Paylaş
AÇIK bir bilgidir ki, Maveraünnehir, bilhassa bugünkü Orta Asya, 13. ve 14. yüzyıllarda bugünkü İran İslam Rönesansı’nın canlı köşelerinden biriydi. İbn Sînâ, Bîrûnî, Mâverdî gibi isimler; ister tıp, ister astronomi, matematik, tarih, coğrafya, isterse felsefe alanında dünyanın iki ucu arasında -Endülüs ile Doğu İran ve Maveraünnehir arasında- bilgi alışverişinde bulunurdu. Ana dili Farsça olan, ancak Arapça yazıp konuşan bilginlerin yanı sıra Türkler de bu entelektüel ortamda önemli bir yer tutuyordu. Türk tarihine, Dîvânü Lugâti’t-Türk kadar derinlikli bir sözlük yazılmamıştır. Fârâbî gibi isimler eşsizdir. Arap gramerini Fars asıllı bilginler işlerken, İslam’ın nakli ilimlerinde de onların sözü geçerdi. Ali Kuşçu, Timurlenk’in torunu Uluğ Bey zamanında, bu büyük âlim ve hükümdarın himayesi altında yetişmiştir.
Fatih Sultan Mehmed ve Ali Kuşçu
BİRÇOK ESER KALEME ALDI
“Cehaletiyle meşhur Rum” deyimi, bazı durumlarda Orta Asya ve İran’da kaynayan ilim muhitinde tutunamayan ya da ulema arasındaki çirkin mücadelelerin harcadığı insanları emen bir coğrafya olmuştur. Doğudakilerin Anadolu için kullandığı bu ifadeye rağmen Anadolu, eksiklerinin farkında olarak, medreselerden cami yapımı ve dekorasyonuna kadar Tebriz, Horasan, İsfahan ve Maveraünnehir bölgesinden ve Orta Asya’dan ulemayı ve sanatkârları kendine çekmekten geri durmamıştır. Bu isimleri davet etmekte tereddüt etmemiştir.
Ali Kuşçu, Fatih Sultan Mehmed’e ilk önce Uzun Hasan’a (Hasan Padişah) hizmet ederek ulaştı. Bu dönemde birçok eser kaleme aldı. Günümüze ulaşanlardan biri, astronomiyle ilgili Farsça bir kitap olan Risale fil-Heye’dir. Orijinal kopyaları buradan dünyaya yayılmış, o dönemde Farsçadan Türkçeye de çevrilmiştir. Er-Risaletü’l-Muhammediyye fi’l-Hisâb gibi, sayısı onu aşan eserleri olduğu bilinmekle birlikte, kaybolan eserlerinin de bulunduğu tahmin edilmektedir. Ali Kuşçu, 15 Aralık 1474 tarihinde Türkiye’de vefat etti ve Eyüp’te defnedildi.
ATILIMLARIN KÖKÜ BURADA
Fatih Sultan Mehmed, Rönesans Avrupa’sında örneği görülmeyen özgün bir aydındı. Arapça ve Farsçadaki mükemmeliyetinin yanı sıra İtalyanca ve eski Yunancayı da iyi bildiği, sadece Türk kaynaklarında değil, yabancı kaynaklarda ve Bizans’ın son döneminde de hayranlıkla ifade edilmiştir. Resim sanatına yakınlığı, gençliğinde bu konuda eskizler yaptığının bilinmesiyle de dikkat çeker. Doğu Akdeniz’de yaşayan bu özgün aydın hükümdarın çevresini ilk olarak Ali Kuşçu gibi Asya’dan gelen âlimler sardı. Rönesansımız, durgunlaşsa da, 20. yüzyıla büyük bir tarihi kırık ya da uçurumla değil, yoğunluğunu kaybederek ve yavaşlayarak ulaştığı açıktır. Aksi takdirde, 19. yüzyılda orduda tıbbın, kimyanın, veterinerliğin ve coğrafyanın kendi ölçülerimiz içinde gelişmesini; Batı ilmi ve üniversitesine doğru yüksek okullar aracılığıyla atılan adımları izah etmek mümkün değildir. 20. yüzyıl Türkiye’sinin atılımlarının kökü buradadır. Eksikliklerinin ve gereken yoldan sapmalarının köklerini de burada aramak gerekir.
MEDENİYET TARİHİMİZİN MARATONU
- 1474 yılı 15 Aralık, Ali Kuşçu’nun ölüm yılıdır. Şu anda 550. yılını anıyoruz.
1526 Mohaç Zaferi, Avrupa’daki hâkimiyetimizin ve yerleşmemizin ilk önemli adımlarından biridir ve iki yıl içinde bu askerî zaferin 500. yılını anacağız. Ancak unutmayalım ki, Macaristan, Orta Avrupa’nın Rönesans’ı temsil eden bir ülkesiydi. Balkan milletlerinin kendilerine atfettikleri bu döneme ait Rönesans olayı mübalağa olsa da, Macaristan bu kapsamda bir istisnadır- edebiyatıyla, musikisiyle, mimarisiyle.-
Unutmayalım, Kanuni Sultan Süleyman, Batı müziğini icra eden ya da öğrenen bir Türk değildi, ancak bu müziği dinlemeye meraklı olduğu vekayinamelerden anlaşılmaktadır. Maddi bir kanıt isterseniz, Buda’da Macar kralı Mátyás Korvinus’un sarayındaki kütüphaneden alınarak Osmanlı topraklarına getirilen musiki mecmualarını gösterebiliriz. Bu eserlerin Topkapı Sarayı’nda yeniden tamiri ve değerlendirilmesi, yaklaşık 30 yıl önce Macar Bilimler Akademisi ile Topkapı Sarayı’nın işbirliğiyle gerçekleştirilmiştir. Bu, bir dönemin Macar kültürünün Topkapı Sarayı’nda muhafaza edildiğini gösterir.
İLİŞKİLER DİPLOMASİYLE YÜRÜTÜLÜYORDU
1925 yılında Ankara Hukuk Mektebi’nin kuruluşunun 100. yılını gelecek yıl kutlayacağız. Hukuk inkılabımızdan önce eğitim vermeyi amaçlayan bu girişim, o dönemde başarılı bir başlangıç yapamamış olsa da niyeti olumluydu. Özellikle merhum hocamız Coşkun Üçok’un öğrenciliği sırasında edindiği tecrübelerden aktardığına göre, girişim pek başarılı değildi, ancak 1933 üniversite reformuyla gereken atılım yapılmıştır. Bu okulun kuruluşunun bu yıl içinde hakkıyla anılmasını, hukuk tarihi eğitimindeki geçmiş ve bugünkü sorunların ele alınmasını hararetle tavsiye ediyoruz.
1926 yılı, hiç şüphesiz, Türk hukukunun Romanizasyonunda ikinci safhadır. İlk safha nedir diye soracak olursanız, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan itibaren Türk devletinin, bürokrasisinin uluslararası hukuka yakınlaştığını ve en azından Westphalia sistemini öğrenmeye başladığını söyleyebiliriz. Batı ile ilişkiler sadece savaşlarla değil, ticaret ve yoğun diplomasiyle de yürütülüyordu. Türkiye’yi bugünkü hukuk platformuna yaklaştıran bu başlangıçtır. Bu nedenle, 2026 yılını bu konularda akıllıca kutlamalar için ele almak gerekir; belki de geç bile kaldık.
2026 yılı ayrıca Bakü Türkoloji Kongresi’nin 100. yıl dönümüdür. Fuad Köprülü’den Ağam Alioğlu’na, Sovyetler Birliği topraklarındaki Türkologlar, kuvvetli Alman ekolü ve Dârülfünûn Edebiyat Fakültesi’nin ağır toplarıyla temsil edilen bu kongrede, harf devrimi gibi önemli konular tartışılmıştır. Sol komünist dünyayla başlayan soğukluk nedeniyle bir süre ara verilen bu ilişkiler, 1965’ten sonra Ankara ve İstanbul Edebiyat Fakültelerinde devamlı düzenlenen Türkoloji ve Türk Tarih Kongreleri ile yeniden tesis edilmiştir.
DOĞRU VE TİTİZ YAZILAR YAZMAK GEREKİYOR
O dönemin gençliğini oluşturan nesil, bugün literatürde duyduğumuz birçok bilgini Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ve Türk Tarih Kurumu’nun merdivenlerinde seksiyonları dolaşarak tanımış ve onlarla konuşma imkânı bulmuştu. Çağdaş Türkiye’yi şekillendiren ancak zamanla gölgede kalan bu dönemi tekrar değerlendirmek için 2026 yılı bir vesile olmalıdır.
Tabii ki, 1928’in 100. yılı, harf inkılabının yıl dönümü de yaklaşıyor. 2028’de bu olayın ciddi şekilde ele alınması, 1500 yıldır kullanılan Türk yazı dilinin yeniden değerlendirilmesi ve yapılanların bilançosunun çıkarılması gerekmektedir. İnşallah bu dönüm noktası üç yıl sonra kuru bir konferansla geçiştirilmez.
1432 ve 2032, Türk tarihinin önemli Rönesans münevverlerinden biri olan Fatih Sultan Mehmed’in 600. doğum yıl dönümüdür. Bu büyük aydın kafa ve genç mareşali anmak için şimdiden doğru ve titiz bir şekilde yazılar yazmaya, çizimler yapmaya ve bu olayı değerlendirmeye başlamamız gerekiyor.
RAHMİ KOÇ TEKNOLOJİ MÜZESİ
RAHMİ Koç Teknoloji Müzesi’nin kendine özgü özellikleri vardır. Belki Amerika’da, Detroit’teki Ford Müzesi veya Viyana’daki Arsenal Müzesi kadar eski bir tarihe sahip değildir. Oradaki teşhirle kıyaslandığında farklı yönleri tartışılabilir, ancak bu müze dizisinde geri kalınmadığı görülür. Bununla birlikte, müzenin bir alanı diğerlerinden daha orijinaldir. Bu müzede orijinal eski modellerin yanı sıra maketler ve özellikle üretimde kullanılan ilk deneme modelleri de yer alır. İşte bu özellik, müzenin en orijinal tarafını oluşturur.
BU MÜZE KENDİNE ÇEKİYOR
İkinci önemli unsur ise müzenin işleyişidir. Eksik parçaların ve modellerin envanteri yapılır; bulunamayan parçalar için arayış sürdürülür. Sergilerde bu tür parçalar geçici teşhire sunulur ve dünyanın öbür ucunda olsa bile getirilir. Müzenin koleksiyonunda bu tür modeller de bulunmaktadır.
“Beygir Gücü” sergisi, günün her saatinde her yaştan ziyaretçiyi, özellikle de çocukları ve gençleri neşe ve merakla kendine çeken bir alandır. İkinci pavyonda nadir at heykelleri de sergileniyor. Bu serginin, bu yılın en önemli etkinliklerinden biri olduğunu düşünüyoruz. Bu tür sergilerin devamlı olmasını temenni ediyorum.
İstanbul, müzecilik alanında çok önemli atılımlar yapıyor. Bu gelişmelerde Koç müzelerinin, özellikle Teknoloji Müzesi’nin büyük bir payı olduğunu teslim etmeliyiz.
2024’ÜN KELİMESİ
TDK ve Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi (İLAUM) işbirliğiyle yılın kelimesi seçilmesi için anket yapıldı. “Kalabalık yalnızlık” gibi, iki sıfattan isme çevrilmiş bir kelime seçildi. Kullanımında kafiyeden başka hiçbir özellik yok. Anlam olarak son derece kafa karıştırıcı. Soyut, sentetik bir kavram olmakla birlikte basit bir tasviri birleştiren, gramer bakımından da adeta “hanedanlık” kelimesine benzer kaba bir kafiye. Bu terimi bizim nesil duydu. 1950’lerde “The Lonely Crowd” başlığıyla çıkan, Yale profesörlerinden David Riesman’ın eseriydi. Refah düzeyi ve organizasyon bakımından kendisiyle çok övünen ABD ve Batı Avrupa toplumlarındaki geleceğin krizini haber veriyordu. Problem, dikkat çekildiği kadar da büyüktü. Bu kelime, sosyolojimizde “yalnız toplum” diye çevrildi ve doğru da kullanıldı.
SAKINCALI BULUYORUM
Bu nedenle, böyle bir kelimenin hiçbir akademik kontrole başvurmadan kabul edilmesini sakıncalı görüyorum. Dil çok önemlidir. Maalesef TDK, 1940’lardan beri kimin idaresinde ve kimin hâkimiyetinde olursa olsun şuursuzca, bazen doğru dürüst deyimleri ortaya koysa da, geniş bir tarama ve değerlendirme ile fonetik laboratuvar çalışması yapmadığı için çok yanlış kelimeler (sözlükler) belirliyor. Kurumun bu huyu devam ediyor. Kullanmamanızı tavsiye ediyorum. Bunun adı “yalnız kalabalık”tır, “münzevi kalabalık” da olabilir. Önce bu kelimeyi seçime sunanlar, kavramı anlatan ve ele alan sosyolojik eseri okusalardı.
YENİ YIL MESAJI
İNŞALLAH gelecek yıl, gönül dinlendirici ve hoş kokulu yazılarla tamamen dolmasa da daha çok iyi şeylere yer vereceğimiz bir yıl olur. Hepinize şimdiden sağlıklı ve mutlu yıllar diliyorum. Toplum ve yurt olarak hak ettiğimiz güzel günlere ulaşmamız dileğiyle.
Paylaş