Paylaş
Topkapı Sarayı’nın deprem hattında olduğu uzmanların birleştiği bir noktadır. Marmara’ya bakan duvarlarda tahribat, 17 Ağustos 1999 depreminden beri gündemde. 2009-2015 yılları arasında Kandilli Rasathanesi müdürümüz, benim liseden arkadaşım Prof. Mustafa Erdik ve yine memleketin jeoloji alanında uluslararası bir şöhreti olan Celal Şengör, Saray’la bizzat yakından ilgilenmektedirler ve söyleyip yazdıkları hiç iç açıcı şeyler değildir.
‘HIRSIZ GİRER’ DİYEREK AHŞAP KUBBELERİ KALDIRDILAR
Mesele sadece doğa da değil. Ankara bürokrasisinin de saray üzerinde bilgisiz tasarrufları olmuştur. Örnekler verelim. 2. Dünya Savaşı’nın Türkiye’ye sıçrama ihtimali, bütün İstanbul kütüphanelerindeki kıymetli yazmaların ve Topkapı’daki nadide eserlerin Anadolu’ya nakline sebep olmuştu. Savaş bittikten sonra bunlar geri getirilirken her vakit âdet olduğu üzere uzman olmayan çokbilmişler mevki ve makamlarına göre emirler yağdırdılar. En gülünçlerinden biri de, Hazine Dairesi’ndeki kubbelerin ahşap konstrüksiyonuydu (“Efendim böyle şey olur mu, hırsız girer” diyorlardı). Bu tip ahşap kubbelerin Harem bölümünde de var olduğundan haberleri bile yoktu tabii.
SARAY ÇİMENTOYLA TANIŞTI
Kubbeler kaldırıldı, çimento ve taşın marifetiyle temellerin üzerine bir ağırlık bindi; Saray genelindeki bazı bölümler beyaz çimentoyu tanıdı. Üstelik yaz-kış çimento yüzünden terleyen duvarlar, Saray’daki havalandırma sisteminin en büyük sorununu meydana getirdi.
Yeniden ahşaba dönmek kolay değil. Bu ağaçlar sadece Kanada’da mevcut ve onun da ihracatı durmuş. Fakat Kanada Başbakanı’nın ziyareti sırasında problemi kendisine açtığımızda, “Biz size bu ağacı veririz” diye söz vermişti. Kanadalıların verdikleri sözün yerine getirilmesi için faaliyete geçecek ve restorasyona girişecek kurum Kültür Bakanlığı idi.
KÜLTÜR BAKANLIĞI YETERSİZ
Kültür Bakanlığımız, bugünkü bütçesi ve asıl önemlisi dar teşkilatı ve bir türlü çıkarılamayan teşkilat kanunuyla, Topkapı Sarayı, Ayasofya-Kariye Müzeleri, İstanbul Arkeoloji Müzesi, Efes kazıları, Antakya’nın şu sıralar yeniden zenginleşen mozaik zenginliklerini sergileyebilecek bir bakanlık değildir. Hiç kimseyi suçlamanın gereği yok.
AYA İRİNİ’Yİ EN AZ 20 YILLIĞINA KAPATMAK GEREK
Sarayın muhtaç-ı himmet olan yerleri sadece Marmara duvarları ve iç bölümleri değil. Teşhir için ayrı bina bekleyen 12 bin parçalık dünyanın en büyük Çin porselenleri koleksiyonu, nadide Sevr porselenleri, Saksonya ve Japon porselenleri, gümüş koleksiyonları ve dünyanın sayılıları arasında yer alan mekanik saatler koleksiyonu da bu cümledendir. Girişteki Aya İrini Kilisesi’nin en aşağı 20 yıllık bir süre için kapatılıp restore edilmesi gerekir. Yetmedi, demiryolunun tamamen sökülmesi ve altındaki ta geç Roma devrinden ve Bizans’tan kalan bina ve kalıntıların çıkarılması icap eder (Mesela Aya Grigori Kilisesi). Bütün bu sorunların ise laf ola beri gele konuşanlarla Topkapı Sarayı’nın bu zenginliklerini tanımayan, restorasyondan pek anlamayan ve Saray’ın düzenini yakından görmeyen bürokratlar tarafından çözülmesini beklemeyelim. Osmanlı’nın zenginliğini sahiplendiğini iddia edenlerin, bu medeniyetten haberleri olduğunu pek zannetmiyorum.
GÜLHANE’DEKİ YAVAŞLIK ÖLÜME SEBEP OLDU
Saray’ın bitki örtüsünü ormancılık, botanik ve peyzaj mimarisinden anlamayan kurullar değil daimi gözlemci olan ve hızlı karar alabilen, ilgili dallardaki uzmanların düzenlemesi gerekir. Bu kurulların yavaşlığı yüzünden zamanında kesilemeyen ağaçların yakın mazide fırtınada kopan dalları, genç bir İtalyan fizikçiyi sakat bıraktı. Gülhane Parkı’nda da bir Amerikalı turist kadın hayatını kaybetti.
MÜZELER GÜNÜ’NDE SERBEST GİRİŞ KALKMALI
Topkapı, bilhassa bahar ve yaz aylarında kaldıramayacağı sayıda (bazen 20 bine ulaşan) ziyaretçi istilasına uğruyor. Müzeler Günü’nde serbest girişin Topkapı’dan kaldırılması gerekir. Limana gelen gökdelen boyundaki gemilerden boşalan bazen sayısı üç-beş bini bulan ve doğrusu İstanbul’dan ve Topkapı’dan da haberleri olmayan grupların seyahat şirketleri vasıtasıyla ve tenzilatlı tarifeyle müzeye alınması doğru değil. 2005’ten beri Topkapı Sarayı için ziyaretçi kontenjanı ve önceden randevu sisteminin getirilmesini öneriyorum. Bizim benzerimiz Granada’daki Elhamra Sarayı, Floransa’daki müzeler, Duomo ve Vatikan müzeleri aynı sisteme çoktan geçtiler.
LOZAN NE HEZİMETTİR NE DE BÜYÜK BİR ZAFERDİR
BİR tarihte SkyTürk 360 televizyonunda, Hilmi Hacaloğlu’nun programında, bir soru üzerine kısa demeç verdim. “Lozan hezimettir” diye bir tarih görüşü var. Lozan ne hezimettir, ne de büyük bir zaferdir. Diplomasinin zaferi olmaz, olsa da Avrupa hiçbir zaman bunu Türklere tattırmaz. Kurtuluş Savaşı’nda süngümüzü nereye dayadık ve nereyi geri fethettiysek ancak onları aldık. Hatta savaş tazminatımıza karşılık küçük bir toprak bile verilmedi; sınırımızın ötesinde kalan Karaağaç İstasyonu’nu bize bağladılar. Zor şartlarda kazandığımız ve devam edemeyeceğimiz bir savaş için Lozan, cihan savaşını bitiren bir uzlaşma örneğidir. (O demecimde de “Kahve sohbetlerinde abuk sabuk konuşmalar yapan ve gazete sütunlarına bunu geçirenlere katılmamız mümkün değildir, kasabalarda tarih yazılmaz” demiştim.) Bugün Cumhuriyet gazetesi benim bu demecimin sadece bir bölümünü alıp tekrar yayınlıyor, amacının Lozan Antlaşması’nı savunmak olduğunu pek zannetmiyorum. Cumhuriyet’in yeni tutumu malum, bu yaptığının ise cinlik değil, basitlik olduğunu belirtmem gerekir.
EGE ADALARI İÇİN YAPILACAK ŞEY YOKTU
Tekrar edelim; Lozan, fevkalede yorulduğumuz, artık kıpırdama ihtimalimiz olmayan bir zaferden sonra imzalanmıştır. Üstelik, karşı taraf açısından da, hem Yunanistan hem Büyük Britanya için de şartlar böyleydi. Ama şunu söylemeli: Savaştan sonra Yunanistan’ı diplomasi ile korudular. Türklere bunu hiçbir zaman yapmazlar. Ege adalarına gelince... Bu adalar zaten Balkan Savaşları öncesinde elden çıkmıştı. Yunanistan da Balkan Savaşları sırasında Kuzey Ege adalarına saldırdı; Averoff Zırhlısı’ na karşı koyacak donanmamız yoktu. Lozan’da bu adalar için çok bir şey yapılamayacağı açıktı. Elimizde sadece İmroz (Gökçeada) ve Tenedos’u (Bozcaada) tutabildik. Ege adalarının hali bundan ibarettir.
ZAVALLI MUHTEŞEM HALEP
MEZOPOTAMYA tarihinde ‘Halfe’ diye geçer. Büyük İskender Makedonya’daki bir şehre benzeterek ‘Beroea’ ismini vermişti. Aynı şeyi, generallerinden Seleuchos Ruha’ya, yani Urfa’ya, Makedonya’dan gelme bir ismi, ‘Edessa’ adını vererek yapmıştı. Tabii bugünkü Yunanistan Edessa’sının da o Edessa ile alakası yoktur.
Halep, Nureddin-i Zengi’nin idaresindeydi, Haçlılara direndi ve zapt edilemedi. Ama 1260’ta Hulagü’nün sürülerine direnmesi boşunaydı. Haçlı VI. Bohemond ve yerel Kilikya Ermeni Kralı, Hülagü’ye yardım edince, şehir kısa bir müddet için onların eline düştü; Müslüman ve Yahudi ahalisi katledildi.
OSMANLI YENİ KARAKTER KAZANDIRDI
Bir müddet sonra geri alındı, Memlukluların muhteşem hâkimiyetini yaşadı. Şimdi bir tarafı yıkılan kale yeniden ortaya çıktı: Şehrin içindeki camiler ve çarşılar büyük bir şehri yeniden süsledi. Bu arada Osmanlı devrindeki hamamlar, medreseler ve Mevlevihane gibi yapılar Halep’e yeni bir karakter kazandırdı.
Halep, Şam’dan farklıdır; başka bir ihtişam, başka bir renktir. Halep veya Beroea Roma İmparatorluğu’nun Efes ve Antakya’yla beraber büyük metropollerindendi. İslami devirlerde de öyle olmuştur. 1516’da Yavuz Sultan Selim’in topraklarımıza kattığı bir büyük vilayetin merkezidir. Bu vilayet ve sancakların ikisi, yani Urfa ve Antep, zanaatları, çarşıları ve asıl önemlisi orduya olan asker katkısıyla dikkati çekerdi.
Halep’i Birinci Cihan Savaşı’nın sonunda terk ettik. 19’uncu yüzyılda ve 20’nci yüzyılın başında Halep muhteşemdi. Şehirde Arapça, Türkçe ve Fransızca konuşan gruplar vardı. Doğu Yahudiliğinin en parlak merkezlerindendi. Vilayet idare meclislerindeki dini grup temsilcilerine baktığımızda muhteşem bir dinler şûrası gibiydi.
Halep’i 1966’da ilk gördüğümde büyülenmiştim. Orada bütün asırlar bir sentez halinde yaşıyordu. Çarşının her köşesinde ve halkının her hareketinde bir ayrı incelik vardı. Mutfağı muhteşemdi. Zanaatlar yaşıyordu. Zamanla nüfusu 2.5 milyonu buldu. Bu 2.5 milyon o şehrin havasını değiştiremedi.
BARBARLARIN ELİNDEN KURTARILMALI
Halep ve Şam direnmeyi bildiler. Bugün Hafız Esad’ın oğlu Beşir’in barbarları, şehri ve zavallı halkını topa tutuyor, üstelik de “Sizi besleyeceğiz” diye yaptıkları mütarekede ulusların gönderdiği yardımı dağıtmadılar. Uluslar önce Beşir Esad’ı hizaya getirmeli ve müştereken Halep’i barbarların elinden kurtarıp yaralarını sarmasını sağlamalıdır.
Paylaş