlı bir yaklaşımla dini hoşgörüyü sürekli teşvik edecek girişimlerde bulunmalıdır.
Tabii Türkiye’de sorun radikal dini inançlardan ibaret değil. Milliyetçi fanatizm, dini fanatizmle iç içe geçmiş durumda. "Kuran kitabımız, Turan hedefimiz" gibi sloganların yansıttığı "Türk-İslam sentezi"nin çok destek bulduğu bir gerçek. Meselenin bir başka yönü daha var. Laikliğin en ateşli taraftarları, bütün dinlere saygıyı savunacaklarına meydanlarda misyonerliğin ulusal bir tehlike olduğunu ilan edip duruyorlar.
Bir siyasi parti liderine göre misyonerlik, Türkiye’yi bölme senaryolarının bir parçası. Yüksek sorumluluk mevkilerinde, AB ve ABD’yi de Türkiye’yi bölme komplolarının aktörleri olarak görenler çok. Birinci Dünya Savaşı’ndan bitkin çıkmış bir Türkiye bile bölünemedikten sonra bugün nasıl bu amaca ulaşılabilecek, o belli değil.
Bana göre Türkiye’nin bölünmesi için ABD ile büyük AB ülkelerinin Türkiye’yi müştereken işgal etmelerinden başka bir yol yok! Böyle bir olasılık da galiba ufukta pek gözükmüyor.
* * *
Birinci Dünya Savaşı’ndaki göçler ve daha sonra Yunanistan’la ahali mübadelesini takiben İstanbul ve Anadolu’da gayrimüslimlerin sayısında büyük bir azalma olmuştu. Artık bir tehdit oluşturmaları söz konusu değildi. Fakat azınlıklara daima derin bir kuşkuyla bakıldı. Tam Türk vatandaşı olarak algılanmadılar.
Hukuki metinlere bile "Türk vatandaşı yabancılar" gibi ibareler sokuldu. Azınlıklara yönelik önlemler her zaman siyasi otoritenin kararıyla alınmadı. Azınlıkları sürekli milli bir tehlike olarak algılayan bürokrasi çok kere emrivakiler yoluna başvurdu. Azınlıklara karşı duyulan kuşku, din değiştirmelerine de sirayet etti.
Türkiye, halen bütün Müslüman ülkeler içinde en az başka dinden insan barındıran bir ülkedir. Bazı Arap ülkelerinde Hıristiyanların oranı, nüfusun yüzde 10’una kadar varıyor.
Türkiye’de en fazla birkaç bin kişi şimdiye kadar Protestan oldu diye telaşa kapılmak, konuyu rahmetli Ecevit’in yaptığı gibi bir güvenlik tehdidi algılamasıyla Milli Güvenlik Kurulu gündemine taşımak, paranoya değil de nedir?
Türk milletine vehimler aşılayarak siyasi amaçlarına varmaya çalışanlar, ülkenin gittikçe daha kutuplaşmasına ve sonunda bölünmesine hizmet ettiklerini nihayet anlamalıdırlar.
Türkiye’nin dışarıdan kaynaklanan sorunları elbette vardır, fakat içeriden kaynaklanan sorunları çok daha tehlikeli boyuttadır. Çareleri dışarıda değil, içeride arayalım.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2007
SİYASİ ve toplumsal çalkantılar içinde bulunduğumuz bir devrede, enerji alanında, Türkiye’nin yalnızca ekonomik geleceğini değil, Avrupa ile Ortadoğu’da politik ağırlığını etkileyecek gelişmeler yaşanıyor. Ülkemizin bir enerji nakil merkezi haline gelmesini sağlayacak projelerin uygulama aşamasına gelindi. Rusya’nın, Bulgaristan ve Yunanistan ile, Karadeniz’i Ege Denizi’ne bağlayacak Burgaz-Dedeağaç petrol boru hattı üzerinde anlaşmaya varmış olmasına rağmen, Samsun-Ceyhan hattı projesi geçerliliğini korudu ve inşasına başlanıyor. Bu boru hattının kapasitesini dolduracak petrolün nereden sağlanacağı henüz tam belli değil. İki boru hattı rekabet içinde olacaklar. Ancak Samsun-Ceyhan’ın avantajları var. İnşası daha önce başlıyor ve Burgaz-Dedeağaç kadar çevre bakımından sakıncaları yok. Üstelik Ceyhan’da hazır bir altyapı mevcut.
* * *
Gaz açısından da Türkiye jeopolitik denklemin tam ortasında bulunuyor. Gaz tüketiminin %50’sini Rusya’dan temin eden AB, Rusya’nın gazı bir stratejik koz olarak kullanmak istemesinden kaygılı. Economist dergisinin geçen haftaki sayısında belirttiği gibi Sovyetler Birliği askeri gücünü jeopolitik güce çevirmek peşindeydi. Onun nazarında petrol ve gaz askeri masraflarını finanse eden bir kaynaktı. Bugünkü Rusya için ise petrol ve gazın kendisi bir jeopolitik manivela ve bunu fütursuzca kullanabileceğinin kanıtlarını vermekten geri kalmadı. AB bu nedenle gaz ikmal kaynaklarını çeşitlendirmek amacını güdüyor. Türkiye’yi Bulgaristan ve Romanya üzerinden Macaristan’a ve Avusturya’ya bağlayacak Nabucco projesi AB’nin desteklediği bir proje. AB proje çalışmalarını hızlandırmak için bir özel koordinatör de tayin ediyor. Ne var ki, Nabucco hattınından beklenen Rusya’ya bağımlılığı azaltmak, Azerbaycan ve Hazar havzasının, özellikle Türkmenistan’ın gazını ve belki de Ortadoğu gazını Avrupaya sevk etmek iken, Macaristan AB oydaşmasına aykırı bir tutum içine girmekten kaçınmadı. Karadeniz’den ikinci bir Mavi Akım ile daha fazla Rus gazının Avrupa’ya nakline yeşil ışık yakma eğilimine girdi. Türkiye ise AB ülkelerinin büyük çoğunluğu gibi ikinci bir Mavi Akım’a taraftar değil.
* * *
Nabucco projesine Fransa’daki Cumhurbaşkanlığı adaylarının da büyük destek verdiğini kaydetmek gerekir. Le Monde gazetesinin bu konudaki sorularına cevap veren Segolène Royal, 2025’te, bugünkü yılda 500 milyar metreküpe iláveten, Avrupa’nın 250-300 milyar metreküpe daha ihtiyaç duyacağını ve dolayısı ile yeni kaynaklar aranması gerektiğini vurguladı. Sarkozy’ye gelince, Nabucco projesinin AB enerji güvenliği için çok önemli olduğunu ve aynı zamanda Türkiye ve gaz üreticisi Hazar bölgesi ülkeleri ile işbirliğini arttırmaya yaracağını düşünüyor. Nabucco projesinin, gerçekleştiği takdirde, AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin ve üyelik sürecinin kritik bir unsurunu teşkil edeceğini söylemek abartılı olmayacaktır.
* * *
Enerji alanında bir diğer gelişme de öngörülen üç nükleer santralın gerçekleşmesi aşamasına nihayet gelinmesidir. Hukuki zeminin hazırlanmasından sonra 7-8 yıl içinde Türkiye’nin bu santrallara kavuşması enerji güvenliğimize katkıda bulunacağı gibi bölge ülkeleri ile aramızdaki nükleer teknoloji açığını kapatmaya yarayacaktır.
Ülkemizde sürekli pompalanan karamsarlık havası içinde başarılar gözden kaçmamalıdır. Türkiye’nin birkaç yıldan beri katettiği mesafeyi küçümsemek kendimize karşı haksızlık olur.
Yazının Devamını Oku