Geçen sezon futbolun dışında bir türlü dinmeyen fırtınalar yaşadık. Futboldan ziyade hergün konuşulan şike konusu hem bizleri, hem de halkımızı adeta sinir sahibi yaptı.
Bir ara bundan böyle artık yeter "dostluk" kazansın dediler ama olmadı, olmayacaktır da... Önce Ali Yıldırım çıkıyor, Lutfi Arıboğan'a çatıyor. Arkasından Adnan Öztürk de bu sataşmalara dayanamayıp işi " tarlaya" sürdü.
Tarla o kadar büyükmüş ki hasat mevsiminden sonra anız ateşine maruz kalmasınlar, "toprak meyve vermez" deyince, daha olaylar soğumadan bir yanıt da Fenerbahçe'den Deniz Tolga Aytöre ile işi kasalara, milyon dolara akıtarak geldi. Boks maçı gibi her raundda biri çıkıp öne geçmek istiyor.
Yıllardır bu mesleği yapıyorum. Başkanlar aynı, yöneticiler aynı , medya aynı.
Avrupa'da ise takımlarının hastaları olanlar, oyuncu hakkında nasıldır, neler yaptı, neler yapmadı diye hep onu takip eder.
Aslında ülkemizdeki ağırlığı, " Bugün bizim takım hangi oyuncuyu aldı, hangi oyuncu gitti. Şunu alsak daha iyi olurdu, bu bize yaramaz , diyerek bir araya geliyorlar, takım muhabbeti yapıyorlar...
Statlara niçin koşuyorlar? Yöneticilere değil, takımım nasıl oynuyor, neler yapıyor diye...
Yönetici takımını iyi tutmak, gelecek için daha iyi neler yaparım çabası içinde olmaları için seçiliyorlar...
Türkiye'de hele ki büyük takımın yönetici olduğunuzda " On dönüm bostan, yan gel yat Osman" vitrininde her zaman yeriniz hazır olur...
Söyleyeceğim tek şey " Herkes kendi takımı ile ilgilenmeli, uzun zamandan bu yana yalnız kendi ligimizde birbirimizi yiyiyoruz. Biraz da Avrupa'ya çıkıp o takımları yesek bitirsek daha iyi olmaz mı?