Paylaş
İmroz Adası, Aya Todori köyünde (Zeytinliköy) 29 Şubat 1940’ta doğdu. Dört yılda bir yaş alan talihli kullardan. Ama Patrik Cenapları’nın bir başka niteliği daha var; Ortodoks Kilisesi’nin uzun tarihinde Roma’da tahsil gören tek Ortodoks din adamı. Heybeliada’daki semineri bitirdikten sonra Roma’da papalık üniversitesi olan Gregoryana’da okudu. Kilise hukuku üzerinde ihtisas yaptı. 22 Ekim 1991 tarihinde Ortodoks Kilisesi’nin başına seçilen 270. Patrik, dünya Ortodoks kiliselerinin ruhani önderi.
Fener Patrikhanesi bugün bir değişimin içinde ve dünyadaki yeri değişiyor. Rusya kilisesiyle karşılıklı ilişkilerinin bozukluğu artık bir sır değil. Zaten Patrik I. Bartholomeos Cenapları çok açık sözlü; biyografisinde kilisesinin ve cemaatiyle ilişkilerinin tasvirini çok açık ve seçik yapan bir din adamı. Bu görülmemiş bir meziyet ve fazilet, şüphesiz Türkiye halkı ve kamuoyu için bir şans.
YABANCI DİLLERE HÂKİM
Çok lisanlar biliyor. Memleketimizdeki tahsil ve geleneğin getirdiği iki dilliliğin dışında İtalya ve Münih’teki tahsili sırasında kilise hukuku dolayısıyla edindiği İtalyanca, Almanca, kendi kuşağının yabancı dili olan Fransızca ve İngilizce biliyor. Bunları iyi kullandığına herkes şahit oldu. Yunancasını dinlemek, bu dili bilmeyenler için her şeyden önce bir armonik zevk.
Olaylara ve Türkiye Ortodoksluğunun tarihine soğukkanlı bakan bir tarihçi. Hiç şüphesiz çok takdir toplayan bir çevre filozofu. Din adamının gözüyle çevre sorunlarını ele alışında İran eski cumhurbaşkanı ve önemli müçtehidlerden Muhammed Hatemi ile ikisini okumak beni şahsen aydınlattı.
EN LİBERAL KİŞİLERDEN BİRİ
Kendisini sevenler ve kilisesinde muarızı olanlar bile var. Çünkü dünyanın şartlarına intibak etmeyi bilen dini Patrik Bartholomeos için bütün cemaatinin hatta Türkiye’nin en liberal şahsiyetlerinden demek yanlış olmaz. Türk devlet kurallarına, devlet protokolüne ve memleketin kutsallarına en çok saygı gösterenlerden.
Elçin Macar gibi Ortodoks Kilisesi’ni iyi tanıyan ve Fener’deki patrikhane üzerine çalışmaları olan iyi bir yazarın soru cevap şeklinde hazırladığı biyografik eser; “Patrik Bartholomeos - İmroz’dan İstanbul’a”.
ANLAŞMAZLIKLARIN ORTASINDA
Türkiye’de Ortodoks cemaat var ve iki imparatorluktan kalma en eski kurum. İstanbul’daki kitle azaldı ama dünyada varlar ve Ortodoks dünyasındaki anlaşmalar-anlaşmazlıkların ortasında Patrik Bartholomeos çok güçlü olarak duruyor. Bazı girişimleri çok farklı; mesela bütün Batı Avrupa Papa’yı ve İspanya Küba’yı dışlarken, Patrik I. Bartholomeos orayı ziyarete gitti ve destek oldu. Bu gibi kitapları okumak gerekli hem de Patrik Cenapları’nın üslubu ve Elçin Macar’ın yazarlığıyla çok keyifli bir okuma.
TÜRKİYE’DEN GEZİ İZLENİMLERİ
SON aylarda konferanslarım dolayısıyla tanıdığım Anadolu şehirlerini yeniden geziyorum. Bazılarına 15-20 yıl sonra dönüyorum, bazılarında birkaç yıl öncesinden kalma anılarım tazeleniyor, günümüze geçişi gözlemliyorum. Şunu söyleyeyim; Anadolu yorgun ama bitkin değil. İktisadi kriz şüphesiz ki orada da gözleniyor fakat bunun yıkım getirdiğini söylemek en azından her yer açısından doğru değil.
EN DAYANIKLI HALKLARDAN BİRİYİZ
Türkiye halkı, kendini 30 yıldır hükümetlerin yanlış ya da doğru politikalarına rağmen korumayı bildi ve civar ülkelere göre kesinlikle örgütsüz değil. İktisadi durgunluk üretim düşüklüğüne rağmen çalışma temposu itibarıyla Türkiye civar ülkelerin içinde halkın en dayanıklı olduğu bir yer. Bunun hükümetlerin politikasıyla da pek alakası yok. Hiç kimse tabiatın ve gayretli bir milletin kısmi refahını kendinin yarattığını iddia etmesin.
Türkiye’nin düzenlenme ve atılım politikalarının devirleri belli. 1920’lerden sonra savaş ve barışla sınırları tespit, sağlık ve eğitim konularında dirilme, II. Cihan Savaşı’ndan sonra fiilen savaşa girmemiş bir memleketin ithalat yapamaması ama akla hayale gelmeyecek emtiayı ihraç edebilmesi dolayısıyla yaptığı birikimin hayata geçmesi. Türkiye’nin çok partili rejimde birçok insanın sahte demokrasi diye nitelemesine rağmen vatandaş haklarının ve milletin bu haklara sahip çıkmasını, ziraatta ve sanayideki gelişmelerle geleneksel çizgilerden kurtulmaya başlamasını belirtmek gerekir. Bu arada memleketin maarif sisteminde büyük çöküntüler meydana geldi ama seçkin eğitim kurumları da ortaya çıktı.
1960 ve 1970’lerde Türkiye elektrifikasyona geçti. Petrolü olan memleketlerin bazılarının bile bu konuda ne kadar geride kaldığını düşünürsek Türkiye’ninki önemli bir sanayi altyapısı atılımıydı. Kısacası Türkiye memleketi ve dünyayı biz yarattık gururuyla dolaşan muhafazakâr hükümetlerden daha çok sanayi ülkesi olma vasfına kavuşmuştur. Bunun tesiri görülüyor. 1960’larda jeneratörler ülkesinde geziyorduk. 1970’lerde köylere kadar aydınlanan bir ülke. Bunun getirdiği uyanıklığı eski bir Sudan sefiri (Diab) Libya’daki bir toplantıda dile getirdi; “Türkiye’nin en uzak köyündeki köylü bile siz Arap münevverlerinden daha aydınlık kafaya sahiptir.” Bu mukayeseyi ben yapmıyorum. Bir vatanperver olan Sudanlı Büyükelçi’nin de ulusuna karşı aşırı küçümseme duymayacak kadar sağlıksız olduğunu zannetmiyorum. Çok bilgili bir biriydi ve Şark dünyasını da tanıyordu. Konuşma örnekleri bunu gösteriyor.
Bugün Türkiye’nin problemleri başka. Doğu Akdeniz’deki donanma üstünlüğü kabul etmek istemeyen bir dünya var. Belirli kurumlarımıza karşı dış müdahaleler söz konusu.Anayasal kurumlarımızın mantıksız olarak değiştirildiğini anlıyoruz. İktisadi dağılım ve yatırım politikaları birbirini tutmuyor. Bütün Akdeniz’in en geniş ve bereketli ovasındaki (Çukurova) üç vilayetin gelirleri her zaman söylediğim gibi “sandalyeci” denen İnegöl’ün ihracatıyla ancak yarışıyor.
Çukurova’da ziraatta da çöküntü var. Ama yanıbaşındaki Konya, Orta Anadolu’daki Afyon, Kayseri, eskinin Niğde Aksarayı, bugünkü Aksaray Vilayeti sınai bir kalkınma içindedir. Şehirlerin çevresi bile değişmiştir. Eskişehir’in Sivrihisar gibi kazaları ve merkezi bir Orta Avrupa görünümündedir. Bir şehrin asırlık birikimi nasıl eğitim ve kültürel faaliyete, zevke çevrildiğini gördüm. Tramvayın üstünde “Opera Meydanı” yazıyor bunlar tasavvur edilecek manzaralar değildi. Gaziantep Suriyeli hücumuna rağmen doğan keşmekeşin yanında kalkınma yolundadır. Tabii bu arada Çukurova’nın şehirleri gibi zenginliğe rağmen çöken yerler de var. Adana bunların başında geliyor. Türkiye kentlerinde henüz görülmeyen bir eşitsizlik var; hayatın işleyişinde, şehrin mekân konumlanmasında üretim ve tüketimin eşitsiz dağılımında. Son 30 yılın getirdiği en çarpıcı örnek bu. Adana’da çöken sanayi ve ziraatın yerine dönüşüm adı altında bölgeyi çöplüğü çevirmek gibi işler de göze çarpıyor.
PARLAMENTONUN ROLÜ AZALTILDI
Anayasal düzen parlamentoyu sadece yeniden düzenlemekle kalmadı. Parlamentonun rolü azaltıldı. Meclis’teki tartışmalar açıkçası vatandaşın ilgisini çok çekmez hale dönüştü. Bu arada tabii görülmemiş teatral çıkışlar var. Muhtemelen çifte pasaportlu, daha evvel Alman milletvekili ve Almanya’nın Avrupa Parlamentosu’na gönderdiği bir hanımefendi Meclis’te Türkiye’nin diller halitası bir ülke olduğunu söyleyerek Kürtçe ve Almanca konuşmuş. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Avusturya-Macaristan Parlamentosu olmadığı belli. O tarihi parlamento rengârenk bir imparatorluğun meclisiydi. İlk Osmanlı Parlamentosu’nda da kısmen bu görünüm vardı. Dolayısıyla Avusturya Parlamentosu’nda Macar ve Çek milletvekillerinin kendi dilleriyle konuşması anlaşılır bir şeydi. İlk iş milletvekillerine gelecek intihabda Türkçe bilmeleri şartı getirildi. Zaten Macaristan federal bir parçaydı. Bu dili konuşan arkadaşların her türlü kanunu ve politikayı tartışacak kadar lisanlarını bildiği de çok malum değil.
Birkaç cümle kurmakla iş bitmiyor. Bütçe kanunu konuşacak kadar lisana hâkimler mi? Türkiye Büyük Millet Meclisi oturumlarını Berlitz lisan okuluna çevirirken, bazı konularda uyum sağlanması gerekir. Olumsuzluk ve yetersizlikler olabilir ama Türkiye Parlamentosu Almanca konuşulacak kadar mudhike (vodvil) alan haline getirilmez. Yarın burada Flamanca konuşanlar da çıkabilir. İlla da yabancı dil konuşacaksanız Latince olması tercih edilir. Bir yerde milletvekillerinin önce resmi dillerini çok iyi bilip konuşmaları gerekiyor.
Paylaş