Paylaş
Gür ormanların, yeşilin, serinliğin ebediyen yok olduğunu, bir daha göremeyeceğimizi hüzünle değil panikle düşündük. Derken aşırı iyimser yazılar ortaya çıktı. Bu yorumları resmi organlar ve kişiler de destekler mahiyette yazıp çizip demeçler verdiler. Örnekleri Sibirya’da her sene yanan orman kısımlarıydı. Sibirya ormanlarının özelliği o iklimle; yani kışları -40 derece soğukla, yazıları +30 dereceyi bulan sıcaklıkla ilgilidir. Gerçekten yanan ormanlar mevcut bitki örtüsüne ve doğaya nefes aldırır ve anında filizlenmeye başlar. Zaten yangını temizleyecek ilk yağmur ve kar da gecikmeyecektir. Eylül ayında Sibirya’da artık kış başlar. Sibirya dediğiniz kıtanın güneydeki başlangıç paraleli Moğolistan’ın kuzey kısımlarından, Kazakistan’ın kuzeyinden geçer. Oranın ne bereketi ne bereketsiz yanları dünyanın başka uçlarına benzemez. Sibirya, Kuzey Kanada değildir, İskandinavya’nın kuzeyi de değildir.
AŞIRILIK DÜNYAYI MAHVETTİ
Akdeniz bölgesinin de tabiat özellikleri kendisine benzer. Yanan ormanla bir daha uzun zaman hemhal olamayacağımız çok açık. Kaldı ki dünya da değişiyor. Bundan 40 sene evvel yeryüzünün ısınması diye bir problem dehşet verici boyutta değildi. Verimsiz havalarda Akdeniz bölgesinde toprağın ısısının +50 dereceyi bulduğu, hatta geçtiği ifade edildi. Böyle bir toprağın Sibirya’daki gibi yeşermesini bekleyemezsiniz. İnsanlık için en büyük tehlike ormanda sigara içen ve mangal yakanlar değildir (bu görgüsüzlüğü tasvip ettiğimi sanmayın, biz her sınıf halkın piknik gezilerine, kuru gıdalarla ve ölçü içinde gittiğini ve çöp bırakmanın çok ayıp sayıldığı zamanları da gördük). Bugün temel dert, dünyayı kirleten madencilik, göğü delen sanayidir; kısacası enerji kaynaklarının aşırı istismarı ve aşırı tüketimin yarattığı kirlenmenin yerkürenin denizlerini ve karalarını mahvetmesidir.
KÖTÜ GÜNLER KAPIDA
Yeryüzünde acayip milyarderler var; kazandıkları gelir ve menajerlik, organizasyon ve projelendirme paraları temelde patlamış bir sanayiye dayanıyor. O sanayi insanları doyurmak ve mutlu etmekten çok, başka irrasyonel istek ve ihtiyaçlara yönelik. İki büyük ülke şimdiden çatışmaya başladı; Çin ve ABD. Diğer hepsi açık farkla geriden başlıyorlar. Bu konsorsiyumların üretimi, enerji sarfiyatı ve enerji temini için yaptıkları ortada oldukça beşeriyeti ve dünyamızı iyi günlerin beklemediği açık. Muhtemelen başka türlü siyasal oluşumlar gerçekleşecek, ittifaklar söz konusu olacak. Aslında çevre kirlenmesi takvim hesabıyla 200 seneyi buluyormuş ve endüstri inkılabıyla dünya kendisine verilmeyen, gizlenen bir enerjiyi kullanmaya başladı. Bu kullanımla gelen rahatlık ve refah başka sonuçları getirmek zorunda. Tabiatla savaş o kadar kolay değil.
MANTIK BUNUN NERESİNDE
Karadeniz Bölgesi şu anda 15-20 yıl evvel görülmeyen ve gittikçe şiddetlenen ani patlamaların yeri oldu. Bu hafta Kastamonu, geçen haftalarda Rize ve Trabzon taşan derelerin getirdiği sellerle sürüklendi. Köprüler ya harap oldu ya da suyun altında kaldı, elektrik kesildi. Enerji getireceği düşünülen HES’ler tabiatı tahrip eden yapılar haline geldiler. Zararı devlet karşılıyor. Devletin karşıladığı bu bedel kimden geliyor? Daha kötü evlerde oturan, kazancı çok az olan insanların vergileri veya onlara harcanmayan bütçe hasarı düzeltmeye gidiyor. “Felaket gören insana destek verilmesin” diyemeyeceğiz. Ama herkes kendi kolayına istediği yere bina diker, belediyeler buna müsaade eder, üstelik kontrolsüz bir şekilde kiraya vermeye kalkar, bu gibi inşaatlar için kredi bulursa; akıl bunun neresinde, mantık bunun neresinde? Nesiller boyu enflasyon içinde yaşamak pahasına inşa ettiğimiz barajların getirdiği sular kötü sulama sistemleri dolayısıyla toprağı tuzlandırdı, Konya Ovası yeraltı suları manasız kuyularla tüketildi. Yok olan zirai zenginliği kim karşılayacak?
ARALARINDA KİMLER VAR
Maalesef dünyadaki örnekler de yer yer bundan daha iyi değil. Afrika akılsızca, gaddarca yok edilen tabii dengelerin kıtası. İdareciler ve idare edilenler coğrafya bilmiyorlar. En önemlisi de beşeri coğrafyayı da tanımıyorlar. Gelecek yazılarımızda ele alacağımız göç konusunda bu cahillik ve aymazlık açıkça ortada. Sınırlarımızı açtık, kimlerin geleceği ve gelmekte olduğunu bilmiyoruz. Kullandığımız gruplama adları fiktif, farazi. Afganlı diyoruz. Afganlı kim, içlerinde var? Bazıları Suriye diyorlar. Bütün Batı, Suriye’nin müttefik bir ülke olmadığını, siyasi tarihte mevcut olmayan biliyor. Bilmeyen biziz.
Suriye’de dinler arası gerilim her zaman vardır. Biz orayı bütüncül bir İslami ülke olarak hesapladık ve güya kendimize ram edeceğimizi düşündük. Sayısı 5.5 milyonu bulan bu kitleyle hâlâ yerleşim ve rehabilitasyon ama tabii geri gönderme konusuna birbiriyle anlaşmada siyasi kadrolar arasındaki farklılıklar vatandaşlar arasında da devam edip gidiyor. Soruyoruz, hangi Avrupa ülkesinde siyasi sığınmacılar yılın belirli zamanlarında bayram seyran için kalkıp sınır ötesinde memleketine gider ve tekrar geri gelir?
SURİYELİLER VE AFGANLILAR
Suriyelilerin elit sınıfını Avrupa çoktan kaptı. Geriye kalanların ticaretle uğraşanlar, atölyecilerde çalışanlar olduğu belli, işsizleri de çok. Aslında bu kitlenin Türkiye’nin ekonomisine ve üretimine ciddi ve gerekli bir katılım sağlamadığı açık, sağlayacak gibi de gözükmüyorlar. Yerel hayata intibakları güç ve niyetleri yok. Afganlılar ise tersine Türkiye’de ziraat ve hayvancılığa katkıları duyulan bir alt sınıf. Düşük ücretlerle çalışıyorlar (ki bu utanılacak bir durum ve lüzumsuz bir istismar). Batının ve Orta Anadolu’nun yerli nüfustan boşalan köylerinde hayatın devamında katkıları olabilecek bir kitle. İstihdam edildikleri köyler onlardan memnun. Bu ikisinin farkını göze almak lazım.
Emniyet kuvvetlerinin görevi var; asayişi bozanları tespit ve Türkiye’den sınır dışı etme. Provokasyondan doğan kavgaları bunlar önler. Göz göre göre Suriye mafyasının kurulmasını seyredemeyiz. Afganlılar için de benzer durumlar geçerli; tedbir almak hakkımız. Lakin bilmeden yazmak ve konuşmak doğru değil. Türkiye’nin tarım alanı ve hayvancılığı dışarıdan gelecek nüfusa muhtaç. Bugün öyle, gelecekte de öyle olacak.
İZMİRLİ DARİO
ESKİ İzmir’in en sempatik sokaklarından biri! Bugün belediye ve İzmir’in muhtelif grupları bu sokağın adını birkaç yıl evvel “Dario Moreno” olarak değiştirdiler. Dario, İzmir’i sevdi İzmirliler de onunla iftihar ettiler.
Erkan Özerman’ın Dario üzerindeki kitabını ilk anda onunla yaşadıkları, gördükleri diye düşündüm. Ancak sonra baktım ki Dario Moreno’nun muhitinden daha ileriye gidiyor; yeni isimlere el atarak ağaç adeta dallanıp budaklanıyor. Doğrusu Erkan Özerman bunu konuşurken de yazarken de çok başarılı bir yazardır. Bu dönemi, yani Türkiye’nin 1950’liler sonu ile 1990’lara kadarki fonetik sanatlar tarihini, müzik dünyasını, defilelerini ve o çevredeki insanların hepsini bir arada görmek mümkün oluyor.
Belki bazı şeylerin üzerinde daha çok durması gerekiyordu. Zehra Eren’i Türk sanat dünyasına öne süren odur. Ama kitap nihayet Zehra’nın değil Dario’nundur. Bir şeyi vurgulamak lazım; Murat Bardakçı’nın dediği gibi Zehra Eren Akdeniz’in seslerindendir. İkinci baskıda inşallah bu ilaveyi görürüz. Başarılı bir sanat dünyası kitabı yazılması, bana günlük bir hediye görünüyor. Türkiye’nin dünyaca ünlü evladı ve çevresi hakkında yazdıkları zevkle izleniyor ve öğreniliyor. Okumanızı tavsiye ederim.
Paylaş