Paylaş
Ortadoğu dediğimiz bölge, sınırları itibarıyla tartışmalıdır. Bu tartışma herkesi ilgilendiriyor gibi görünse de herkesin kendi bağımsız yorumunu yapabileceği bir alandır. Fas’tan başlayarak Afganistan’daki Hayber Geçidi’ne kadar uzanan kuzey sınırları, Balkanlar’dan başlayıp Yemen ve Somali’ye kadar devam eden bir coğrafya; Ortadoğu olarak kabul edilebilmektedir.
BU ÇATIŞMALAR GERÇEK Mİ YAPAY MI
Bu geniş coğrafyadaki kavimlerin, dillerin ve dinlerin birbirleriyle ne kadar ilişkisi var? Yoktur demek yanlış olur; çünkü bu, insanlık tarihini inkâr etmek anlamına gelir. Kısacası, medeniyet sadece bu bölgede değil, yeryüzünde başka yerlerde de görülmüştür. Örneğin, Çin’de ve bizim kıtamızdan bağımsız olarak, en azından 15. yüzyılın sonuna kadar Amerika kıtasında da medeniyet izleri vardır. Üstelik bunlar, insanların yaşam ve gelişim eğrilerinde dikkat çekici bir paralellik göstermektedir.
Ancak şu bir gerçektir: Doğu Akdeniz Bölgesi, bir dönem Güney Akdeniz ile Mezopotamya ve İtalya arasında kesintisiz bir bağlantı ve bütünlük sağlamıştır. Bu bütünlük, yakın zamanlara kadar korunmuş, ancak son iki asırda bölge bir çatışma alanına dönüşmüştür. Peki, bu çatışma gerçekten gerekli midir, yoksa yapay bir şekilde mi yaratılmıştır?
Bazı meseleler üzerine ciddi şekilde düşünmemiz gerekiyor. Palermo’nun ilginç Belediye Başkanı Roberto Lagalla şöyle demiştir: “Bizim şehrimizin bağlantıları İskenderiye, Beyrut ve İstanbul’dur. Kuzeydeki şehirlerle ne ilgisi var?” Bu tarihî gerçeklik bugün de geçerlidir. İnsanlar, Hristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki tezatların ötesinde, şimdi başka zıtlıklar yaratarak Doğu-Batı ayrımı yapmaya çalışıyorlar. Ancak bu ayrımlar sık sık başarısızlığa uğruyor. Günümüzdeki dünya olayları bunu açıkça göstermektedir.
Çelişkiler yalnızca Müslümanlarla Yahudiler ya da Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında değildir. Yahudi dünyasının kendi içinde dahi belirgin çelişkiler ortaya çıkmış, bunların birçoğu da Ortadoğu kaynaklı olmuştur. Aynı şekilde, İslam dünyasında da benzer çelişkiler bulunmaktadır. Ortadoğu’ya müdahale eden dış güçlerin hataları ise giderek artmaktadır. Bu durum bazen gülünç, bazen trajikomik bir hâl alarak, delinin kendine zarar vermesine dönüşmektedir.
SURİYE BİR ÜLKE MİYDİ
Suriye bir ülke miydi? Hayır. Suriye’nin bir siyasi başlık olması istendi ama bu başarılamadı. Suriyeliler var, ancak birlikte hareket etmekten çok, bölünmeyi tercih ediyorlar. Üstelik bu bölünme, Slavların kardeş kavgası gibi değil. Filistinlilerle Arap Müslümanlar arasında da gerilim var, ancak bu gerilim Ukrayna, Polonya ve Rusya arasındaki gibi sürekli ve şiddetli değil. Suriye şu an dağılmış durumda. Peki, yeniden toparlanabilir mi? Belki de toparlanamaz.
Güneyimizdeki İsrail’in yapacakları ise merak konusu. Avrupa kültürünün ortasında yetişen Siyonizmin ve geçmişteki liderlerinin sahip olduğu akıl ve mantığın onda biri bile bugün ortada yok. Planların tamamı sloganlarla şekillenmiş, mantık zincirleri esnekliğini kaybetmiş durumda ve politik şahsiyetlerin inisiyatifine bırakılmış. İsrail’in henüz ele alamadığı ve belki ciddi bir sorun olarak karşılaşmayacağı bazı unsurlar, ileride onlar için daha büyük bir problem hâline gelebilir.
Bizim güney sınırlarımızda Kürtler üzerinden oyun kurmaya çalışan Amerikalıların, bu kavim hakkında herhangi bir bilgiye sahip olduklarını sanmıyoruz. Kendilerine ders veren Britanya’nın da tarihte bu konuda sanıldığı kadar büyük başarılar elde edemediği bir gerçek. Aslında Amerika’nın mevcut organizasyonu ve teknolojisi, bu gibi durumların üstesinden gelmekte zorlanabilir. Bu da onun tarihî yorgunluğuyla bağlantılıdır.
Bizi ilgilendiren asıl mesele, Golan Tepeleri’ni aşmaya çalışan ABD’nin, oradaki insanların Cebeli Lübnan’daki ve İsrail’in içindekilerle ne kadar bağlantılı olduğunu fark etmesidir. Ancak bu üçlüden birini ne kadar kontrol edebileceği sorusu hâlâ belirsizdir.
Golan Tepeleri’ni aşan İsrail, çok daha yoğun bir şekilde bu tür sorunlarla karşılaşırken, Türkiye’nin de bazı tereddütleri olduğu açıktır. Fırat’ın batısı, hayati önem açısından Türkiye için çok daha değerli bir bölgedir. Bu bölgeyle ilgili odaklanılması gereken noktalar şunlardır.
- Su kaynakları sorunu,
- Endüstri alanları,
- Yaşam alanları.
MÜNBİÇ’TE BAŞKA TOPLULUKLAR DA VAR
Sürekli olarak Kürtlerin elinde olduğu iddia edilen Münbiç, bir Kürt şehri değildir. Burada yaşayan başka topluluklar vardır. Ancak bu topluluklar hakkında son derece yetersiz bilgiye sahibiz. Ansiklopedik düzeyde bilgiye bile ulaşamadığımız çok açık. Bu bölgeyle ilgili yakın zamana kadar siyasilerin kullandığı tanımlar, gelecekte büyük ihtimalle gülünç bulunacaktır.
Suriye şimdi İsrail’in saldırısı altında. Rusya’nın kurduğu üs ve Esad rejimine verdiği silahlar imha ediliyor. Şu anda belki Rusya’dan etkin bir cevap gelmeyecek ama şüphesiz ki devletin hafızasına kaydedilen bu olay yakın gelecekte vahim sonuçlar doğurabilir. Nihayet Ortadoğu’nun gelgitleri kuzeydeki ebedi devletleri bir ölçüde etkileyebilir. Ama devamlı ve kalıcı etkilerini iddia etmek mümkün değildir.
Şu anda şaşkın, uzun ve karanlık bir dönemden nasıl aydınlığa yürüyeceğini bilemeyen bir toplumun üzerine bu baskılar kurulmuşken onun yorumlarının karamsar ve yani nihilist tavırlarla ortaya konması hiç doğru değildir. Türkiye’nin de sınır güvenliği, sanayi güvenliği, tarımsal bölge güvenliği açısından önemi büyük olan Batı Fırat ve Halep Havzası’na daha aktif bir şekilde bakması gerekiyor. Hükümet ne yapacak, basın ve kamuoyu önderleri neler diyecek bu önemli...
HARİCİYE KONSERİ
Taşansu Türker; geçen yıl yayımlanan, Türk dış politikası ve beynelmilel ilişkileri resmettiği kitabı olan ‘Kafiye Çağı’ndan sonra bu kez bir romanla okuyucusuyla buluştu: ‘Hariciye Konseri’. Artık nadiren karşılaştığımız, hoş bir Türkçe ile yazılmış bir roman. Türk Hariciyesi bir zümre; imparatorluktan cumhuriyete seçkin devlet hizmetkârları, ama kapalı değil, aksine bu zümrenin üye muhtevası hep değişir.
Konusu ile mütenasip bir şekle işaret eden dil zenginliği, karakterler ve kurgudaki şaşırtıcılık epey iddialı... Fakat benim açımdan asıl mesele, bu romanın çok katmanlı yapısı olsa gerek. Hızla okunabiliyor. Akabinde ise geri dönüşlere mecbur bırakan bir birikim var metinde. Hasılı; memleketimizin giderek çoraklaşmış entelektüel ortamında ciddi bir şekilde etüd edilmeyi hak eden ve böylelikle memlekete renk katan bir zümreyi ele alan, mesleğin akademik kanadından ama hakkını veren bir yazar. Yıpratılması için içten dıştan gayret gösterilen bir zümrenin, Türk diplomatlarının portresi. Bu etüt ve tartışma için; romanda da kullanılan kelime ile “iskra” yani kıvılcımın ise herhalde ilk başta Hariciye mensuplarından, kıymetli dostum Celal Hoca’dan ve saygın sanatçımız Fazıl Say’dan gelmesi beklenmeli.
Paylaş